Bu yazı 20 Haziran 2019 tarihinde africasacountry.com sitesinde “African homophobia and the colonial roots of African conservatism” başlığıyla yayımlandı; yazarının izniyle Berkay Bayram tarafından Velvele için Türkçeleştirildi.
Afrika’da hangi homofobik köşeyi dönerseniz dönün, homofobinin Afrikalı bir yanı olmasa da Afrika kültürünün gerçekle alakası olmayan çılgın bir kutlanışıyla karşılaşmanız garantidir.
Geçtiğimiz günlerde hemcins insanlar arasındaki cinsel ilişkileri suç olmaktan çıkarmaya yönelik verilen önerge, Kenya Yüksek Mahkemesi tarafından reddedildi. Dava sürecinde öne çıkan şey, her zaman olduğu gibi yine “Afrika kültürü”nün sıklıkla referans edilmesi oldu. Davanın ilgili taraflarından biri ve önergedeki tarafı, “Eşcinselliğin ortak reddinde Kenya kültürünün çeşitliliğini güvence altına almak” olan Murang’a İdari Bölgesi Senatörü Irungu Kangata’ydı. Kangata, mahkeme huzurunda “Kenyalı toplulukların veya Kenya kültürünün eşcinselliği benimsemediğini, tarihsel anlamda eşcinselliğin toplumdan aforoz edilerek veya öldürülerek cezalandırıldığını” ve eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılmasının “Kenyalıların kültürlerini koruma hakkının çiğnenmesi” olacağını savundu.
Afrika’da hangi homofobik köşeyi dönerseniz dönün, Afrikan kültürünün gerçekle alakası olmayan çılgın bir kutlanışıyla karşılaşmanız garantidir. 2015 yılında Nairobi’deki basın toplantısında Başkan Obama ile yan yana dururken Kenya Devlet Başkanı Uhuru Kenyatta; aynı yıl New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu karşısında konuşma yapan ve Afrikalıların “Afrikalı değerlere, normlara, geleneklere ve inançlara ters olan ‘yeni hakların’ reçetelenme girişimlerini reddettiğini” duyuran, görevden alınmış, eksantrik Zimbabveli lider Robert Mugabe’nin görüşlerini tekrarlayarak eşcinselliğin “bizim kültürümüz”ün kabul etmediği bir şey olduğunu ilan etmişti. Bu, beyazlara eskiden beri eşcinselliğe müsamaha göstermeyen otantik Afrika kültürünü ihlal etmemelerine dair verilen ve sıklıkla tekrarlanan bir uyarıdır.
“Uygarlaştırma görevi”ne dayalı emperyal propagandalarıyla Avrupa’nın Afrika’yı kolonize etmesinden bu yana Batı; geleneklere karşı bir düşman, modernleşmeye ayak direyen Afrika’yı kabile varoluşunun çenesinden kurtarıp çağdaşlaştıran bir kurtarıcı olarak görülmektedir. Bu anlatıya göre sömürge öncesi Afrikalılar; ortak dil, kültür, akrabalık, kalıtsal üyelik ve kabile içi güç hiyerarşileri aracılığıyla uygulanan ve kabile yasalarıyla şekillenen kolektif kabile birimlerinde yaşıyorlardı. Avrupa; sonradan gelip Afrika kültür hayatını bilfiil boşaltarak, kıtayı zorla çağdaşlaştırarak, sömürgecilikten kurtulmak adına Afrikalıları kendi “orijinal” kültürlerini geri almaya ve korumaya mecbur bırakarak bu asırlık düzeni bozmuştu. Bu, düzenli ve etkili bir anlatı olsa da baştan sona kurmacadır.
Avrupa’da halk nezdinde sömürgeciliğin la mission civilisatrice (uygarlaştırma görevi) tarafından yönlendirildiği iddialarına rağmen, en başından beri “modernize edilmiş” bir Afrika nüfusunun sömürge yönetimine ani bir tehdit oluşturacağı Avrupalı güçler tarafından anlaşılmıştı. Irk bilinci etrafında bir araya gelen ve demokratik Avrupa idealleriyle “çağdaşlaşan” ve “kabile sisteminden arındırılmış” Afrikalı bir çoğunluk, beyaz bir azınlığın egemenliğine meydan okurdu. Bu şüphe, “kabile sisteminden arındırılmış” Afrikalıların beyaz nüfusla medeni ve siyasi eşitlik talep etmeye başladığı Senegal’in dört komünü ve modern hukuka göre yönetilen Güney Afrika’daki Cape Colony gibi yerlerde erkenden doğrulandı. Bundan doğru Avrupa, dolaylı yönetim olarak da bilinen bir kabile stratejisine yöneldi. Bu strateji, kabileyi Afrika’daki sosyal, ekonomik ve siyasi yaşamın temeli haline getirip sağlamlaştırarak ırksal çoğunlukta bölünmelere sebep olmak ve örfi hukuku sömürgeci egemenliğin temeli haline getirerek Afrikalıları hala kabileleştirilmiş bırakmaktır.
