2021 İlkbaharının en zor anlarını listelemeye kalksam, koronavirüs nedeniyle yaşanan tüm problemlerden sonra galiba okumak için yanıp tutuştuğum, Burçin Tetik’in Annemin Kaburgası isimli öykü kitabını okuyamayaşımı listenin yüksek sıralarına koyarım. Çıktığı günden beri herkesin -haklı bir şekilde- hayran kala kala okuduğu Annemin Kaburgası çok fazla insan tarafından konuşuldu, tartışıldı ve kitaptan genelde övgüyle bahsedildi. Bu övgüleri takip ettikçe kitabı okuyamamamın siniri büyüdü bende. Türkiye’ye ne zaman geleceğim belli olmadığı için kitabı sipariş edip altı hafta postada gelmesini beklemedim. En güzel, en uygun, en sihirli anda kitabı alacağım ve okuyacağım dedim kendi kendime. Temmuz’da Türkiye’ye geldiğimde de Annemin Kaburgası’nın sosyal medyayı ve gazeteleri aşan büyük etkisini kendi gözlerimle İzmir’de bir kitapçıda gördüm. Kitapçıdaki görevli ben daha cümlemi bitirmeden, hiç düşünmeden ya da bilgisayara bakmadan, jet hızıyla kitabın bulunduğu rafın önüne gitti ve son kopyayı bana uzattı. Kitabı da aynı hızla, lisedeki gibi, İzmir’de metroda ve vapurda bir yerlere giderken okudum, keşke yıllar önce bu şehirde genç bir lubunyayken böyle kitaplar daha çok yazılıyor olsaydı, diye bol bol düşünüp hayıflandım.
Annemin Kaburgası Türkçe queer edebiyat için bir dönüm noktası. Bu önemli kitabı ve yazarlığa dair başka konuları konuşmak için Tetik’in kapısını çaldım. Barselona, Berlin, İstanbul ve New York arasında mektuplaşarak söyleştik.
Velvele’ye hoş geldin Burçin. Öncelikle bize vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim. Seninle Annemin Kaburgası ve edebiyat hakkında söyleşmek beni çok heyecanlandırıyor, onu söylemeden edemeyeceğim. Kitabın içinde seninle gezinmeden önce sormak isterim, edebiyatla bağının nasıl başladı?
Merhaba İlker. Velvele’de olduğum için çok mutluyum. Türkçe queer yazın ve makaleler için çok önemli bir boşluğu dolduruyor Velvele. İyi ki var demeden edemiyorum. Edebiyatla bağım aslında edebiyatın edebiyat olduğunu bilmediğim ufak yaşlarda başladı. Günün çoğu kısmını babaannesinde geçirmek zorunda bir tek çocuk olarak ne oyun arkadaşlarım ne de kendimi ifade edebildiğim yaratıcı oyunlarım olabiliyordu. Bir eğlencem kendi kendime oyuncaklarla oynamak, diğeri de evde ne kadar kitap varsa okumaktı. Tabii bunların arasında yaşıma uygun, zihnimi besleyen kitaplar olduğu gibi maalesef hiçbir çocuğun okumaması gereken, “Cehennem ateşinde yanacaksınız” temalı çocuklara hitaben yazılmış din kitapları da vardı. Bense özellikle esrarlı adaların, bilmediğim yerlere yolculukların konu edildiği çocuk kitaplarına bayılıyor, kendimi kahramanlarla birlikte orada hayal ediyor, bazen biri bir hata yaparsa “O öyle yapılır mı!” diye resmen karakterlere kızıyordum. O anlamda o hikâyenin içinde canlı kanlı yaşıyor gibi hissediyordum. Adalarla, hayatta kalmak için yeni yollar bulan kahramanlarla o kadar özdeşleşmem de herhalde kendi dünyamla paralel bulduğum, hayatta kalmanın imkansız olduğu o tekinsiz yerde bile bir şekilde yaşamayı başaran karakterlerle ilgiliydi. Bir yandan da bana kendi gerçekliğimden bir kaçış sağlıyordu bu kitaplar. Hiç kreşe ya da anaokuluna gitmemiş bir çocuk olarak yaşıtlarımla sosyalleşemeden kendimi kitapların içinde bulmuştum, çünkü sıkıntıdan okuma yazmayı sökmüştüm. 5-6 yaşlarında öykü ve şiirler yazıp akşam anneme okutuyordum. Hatta ilk kitabımı da o senelerde yazdım aslında. Kapağını kartondan hazırlayıp zımbayla tutturmuş, birkaç sayfalık bir kitap yapmıştım. Sonra okul hayatım boyunca bir biçimde yazmaya devam ettim, yayımlanan ilk “ciddi” öyküm lisede okul yıllığında çıkan, bütün sınıfı bir Agatha Christie öyküsü gibi tek tek değişik şekillerde öldürdüğüm bir öyküydü.
