Hepimiz gündelik hayatlarımızda farklı alanlarda karşımıza çıkan eşitsizliklerle mücadele ederek yaşıyoruz. Bu eşitsizliklerden biri olan toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ise bedenlerimiz, cinselliğimiz, görünüşümüz, arzularımız, kariyerimiz, sosyal yaşantımız gibi farklı alanlarda karşımıza çıkıyor. Basitçe anlatmak gerekirse toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin inşa ettiği normatif yapı, toplumsal cinsiyet rejimi aracılığıyla cis-hetero kadın ve erkek kimliklerini “normal” kabul ederken bu kimliklerin ve LGBTİ+’ların kendisine yer edinemediği normal tanımının dışında kalan kimlikleri “öteki” olarak tanımlıyor. Bireylerin cinsiyet kimlikleri ve bu cinsiyet kimliklerine ilişkin performansları toplumsal cinsiyet rejiminin cis-erkek merkezli, kadın düşmanı ve heteronormatif yapısı ile belirleniyor. Bu sürecin sonucunda ortaya çıkan cinsiyetçi yapı, normal kabul ettiği öznelerin varlığı ve temsili için herhangi bir zorluk çıkarmazken öteki olarak tanımladığı özneleri toplumsal hayattan dışlıyor. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin belirleyici olduğu gündelik hayat deneyimi erkek egemen güç eşitsizlikleriyle şekilleniyor.
Toplumsal hayatın her alanında karşımıza çıkan patriarkal ilişkilerin kendisini gösterdiği alanlardan bir tanesi de edebiyat. Zira edebiyat bir toplumsal kurum olarak geçmişten günümüze ataerkil normlarla ve eşitsizliklerle şekillenmiş bir alan. Hiç şaşırtıcı olmayan biçimde, bu eşitsizlikler en çok kadınlar ve LGBTİ+’lar üzerinde bir tahakküm mekanizması yaratmakta. Kurumsal edebiyatta karşımıza çıkan erkek egemen ilişkiler ağını ve bu güç eşitsizliklerinin yeniden üretilme biçimlerini anlayabilmek bu sistemi dönüştürebilmenin ilk adımlarından bir tanesi. Bu nedenle bu yazıda edebiyat alanındaki patriarkal güç ilişkileri üzerinde duracağım.
Edebiyattaki erkeklik
Kurumsal edebiyatın patriyarkasını incelerken bunu üretim ve temsil alanında ikiye ayırırsak hem yayın dünyasındaki özneler üzerinde kurulan tahakkümü hem de her geçen gün edebi metinler aracılığıyla karşımıza çıkan toplumsal cinsiyet temsillerini şekillendiren ideolojiyi anlamamız kolaylaşacak.
Öncelikle edebiyatın dışarıdan romantik ve büyülü görünen maskesini sıyırıp yayın dünyasına baktığımızda bu alanın da toplumdaki diğer tüm alanlar gibi patriarkal normlarla inşa edilip yönetildiğini görürüz. Edebiyat, kurumsal düzeyde patriarkal güç ilişkileri tarafından şekillenir. Bir başka deyişle; edebiyatın üretim, dağıtım ve tüketim ilişkileri kurumsal olarak cis-hetero erkeklerin baskın olup hiyerarşik olarak kendilerinin altındakilerin emeğini sömürdüğü bir sistemler bütünüdür. Buna örnek vermek gerekirse birçok yayınevi sahibinin veya yayın dünyasında güç sahibi, ayrıcalıklı, karar verici pozisyonlarda çalışanların cis-hetero erkekler olduğunu hatırlayabiliriz.
Tıpkı diğer sektörlerde olduğu gibi, yayıncılık alanında da kadınların ve LGBTİ+’ların dışlanmakta olduğu eminim hiçbirimize şaşırtıcı gelmeyecek. Bu alana girebilmek için kadınlar ve LGBTİ+’lar cis-hetero erkek meslektaşlarından daha fazla mücadele etmek zorunda kalıyor. Bu mücadelenin sonucunda kurumsal edebiyatın bir parçası olabilseler dahi bu sektör onlara başarılarının bedelini taciz, mobbing, düşük ücretle çalışma, değersizleştirilme gibi farklı emek sömürüsü ve şiddet biçimleriyle ödetmeye hazır bekliyor.
İkinci olarak, edebi üretimin sonucunda ortaya çıkan metinlerin de toplumsal cinsiyet temsilleri bağlamında erkek egemenliğini pekiştirdiği söylenebilir*. Elbette yazılan her metnin heteronormatif temsillere yer verdiğini iddia etmiyorum. Ancak kurumsal edebiyatın erkek merkezli karar verme mekanizması tarafından yayımlanmaya değer bulunan birçok metin, zaten bu normatif yapıya uygun olduğu için “yayınlanabilir” onayı alıyor. Tam olarak bu normatif yapıdan kaynaklı olarak da edebi metinlerde çoğunlukla heteroseksüel karakterlere rastlıyor ve onların hikayelerini, cinselliklerini, hayatlarını, acılarını ve mutluluklarını okuyoruz.
Bu temsilin dışına çıkılıp queer bir temsile yer verildiğinde dahi bu, yine egemen olanın bakış açısından, queer kimliğin ötekileştirilmesiyle yapılıyor. LGBTİ+’ların hikayelerini heteronormatif bakış açılarından, özne olma halini dışlayan bir perspektiften okuyoruz. Patriarkal kurumların toplumsal cinsiyet rejimi tarafından makbul kabul edilen temsiller dışındaki kimlikleri görmezden gelmesini, kadınlara ve LGBTİ+’lara uygulanan sembolik şiddet biçimlerinden sadece bir tanesi olarak kabul etmek ve anlamak gerekiyor.
