Bu söyleşiyi yapmanın heyecanını ve mutluluğunu size hangi kelimelerle anlatabileceğimi bilmiyorum. Mertcan Karakuş kalemine çok uzun zamandır hayran olduğum bir yazar. Son zamanlarda, özellikle Velvele’deki ortak işlerimiz nedeniyle daha çok yazışmaya, konuşmaya başladık. Bir sürü kesişim kümeleri ve , geçmişte aynı hatıralarda bulunup birbirimizi teğet geçtiğimizi keşfettik. Bunun üzerine Mertcan’ın yeni romanı Yüzen Küçük Şeyler: Hatıra Gezer’in Toplama Albümü yayımlandı. Roman güncel kuir edebiyatın mükemmel örneklerinden bir tanesi. Bir kere asla yetmiyor, tekrar tekrar okumak istiyorsunuz. Kitabı bitirip hikayenin aslında bir üçleme olduğunu öğrenince insanın içini tatlı bir sabırsızlık kemirmeye başlıyor. Durum böyle olunca dayanamadım ve Mertcan’ın kapısını çaldım. Yaptığımız muhabbetlerin sıcaklığında bir söyleşi yaptık. Kitabın sonu hakkında ser verip sır vermedik, o nedenle söyleşiyi gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz. Kitabı nasıl temin edeceğinizin bilgilerini ise söyleşinin sonunda, en altta bulabilirsiniz.
Başkası olsa ilk sorumda Velvele’ye hoş geldin derdim ama bizim platformun uzun zamandır düzenli yazarlarından ve çevirmenlerindensin. O yüzden kocaman bir evde birlikte yaşıyormuşuz da evin zevkle döşenmiş salonunda, Boğaz’a bakarak seninle laflıyormuşuz gibi bir his var içimde. Aslında seninle konuşmak istediğim çok şey var ama bu söyleşide konumuz öncelikle yeni çıkan ilk romanın “Yüzen Küçük Şeyler: Hatıra Gezer’in Toplama Albümü” olduğu için lafı hemen ona getirmek istiyorum. Bu harika romanın ilk aklına geldiği anı soracağım önce. Hatırlıyor musun, ne zaman aklına düştü bu Hatıra Gezer ve Orçin’in hikayesi?
Nakışlı yastıklarımıza yaslanmışız, kahveler yudumlanıyor… (hemen havaya girerim). Öyle bir ‘ilk an’ var mı, emin değilim. Varsa da hatırlayamıyorum ama Yüzen Küçük Şeyler‘i yazmaya başladığımda, kendi hafızamla küçük(!) yüzleşmeler yaşadığım bir dönemden geçiyordum (geçemedi). Uzuuun ayakta kalma çabaları sonunda, pek de iyi ayrılmadığım, yıllardır da görüşmediğim ailemin evine, hem de onlarla beraber yaşamak üzere geri dönmek durumunda kalmıştım. Her kapı arkasında bastırdığım başka bir anıyla karşılaşıyordum. Mecburi taşınmamın hemen öncesinde de hayallerimdeki hayat sandığım bir sistem, en korkunç kabuslarımı bile aşacak kadar hayal kırıklığına uğratmıştı beni. Öyle bir gecelik değil, üç-beş günü hatırlamadığım black-out’lar yaşıyordum. İçimdeki iflah olmaz pozitif bilimciyi dinleyerek, hafızanın nasıl işlediğiyle ilgili kendimce araştırmalar yapmaya başlamıştım. İlk tohumlar böyle atıldı sanırım.