Nasıl da okumak istedim bak şimdi o öyküyü ve karton kapaklı, zımbalı kitabı. Sen ne düşünürsün bilmiyorum ama bir gün ‘Burçin Tetik’in Tüm Eserleri’ diye bir kitap basılacak olursa umarım onları tarihin tozlu raflarında bulup daha geniş bir okuyucu kitlesiyle buluştururlar. Bu arada çocukken benim de bir dergim vardı, arkadaşlarımla birlikte hazırlamaya çalıştığım. Sonra benim demir yumrukla dergiyi yönetmem nedeniyle onlar dergiden ayrılmıştı, benim de daldan dala konmaya pek meraklı gönlüm başka bir proje buluvermişti. Yıllar sonra seninle ‘ciddi’ bir kitabı ‘ciddi’ bir platform için konuşacağımız o zamanlardan belliymiş sanırım. Aslında o zamanlar tanışsak iyi arkadaş olur muyduk diye merak ediyorum ama bu sorunun cevabını asla bulamayacağız sanırım, o nedenle spekülasyona gerek yok. Gelelim bugünlere. Kitaba geçmeden önce en sevdiğim sorulardan birini sormak istiyorum: Neden öykü? Okuyucuya söylemek istediklerini iletmesi için nasıl öykünün kapısını çaldın?
Ben kendimi azıcık tanıyorsam ilkokul ya da öncesinde lubunya olduğunu anladığım biriyle tanışınca muhtemelen aşık olurdum. İlkokulda 1,5 sene boyunca o yaşlardaki zorbaların “kız” sıfatıyla çağırdığı bir çocuğa aşıktım. Bizim bir arka sokağımızda oturuyordu, o yüzden gün boyu pencerede oturup bakkala gider de görürüm diye beklerdim. Hatta bir defasında evlerinin önünden tesadüfen(!) geçerken annesiyle birlikte apartmanın önünü süpürdüğünü görmüş, müstakbel kaynanamın gözüne girmek için yardım etmeye koşmuştum. Bu da böyle bir anımdır. Öykülere dönecek olursak, aslında tercih ettiğim türün öykü olmasının nedeni yalnızca edebi imkanlar değil. Hayat koşuşturmacası ve iş hayatı içinde kendimi bir romana adayacak gücüm yok. Yapanlara saygım büyük. Ben başını ve sonunu görebildiğim, birkaç haftada ilerletip meşgalelerim izin verdikçe bitirebildiğim bir anlatı üretmeyi daha yeğliyorum. Kontrol etmesi, üzerinden tekrar tekrar geçmesi daha kolay oluyor. Bir de art arda başka dünyalarla, başka kahramanlarla haşır neşir olabiliyorum bu şekilde. O da yazdığım şeyden sıkılmamamı sağlıyor. Ya da o öykü işlemiyor mu, vedalaşıp ayrılıyorum kendisinden. Hani bir tweet geziyor ya, iki saatlik bir film izlemeye hayır, ama 45 dakikalık üç bölüm dizi izlerim gibi bir şey diyor, galiba mental olarak oradayım bu aralar. Geçenlerde lise yıllarımdan beri yapmadığım bir iş yapıp bir şiir denemesinde bulundum. Elimi o konuda da yoklamayı seviyorum. İleride daha farklı türlere de sıçrarım tahminen.
Harika bir anıymış, gerçekten yüzümde kocaman bir gülümsemeyle okudum. Ayrıca olur da şiirlerini yayınlamak istersen Yeryüzü Ağacı’nın gölgesindeki yerin hazır, onu da belirteyim. Öyküler hakkında söylediklerin gerçekten çok ilginç, özellikle “art arda başka dünyalarla, başka protogonistlerle haşır neşir olabilmek” konusunda yazdıkların. Annemin Kaburgası’nı okurken merak ettiğim bir konuya gelmek istiyorum bu nedenle. Bu karakterler aynı evrende mi yaşıyorlar, yoksa farklı evrenlere mi sahipler, onu merak edip durdum. Yabanperi’deki babayla, Yarım Saat’teki Meltem’in farklı coğrafyalar, toplumsal sınıflar veya imkanlara rağmen toplumsal cinsiyet kimliklerine sığmayan bir bağları olduğunu hayal ettim. Öykünün imkan verdiği dünya ve kahraman farklılıklarına rağmen edebi evrenini nasıl tanımlarsın?