Bu stratejiye dair yalnızca bir problem vardı: siyasal bir kategori olarak kabile, sömürgeci yönetimden önce Afrika’nın sosyopolitik yaşamının baskın bir özelliği değildi. Etnolinguistik gruplar, yani aynı anda aynı dili ve etnik kimliği paylaşan insanlar, illaki bir kabile oluşturmuyorlardı. Bir başka deyişle, bu kişiler kabile kimliğine dayalı hak ve sorumlulukları tanımlayan siyasal bir kategoriye otomatik olarak ait olmuyorlardı. Bu, ayrımına varılması gereken farka seçkin bilim insanı Mahmoud Mamdani de Define and Rule (Tanımla ve Yönet)’da şöyle değiniyor:
“Kabile denen şey [Afrika’da] sömürgecilikten önce var mıydı? Kabileden anladığımız eğer ortak dili paylaşan etnik bir grupsa, evet, vardı. Ancak kabileden anladığımız, yerliler ile yerli olmayanlar arasında ayrım yapan ve yerlilerin lehine yerli olmayanlara karşı sistematik olarak ayrımcılık (toprağa erişimde, yerel yönetime katılımda, yerleşim anlaşmazlıklarında uygulanan yasalarda kabile kimliğine dayalı ayrımcılık) yapan bir idari birimse eğer, kesinlikle sömürgecilikten önce yoktu.”
Eski Afrikalı kimlikler kabile denen şeyden ziyade yerel toplumlara, dini hareketlere, boylara, politik liderlere, esnaf loncalarına bağlıydı veya Tarihçi Terence Ranger’ın, Geleneğin İcadı (The Invention of Tradition)’nda da dediği gibi:
“On dokuzuncu yüzyıl sömürge öncesi Afrika’sına dair yakın zamanda yapılan hemen hemen tüm çalışmalar, tek bir “kabile” kimliğinden çok, çoğu Afrikalının birden fazla kimliğe girip çıktığını, kendilerini bir an şu şefe tabi, başka bir an şu tarikatın üyesi, başka bir an şu klanın bir parçası ve başka bir an da şu meslek loncasının yeni bir üyesi olarak tanımladıklarını vurgulamıştır… “kabile” yönetiminin sınırları ve bunlar içindeki otorite hiyerarşileri Afrikalıların kavramsal ufuklarını tanımlamamıştır.”
Avrupalı tahayyüle göre, 1800’lerdeki sömürge öncesi Afrika’nın bu düzensiz etnik tablosu, ortak bir örfi hukuk ve güç hiyerarşisiyle kendilerine tanımlanmış bölgelerde birlikte yaşayan, sınırlandırılmış ve saf kabilelerle karakterize edilmiş bir Afrika’nın sapkın bir sapmasıydı. Daha önemlisi, bu durum onların Afrika’da kabile yönetim stratejileri için büyük bir sıkıntıydı. Sömürgeci egemenliğin şafağının hemen ardından gerçekleşen ise esas kabilelerini, anavatanlarını, örfi hukuklarını net bir şekilde tanımlayarak gerçek Afrika’yı “onarma” çabasıydı; misyonerlerin, kaşiflerin, hükümet ajanlarının ve antropologların kullanıldığı ortak çalışmaya dayalı bir çaba.
Etnolinguistik gruplar kabile olarak belirlenmişti. İgboların bir İgbo kabilesine, Kikuyuların bir Kikuyu kabilesine, Çevaların bir Çeva kabilesine ait olduğu söylenmişti. Her bir kabile için birer anavatan belirlenmişti ve kabile kimliği yasal bir kategori haline gelmişti. Hareket özgürlüğü ve anavatanlar arası yerleşimler ciddi ölçüde regüle edilmekteydi. Sömürgeci güçler tarafından tam güç desteklenen yerli otoriteler, örfi hukuku zor kullanarak uygulatmak adına, kabile idari birimlerinin başına getirilmişti. İngilizler, bulabildikleri yerde, “yerli” amirleri sahiplenmiş, bulamadıkları yerlerdeyse icat etmişlerdi. Fransızlar ise tüm yerli otoriteleri yok edip yerlerine yeni bir idari kadro hazırlamıştı ancak bu iki yöntemin de işlevi aynıydı: örfi hukuku zor kullanarak uygulatmak.