Yaratıcılık en sıkışık anlarda parıldayıp bizi bunaldığımız karmaşalardan kurtarabiliyor. Ben en sevdiğim yazılarımı işe boğulmuşken yazıyorum mesela. Cevabından hafızanın nasıl çalıştığını öğrenmenin bir noktada kişisel varoluş ve hayatta kalış hikayenle iç içe geçtiğini anlıyorum. Benim hafızayla daha farklı bir ilişkim var, o zamanlar hiçbir şeyi unutmadığım için ablam bana “fil” derdi mesela. Ancak artık hafızamın o kadar keskin olmadığını, özellikle travmatik dönemlere ait neredeyse hiçbir şey hatırlamadığımı fark ediyorum. Doktora döneminin yarısı yok bende mesela. Ama bazen de etrafımda herkesin her şeyi unuttuğunu ancak bir benim hatırladığımı sanıp oldukça sinirlenebiliyorum. Yüzen Küçük Şeyler hatıraların çoğunlukla kişisel problemleri çözmek için tetkikten geçirilmesini anlatıyor. Kitabın sıkı bir pozitif bilim taraması sonrasında yazıldığını görüyoruz. Hafıza konusunda seni en çok ne şaşırttı bu araştırma sırasında ve bunu romana nasıl dahil ettin?
İnsanla ilgili herhangi bir şeye şaşırmamaya çalıştığım bir dönemdeyim 🙂 Ama hafızanın, birçok küçük mekanizmanın etkileşimli çalışmasına bağlı bir sistem olması beni çok etkilemişti mesela. Genelde yaşadıklarımızı taraf tutmadan kaydeden bir kamera gibi görüyoruz onu ve her şeyi kaydettiğini zannediyoruz ama o mekanizmalardan biri bile işlemiyorsa ya da yanlış işliyorsa anının doğru kaydedilmesi imkansız. Bir yandan da her hatırlayışta tekrar tekrar yazıyoruz anılarımızı. Bu sürecin her bir ucundan da başka bir mekanizma tutuyor. Dolayısıyla bizi biz yapan geçmişlerimizin de güvenilmez tarafları oluyor mutlaka. Zaten insan türü olarak en büyük hatamızın kendimizi fazla ciddiye almak olduğunu düşünüyorum. Hatıra karakterinin tekinsizliği buralardan geliyor. “Gezilen” bütün anılarda bu öznelliği, hatırlamanın kişiye ve koşullara bağlı oluşunu korumaya çalıştım. “Perde anı” kavramı da çok etkiledi beni. Var olmaya devam etmek için hafıza anıları yeniden yaratabiliyor, çarpıtabiliyor, değiştirebiliyor. Bencil bir sistem. Kendini korumak için şekilden şekle giriyor. Bu da romandaki kostümlerle gösterdi kendini. Yazıyla alakalı insanların hafızayla ilişkileri sıra dışı oluyor sanırım. Çünkü yazmak da hatırlamak gibi bir kurma işi. Ben de belli bir yaşa kadar hiçbir şeyi unutmadığımı sanıyordum ama öyle değilmiş meğer. 🙂

Beşer mütemadiyen şaşıyor ama beşere dair hiçbir şey şaşırtamıyor artık galiba. Sen kostümlerden bahsetmişken romanın atmosferine dair soruma geçebilirim sanırım. Romanın karakterleri elle tutulamayan bir olgu olan hatıralarla haşır neşirler. Ancak okuyucular olarak betimelemelerin sayesinde neredeyse var oldukları her anda fiziksel dünyalarının özellikle görsel ve işitsel katmanlarına gayet hakim olabiliyoruz. Ben o dünyayı o kadar sevdim ve merak ettim ki, bahsettiğin kostümleri, takıları, arabaları ya da çalan şarkıları bazen tanıyamadığımda hiç yadırgamadım, aksine o dünyanın içine girip romanın estetiğini karış karış öğrenmek istedim. Bu canlılık nereden geliyor? Romanın kurmaca dünyasının fizikselliğini yaratırken hangi yaşanmışlıklardan, nasıl beslendin?