Bu evren meselesinde karakterlerin bir şekilde aynı mahallede hayal edildiğine dair yorumlar aldım aslında okurlardan. Halbuki bakınca bazıları göçmen, bazıları belli ki daha muhafazakar bir mahallede, bazıları dediğin gibi farklı sınıflardan, bazıları çocuk. Ama bir biçimde duygudaş bir evrende beraberler galiba. İster istemez pek çok karakteri kendi iç dünyamın yansıması olarak görmeden de edemiyorum. Tabii bunu terapistime bir sormak lazım 🙂 Sanırım benim kendi tecrübem de epey geniş bir skalaya oturuyor. 20 sene Allahın unuttuğu bir varoş mahallede yaşadım, ama ekseriyetle üst sınıf çocukların gittiği bir okulda okudum. Kendimi hetero zannettiğim, açılamadığım zamanlarda cis-hetero kadınların ilişkilerinde yaşadığı erkek şiddetini de yaşadım, açıldığımda queer çevrelerin çoğunlukla güçlendirici olsa da bazen konuşulmayan şiddetlere sahne olan varoluşunu da. Bunun bana farklı karakterlere bürünme imkanı verdiğini düşünüyorum. Evrenimi de galiba böyle kuruyorum. Yabanperi‘deki babanın evinde de, Yarım Saat‘teki Meltem’in evinde de yaşadım gibi hissediyorum. Birçoğumuz da üzerinde düşünecek fırsat bile bulamasak da benzer çelişkiler ve çeşitliliklerin içinden geliyoruz, ama tecrübelerimizi hep tektipleştirmemiz gerekiyormuş gibi hissediyoruz galiba. Goodreads’te bir okur kitabı beğendiğini ama birden çok konuyla uğraştığı için biraz “çorba” gibi bulduğunu yazmış. Galiba ben tam da o çorba olma halini anlatmaktan keyif alıyorum. Klasik LGBTİ+ karakterleri bir öyküde belirdiğinde “sadece” LGBTİ+ olmaları oluyor mesele. Halbuki bizim de farklı farklı arka planlarımız, yaşantılarımız, duygularımız var. Göçmen lubunyalar var, göçmen cis-hetero bir kadınla ortaklıkları olan. Üzerinde erkek olma baskısı hisseden trans kız çocukları da var, kızlık tanımına uymadığı için dışlanan cis kız çocukları da. Kadınlığı onun için tanımlanmış ve kalıplara girmesi beklenen belki daha üst sınıf Meltem ile annesiyle küçük bir mahallede yaşayan alt sınıftan Melek’in arasında da uzanan bir ip var. O anlamda öykülerin birbirlerine sicimlerle bağlandığını hayal ediyorum, her bir karakterin başka öykülerdeki farklı karakterlerle bir duygudaşlığı var bence. Kurmaya çabaladığım edebi evreni mümkün kılan da o sicimlerin oluşturduğu harita gibi geliyor bana.
Evrenini kendi deneyimlerinden yola çıkarak kurduğunu bilmiyordum, ancak öykülerde neredeyse hiçbir ayrıntının sırıtmamasını düşününce, her şey kafamda yerine oturdu. Farklı hayatlardan gelen yazarlara ihtiyacımız var derken boşuna demiyoruz, bence Annemin Kaburgası’nın içtenliği bunu da destekliyor. İstanbul’da otururken sosyal medyadan bol bol konuştuğumuz ve biz de aslında ilk olarak orada tanıştığımız için bir konuda fikrini merak ediyorum. İngilizce yazan yazarlar arasında sosyal medyanın bir yazar için önemi tartışılıyor uzun süredir. Kimisi bir yazarın sosyal medyadaki varlığının yazdıklarının önüne geçmesinden hoşnut değil, diğerleri sosyal medyadaki hızın edebiyata ‘zarar’ verdiğinden yakınıyor. Sen edebiyat dünyasının sosyal medyayla imtihanı hakkında ne düşünüyorsun?
Bu arada yanlış anlaşılmasın, kendi deneyimlerimden yola çıkmam demek kitabın otobiyografik öykülerden oluştuğu anlamına gelmiyor. Bana sık sık Frau Mahler’in Mektubu‘nun otobiyografik olup olmadığı soruluyor örneğin, ancak belki de en deneyimimi barındırmayan öykülerden biri o. Yine de içinde göçmenlik, çocukluk, geçmişle yüzleş(eme)me gibi unsurlar olduğu için kendi içime bakarak ve iç dünyamın dehlizlerinde ilerleyerek yazıldı. Yarın öbür gün bir seri katili yazsam da benzeri olacak aslında. Önemli olan o kompleks yapıyı, insan olmanın o çok kimlikliliğini edebiyata da aktarabilmek diye düşünüyorum.