Afrika’daki etnolinguistik grupları kabileleştirmenin ne kadar absürt olduğunu anlamak için beyaz olmayan sömürgeci bir gücün bugün İsviçre’ye ulaşıp beyaz çoğunluğu buyruğu altına almak amacıyla ülkede kabile yönetim biçimini kurmaya karar vermesini hayal ederek başlamak gerekiyor: İsviçre asıllı Fransızlar bir kabile, İsviçre asıllı Almanlar ayrı bir kabile, İsviçre asıllı İtalyanlar ayrı bir kabiledirler. Romanşlar ise belirsiz bırakılıp Alman ya da İtalyan olmaları yönünde yönlendirilirler. Ardından hükümet ajanları, misyonerler ve antropologlar kabilelerin “asıl” örfi hukuklarını keşfetmeye ve belgelemeye başlarlar. Ülkenin batı, orta ve güneydoğu bölgelerinde her bir kabile için birer anavatan belirlenir; her bölgeye birer yerli otorite, örfi hukuku zor kullanarak uygulatmak üzere yerleştirilir; bir kişinin hareket özgürlüğü ve yerleşimi kabilesine ait anavatanıyla sınırlandırılır.
Afrika’nın kabileleşmesi tekil etnolinguistik gruplarla bile sınırlı değildi. Ortak bir isimle bilinen coğrafi bir bölgede yaşayan birden çok etnolinguistik grup, bazen tek bir kabile olarak belirlenmişti. Sırf kâşif ve tüccarlar tarafından bölgeleri ortak bir isimle anıldığından, aralarında konuşulan 18 dil olmasına ve bazılarının birbirilerine tamamen yabancı olmasına rağmen, Viktorya Gölü’nün kuzeydoğusunda yaşayan topluluklar tek bir Luhya kabilesi olarak tanımlanmıştı. Çok-etnikli devletler bile, güney Afrika’daki Ndebele gibi, tek bir kabile olarak belirlenmişti. Bu yaratıcı tablo, bizi insanların hangi kabileye ait olduğunun bildirildiği gülünç öykülere yönlendirebilir—Zambiyalı bir amirin de anlattığı gibi: “Biz, 1937’de Bölge Komiseri Bwana bize Soli olduğumuzu söyleyene kadar öyle değildik.”
Afrika’nın kabileleştirilmesi, en azından gözle görülür etnolinguistik farklılıklara sırtını yaslayabilseydi, kabile örfi hukuk tanımı böyle bir lükse sahip olmazdı. Afrika kabile geçmişini karakterize ettiği varsayılan “orijinal” geleneklerin yeniden inşası, kaçınılmaz olarak tamamen yaratıcı bir uygulama olacaktı. Öyleyse, Terence Ranger’ın Afrika’nın kabileleştirilmesinin en hünerli olduğu zamanın, örfi hukukun tanımlanmasının gerektiğinde olduğunu keşfetmesi hiç şaşırtıcı değil:
“Sömürge Afrika’sında geleneğin en geniş kapsamlı buluşları, Avrupalıların kendilerini asırlık Afrika geleneklerine saygı duyduklarına inandıklarında gerçekleşti. Örfi hukuk, örfi toprak hakları ve örf, adete göre siyasi yapı vb. denilenlerin aslında hepsi kolonyal yasa yapma işlemi tarafından icat edildi.”
Afrika örfi hukuku, yalnızca antropolojik bir merak olarak tanımlanmıyor, kodlanmıyordu. Daha çok sömürge yönetiminin temeli haline gelecekti: Sömürgeci güçler tarafından Afrikalı kabilelerinin anavatanlarının örfi hukuka bağlı kalması zorunlu hale getirilecekti. Yasalaştırılmış örfi hukuk, böylelikle, sömürgeci tahakkümün hedeflerine kaçınılmaz olarak uyum sağlayacaktı. Sömürgecilik, mutlak otokratik yönetimin bir uygulamasıydı: Avrupa, Afrika’daki kontrolünü onaya dayalı olmasından ziyade güç kullanarak sürdürdü ve bundandır ki örfi hukuk, sömürge yönetiminin hedeflerine uyum sağlamasına yönelik düzenlendi ve beslendi. Bu durum, Afrika toplumsal yaşamının her düzeyinde sömürge projesi için tahakküm hiyerarşilerinin kullanılması ve uygulanması anlamına geliyordu.