Yalnızca yaşanmışlıklardan değil, fantezilerden, başka hikayelerden, filmlerden, romanlardan, dizilerden, illüstrasyonlardan… Birçok farklı kaynaktan beslendi roman. Yazarken bir fotograf, bir renk görüp ya da bir şarkı dinleyip romana kattığım oldu mesela. Bu tür tesadüfi katkıların anlatıyı sert kalıplardan çıkardığını, ferahlattığını düşünüyorum. Diğer yandan hayatımın, şimdi biraz özlemle, biraz da rahatlamayla andığım bir döneminde geçiyor, o dönemde yaşadıklarımı anlatıyor roman. Anın etkisiyle hesaplaşamadıklarım, romanı yazarken de hesaplaşmanın anlamsızlığını fark ettiklerim var. Ayrıca romanın, animelerden Türk Sanat Müziğine uzanan bir referans listesi var. Romanın arkasına koysam dengesiz Spotify listelerime rakip olurdu 🙂
Dengesiz Spotify listeleri candır. Romanda geçen şarkıları dinlerken benim Spotify algoritması “hah yine başladı bizimki” dedi muhtemelen. Romanın her yanına yayılan bu çeşitliliğe de hayran kaldım aslında. Erken 2000’lerdeki, o referansların birbirine girdiği, çeşitliliğin coşkuyu getirdiği dönemi özledim. Bir yandan da şu ara iyice parça pinçik olmuş kültürel manzaradan hiç memnun olmayan biri olarak o günlere duyduğum özlemi roman sayesinde bir nebze giderdim. Bu noktada romanın dilini konuşmak istiyorum. Bergüzar’ın dost ve düşmanlarıyla konuşurken bolca Lubunca kelime kullandığını içim ısınarak okudum. Lubuncayla edebiyatın ve lubun olmayanların ilişkisi hakkında neler söylemek istersin? Aklımda magazin programlarında kür’ün kullanımı gibi kötü, Sezen Aksu’nun Avcı şiirinin Seyhan Arman tarafından Lubuncaya çevrilmesi gibi gullüm örnekler var, ama bu dille çok geç ve daha çok internet ortamında tanışmış bir gey olarak düşüncelerimi toparlayamıyorum. Fakat senin Lubuncayı romanın parçası yapma sürecini de merak ediyorum.
O dönemleri beraber yaşadığım, şimdi artık hayatını yurt dışında sürdüren bir arkadaşım romandaki şarkıları listelemiş. Çok hoşuma gitti. Spotify algoritması bana şaşırmayı bıraktı artık. İlk zamanlarda Rusça rap şarkıları öneriyordu ama zamanla alıştık birbirimize 🙂
Lubuncanın na-lubun kullanımlarını çok da olumsuz görmüyorum açıkçası. Bu, arada bir bağ kurulduğu anlamına geliyor olabilir. Lubuncayı yaratan trans seks işçileriyle birçok Lubunca kelimenin kaynağı dilleri konuşan etnik azınlıklar arasındaki bağa benzer bir bağ. Hele de Lubuncayı otoriteden gizlenmek için ortaya çıkmış bir dil olarak düşünürsek, şu an geldiği yer tam ters köşe. Gizlenmekten çok kendini ya da lubun camiayla yakınlığını ifade etmek için kullanılıyor. Ters köşeler güzeldir 🙂 Ama her bağ gibi bu ilişki de iki tarafın insiyatifine, eşit derecelerde olmasa da, açık duruma geliyor. Dolayısıyla Lubunca kelimeler bağlam dışı ya da politik olarak yanlış şekillerde kullanılacaktır mutlaka. Zaten herhangi bir dil üzerinde böyle bir kontrol mekanizması kurulamaz. Dilin zaman gibi birçok sazla bağlantılı, orkestra şeflerini pek de sallamayan bir senfonisi vardır. Öbür türlüsü bizi ”resmi dil” yanılsamasına ve bu dil üzerinde kontrol hakları olduğunu sanan bazı kurumlara götürür.