Sosyal medya meselesi ilginç aslında. Ben Twitter’da yıllardır oldukça aktifim, bazen politik bir duruş sergilemek için, bazen de tamamen keyfi günlüğümmüş gibi kullanıyorum orayı. Kitap çıktıktan sonra ara ara “Şimdi bir yazara yakışmadı deyip takipten çıkacaklar” endişesi yaşadığım oluyor. Çünkü kitap nasıl benim bir yansımamsa sosyal medya da bir başka yansımam. Yazar personası da sosyal medya personaları da o kişinin aslıdır diyemeyiz bence. Nasıl işte başka, arkadaşlarımızla başka biri gibi oluyorsak, bunlar da farklı izdüşümlerimiz. Bana bir yazarın sosyal medyasının olmasındansa bir ofis işinin olması daha garip geliyor mesela. Belki ağlayarak okuduğumuz satırları yazan kişi sabah Zoom toplantısında raporlamaları beyaz arka plana mı yoksa gri arka plana mı yapsınlar diye iki saat tartışıyor. Tatsız. Yazarlar öyle ilahi varlıklar değiller, bir politikacı, gazeteci ya da aktör nasıl sosyal medyada varsa, yazarların da olması çok normal. Hele ki Türkiye gibi siyasetin herkesin yakasına yapıştığı, en beklenmedik ünlülerin bile neredeyse aktivist olduğu bir ülkede derdi yazmak olan kişilerin sosyal medyada olması daha da olağan. Tabii “Batı’da” önemsenmeye başlanan takipçi sayısı, görünürlük gibi unsurlar Türkiye’deki yazarları da hafiften etkiliyor olabilir. Bazı yayınevlerinde kitapların, yazarlarının takipçi sayısı nedeniyle basıldığı fısıltıları kulaklara geliyor. “Kötü” edebiyat her zaman vardı, sosyal medya fenomenlerinden önce de, sosyal medya hayatımızda yokken de. O yüzden aman edebiyatı kirletiyorlar gibi bir endişem yok. İnsanlara değen kitaplar zaten yolunu buluyor.
Kendimizi ifade ettiğimiz farklı mecralarda farklı benliklerimizi göstermemiz çok doğal. Ben benzer bir hissi podcast yaparken hissediyorum. Sezgin İnceel’le yaptığım Yine Yeni Yeniden 90’lar’da akademik sesimle biraz ‘usturuplu’ konuşuyorken, Bawer Murmur ve Umur Taş’la yaptığım Drag Race Halk Kütüphanesi’nde konuya daha madi, daha eğlence odaklı yaklaşabiliyorum. Kendimizi bir kere belirli bir şekilde ifade ettik diye her mecrada, her türde o şekilde var olacağız diye bir kural kesinlikle yok. Söyleşimizin sonuna gelirken bundan sonra bizleri ne bekliyor diye sormak istiyorum. Şu aralar hangi konuları yazarak düşünüyorsun?
Şu aralar bazı konuları yazarak düşündüğümü varsayman beni çok onore etti. Zira günlerimin en büyük sorusu “Akşama ne yiyeceğiz?” genelde. Şaka bir yana, kendime haksızlık etmeyeyim, bir derleme için öykü bitirdim yakınlarda ve dediğim gibi yine bir çağrı üzerine ilk şiir(ims)imi tamamlayıp yolladım. Ne tesadüf ki yaşanamayan kadın kadına aşklar hakkında yazmışım bu son ikisini. Düşünmemiştim, sorun üzerine şimdi dönüp bakınca fark ettim. Garip, yani yaşıyorsun ama yaşamıyorsun da. Kimsenin görmediği, duymadığı lezbiyen gerçekten var mıdır hikâyesi. Bir hayat yaşıyorsun ama yeri geliyor ailenle, arkadaşlarınla, sevdiklerinle paylaşamıyorsun. Ya da paylaşıyorsun ama hep üzeri örtülüyor, görünmez olman bekleniyor, yaşadıkların gerçek değilmiş gibi hissettiriliyor. “Kadınlarınki sayılmaz” ya hani, o mesele. Bir sis bulutunun içinde var oluyorsun sanki. Kafam galiba son aylarda bu tecrübelerle ve bu duygularla meşgul biraz.
Velvele okurları olarak derlemede yayımlanacak öykünü ve şiir(ims)i heyecanla bekliyoruz. Bize vakit ayırdığın için çok teşekkür ederiz Burçin. Bu söyleşinden o kadar keyif aldım ki seninle yeniden edebiyat konuşacağım başka bir fırsatı iple çekiyorum. Görüşmek üzere.
Ben teşekkür ederim bu güzel sohbet için. Hem seninle hem Velvele’ye hem mektuplaşma formatında yapmak benim için de çok keyifli kıldı. Görüşmek üzere, sevgiler!
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.
1 Comment