Aslında bir kurum olarak edebiyatın bazı kimlikleri temsile değer bulmayıp görünürlüklerini azaltması veya üretim alanında emeklerini sömürmesi, içinde yaşadığımız toplumdaki patriyarkanın bir yansıması. Bu sembolik şiddet kimi zaman cinsiyet kimliği topluma dayatılan cinsiyet rejiminin dışında kalan özneleri yayın dünyasında görmezden gelerek; kimi zaman ise edebi metinlerde erkeklerin kadınları ezmesiyle heteronormativitenin yeniden üretildiği anlatılara yer vererek gerçekleşiyor. Böylece edebiyat temsil ettikleri ya da dışladıkları aracılığıyla erkek merkezli toplumsal cinsiyet hiyerarşisini yeniden üretmiş oluyor. Fakat öte yandan, bu tahakküme boyun eğmek yerine onunla mücadele etmeyi tercih eden kadınların ve LGBTİ+’ların varlığını da unutmamak gerekli.
Eril tahakküme karşı queer feminist çatlaklar
Edebiyat alanındaki hiyerarşiyi ve tahakkümü yıkmak, görmezden gelinenin ve temsil edilmeyenin bilgisinin ve deneyiminin öznel bakış açıları ile üretilmesiyle mümkün. Toplumsal cinsiyet kimlikleri üzerinden şekillenen hiyerarşiyi yıkmanın ilk adımlarından bir tanesi kendi kimliklerimize ilişkin bilgiyi, edebiyat kurumunun patriarkal yapısına rağmen üretmeye devam etmekten geçiyor. Kendi kimliklerimize ilişkin bilgiyi üreterek, hikayelerimizi anlatarak ve deneyimlerimizi paylaşarak sadece üzerimize kurulan tahakküm mekanizmasını reddetmekle kalmayız, aynı zamanda dışlanan queer ve feminist öznelerin kendi otantik varoluşlarının kutlanabileceği bir kamusal alan inşa etmiş oluruz.
Yine edebiyat alanını düşünecek olursak, özellikle queer metinleri yayınlamak için kurulan yayınevlerini ya da erkek egemen bakış açısını tersine çevirerek LGBTİ+ karakterleri kendi otonomilerine sahip özneler olarak temsil eden yazarları düşünebiliriz. Bu yazarların metinlerini okuyarak ve queer anlatıları odağına alarak edebiyata katkı sağlayan yayınevlerini destekleyerek bizlere ait anlatıların dolaşıma girmesine destek olabiliriz.
Kurumsal edebiyatın ve eril tahakkümünün karşısında yer alan queer feminist kamusal alanlara kimi zaman soluklanmak için, kimi zaman yalnız olmadığımızı yeniden hatırlamak için, bazen de yalnız hissettiğimizde hatırlayacağımız kalabalıkları bulmak için ihtiyacımız var. Kendi öznelliklerimizin ve biricik kimliklerimizin yer aldığı, heteronormatif anlatıların sınırlarını aşan metinleri yok sayan edebiyat dünyasına ve sesimizi kısanlara inat kendi seslerimizi bulmanın, bu seslerle kendi kamusal alanlarımızı yaratmanın önemini bir kez daha vurgulamak isterim. Çünkü ancak bu şekilde, birbirimizin varlığından güç alarak kurumsal edebiyatın patriyarkasıyla mücadele edebileceğimize inanıyorum.
* Bu yazının konusu olmasa da edebi metinlerdeki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini açığa çıkartmak ve görünür kılmak için “feminist edebiyat eleştirisi” adında bir metodolojinin geliştirilmiş olduğundan bahsetmekte fayda var.
Yazar hakkında
Merve Çopuroğlu 1999 yılında İstanbul’da doğdu. Çocukluğundan beri okumayı ve yazmayı hayatından eksik etmemektedir. ODTÜ’de Sosyoloji okuduktan sonra yüksek lisansına yine aynı okulda Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları programında devam etmektedir. Hobileri arasında kitap okumak, örgü örmek, yüzmek ve reality show izlemek olan Merve, bitkileri ile birlikte Ankara’da yaşamaktadır.
Ana görsel: Woman Reading in a Forest, 1875, by Gyula Benczúr.
Editör tavsiyesi
Velvele’nin queer şairlere yer verdiği serisi Yeryüzü Ağacı
Velvele’nin queer yazarların öykü ve denemelerine yer verdiği serisi Eflatun Koza
Mertcan Karakuş İlk Romanını Anlatıyor: Yazmak da Hatırlamak Gibi Bir Kurma İşi
Burçin Tetik: Öykülerimin Sicimlerle Birbirlerine Bağlandığını Hayal Ediyorum
Patikalara Sapmaktan Korkmayan Bir Kalem: Ceren Avşar
“Şiirlerim Bu Ülkedeki Pek Çok Kadının, Muhalifin, LGBTİ+’nın Hayatından Parçalar Taşıyor”
Deniz Erkaradağ Heyecan Verici İlk Romanı Ellerin Ellerimde’yi Anlatıyor
Neden Queer Edebiyata İhtiyacımız Var?
Ayrıca queer yayınevleri Umami Kitap ve Obiçim Yayınlar’ın kitap listelerine göz atabilirsiniz.