Ben Lubuncayı Ankaralı ablalarımdan öğrendim ama öğrendiğim zamanlarda, özellikle de girip çıktığım birtakım alo beyazı politik ortamlarda Lubunca konuşmak aşağılanırdı. Zaman, sen nelere kadirsin 🙂 Drag kültürünün önce ABD’de başlayan, ardından bütün dünyaya yayılan önlenemez yükselişi sayesinde yeni jenerasyon da Lubuncayı öğrendi ve sahiplendi. Hatıra Gezer de, birçok şeyin yanı sıra, bir drag kraliçesi. Hem de mesleğin bu kadar popüler olmadığı zamanlarda, tuvalet köşelerinde, dar koridorlarda, mum ışığında makyajını yapıp; bira fıçısı dolu depolarda kostüm değiştiren, üç kuruşa dirsek çürüten jenerasyondan. Bu yüzden Hatıra’nın Lubunca konuşmaması imkansızdı.
Birisiyle konuşmak, içinden çıkamadığın bir konu olduğunda onun düşüncelerini sormak çok önemli. Lubuncanın kullanımı ve kontrolü konusunda düşünceden düşünceye atlayan kafama ne iyi geldi söylediklerin. Gelelim Hatıra Gezer’in ve Orçin’in bundan sonraki maceralarına. Tüm hikayeyi bir üçleme olarak düşündüğünü biliyorum. Hikayenin karmaşıklaşarak devam edeceği romanın sonuna doğru iyice belli ediyor kendini. Kitabı okumayanları daha çok meraklandırmak için ne olduğunu elbette söylemeyeceğim. Ancak merak ediyorum, canım Orçin’im iyi mi? Roman karakterlerini arkadaşım sanmamı bir kenara bırakacak olursak, üçlemenin ikinci ve üçüncü ayakları için bize neler söyleyebilirsin?
Orçin iyi 🙂 Kendini arama,-bulamama, bulma,-kaybetme, yeniden bulma- değiştirme yolculuğuna ikinci romanda devam ediyor. Ancak Orçin olarak mı devam ediyor, onu henüz bilmiyorum. Öncelikle belirteyim ki ikinci ve üçüncü romanla ilgili söyleyeceklerimin hiçbiri ”kesin bilgi” değil. Hala demlenme aşamasında fikirler. Yine de şunu söyleyebilirim: ikinci romanın baş karakterleri Orçin (ya da ilk romanda Orçin adıyla geçen ”Bambaşka Biri”) ve Bergüzar olmayacaklar. Tabii ki önemli rollerde boy gösteriyorlar ama ikinci roman ”geçmiş odasının” altına, kazan dairesine odaklanacak. En azından şimdilik öyle planlıyorum. Kazan daireleri genelde daha düzensiz olurlar. Bir zamanlar belki de severek kullandığımız ama artık işimize yaramayan birçok eşyayı depoladığımız yerler. O dağınıklığın arasında bir patika var şimdilik gözümün önünde. Umarım çıkış yolunu da bulabilirim 🙂
Bizimle paylaştığın her fikir kulağa inanılmaz heyecan verici geliyor. Sabırsızlıkla bekliyoruz ama senin içine ne zaman sinerse o zaman okuyalım. Hayranlığıyla sevdiği yazarları boğanlardan olmak istemem. Benimle bu koltuklarda oturup söyleştiğin için çok teşekkür ederim. Hayal dünyamda ben şimdi bir disko şekerlemesi yapmaya gidiyorum, zira bu akşam yine Kulüp Kurdele’deyiz. Velvele okuyucularına söylemek istediğin son bir şey var mı?
Kulübe çıkacaksak ben anca hazırlanırım. Yatmadan şarabı buzluğa at. Çıkmadan iki kadeh içeriz 🙂
Hepimizin (ama hepimizin) Onur Ayı’nı kutluyorum. Sevgiler. Teşekkürler.
Yüzen Küçük Şeyler: Hatıra Gezer’in Toplama Albümü’nü BKM Kitap sitesinden temin edebilirsiniz.
Fotoğraf: Duygu Güzelgün
Okuma tavsiyesi: Ulaş Sona’nın kaleminden Yüzen Küçük Şeyler
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.
2 Comments