Baştan aşağı, otoriter ve örfi bir hiyerarşi kuruldu: yerli amirlerden sorumlu sömürgeci memurlar, kabile birimindeki kişilerden sorumlu yerli amirler, gençlerden sorumlu yaşlılar, kadınlardan sorumlu erkekler… Bu örfi hiyerarşi, asıl Afrika yaşam tarzıymış gibi tasarlandı ve Afrika kültürünün sözde bir takviyesi olarak meşru kılındı. “Afrika gelenekleri” tanımlandı ve kanun haline getirildi—normalde geleneği tanımlayan dinamizmi ve sürekli değişimi kaybetmek, geleneğin “orijinal” bir eser olarak zaman içinde donması, tanımı gereği muhafazakâr olmak ile aynı şeydir.
Bu muhafazakâr, otoriter, geleneksel yapı; daha sonra “uygun” Afrikalılık için asırlık bir standart olarak dayatıldı—değişmeyen, orijinal, geleneksel koda tavizsiz bir bağlılık. Afrikalılar gelenekçi, örfe tabi yaratıklar olarak yaratıldılar. Avrupalılar, Afrikalılar için gerçek Afrikalılığı keşfetme lütfunda bulunduklarından, şimdi yeniden keşfedilen geleneksel yasalara tam olarak bağlı kalmayı zorunda tutarak Afrikalılara nasıl gerçek Afrikalı olunacağını öğreteceklerdi. Tıpkı bir Kuzey Rodezya bölge komiserinin Solilerden bazılarının Soli olduklarını bilmediğini keşfettiği gibi, Güney Rodezya’daki başka bir bölge komiseri, Mahmoud Mamdani’nin Citizens and Subjects’da anlattığı gibi, Ndebelelerin nasıl Ndebele olması gerektiğini bilmediğini öğrendiğinde dehşete düşmüştü:
“Ndebelelerin davranmaları gerektiği gibi davranmadığını fark ettiğinde [beyaz] yerli Malema bölge komiserinin yaşadığı korkuyu hayal edin: ‘Hürmet, kimselerin kimseye gösterdiği bir şey değildir,’ [komiser aktarıyor], “eski, hayati öneme sahip ve temel yasa ve göreneklerin ya unutulduğu ya da ortadan kaldırıldığı bir anarşi durumu hüküm sürüyordu,” ve en korkuncu da kadınların yerini bilmediği bir durumdu bu. ‘Bir kız kimi, ne zaman, ne sıklıkla seveceğini seçebiliyordu’! Komiserin bu duruma çaresi, 1891’deki Natal Native Code’un bir versiyonunu getirerek Ndebelelere nasıl Ndebele olmaları gerektiğini öğretmekti.”
Ndebeleler, nasıl Ndebele olacaklarını bilmiyorlardı: Avrupalılar tarafından nasıl Ndebele olacaklarını öğrenmeleri gerekiyordu. Kikuyuların, nasıl Kikuyu olacakları konusunda; Igboların, nasıl İgbo olacakları konusunda öğretilmeleri gerekiyordu. Afrikalıların, nasıl Afrikalı olacakları konusunda öğretilmeleri gerekiyordu. Yeniden keşfedilen geleneksel kodların dayatılması yoluyla Afrikalıların gerçek Afrikalılık için yontulması gerekiyordu. Avrupa sömürgeciliğinin Afrika’yı kabileleştirme arayışındaki nefes kesici küstahlığı da buydu.
“Uygun” bir Afrikalı kadının istediği zaman kimi seveceğini seçmesi tiksindiriciyse, uygun Afrikalı bir erkeğin hoşlandığı cinsiyetten biriyle yatması da aynı derecede tiksindiriciydi. Dünyanın herhangi bir yerindeki diğer halklar gibi, sömürge öncesi Afrika toplulukları da genellikle aile yaşamının temeli olarak heteroseksüel evliliğe büyük önem verirdi. Ancak Afrika sosyal yaşamlarında, heteroseksüel evlilik kurumunun dışında çıkışlar bulan çeşitli cinsel ifadeler de öne çıkardı. Bu, evli olmayan ergenler arasındaki seks oyunları, hatta aynı cinsiyetten insanlar arasındaki cinsel ilişkiler gibi faaliyetler şeklinde gerçekleşebilirdi. Heteroseksüel Afrika? başlıklı sömürge öncesi Afrika cinsellikleri hakkındaki kapsamlı çalışmasında, Marc Epprecht bu cinsel çeşitliliği oldukça iyi belgeliyor:
“…1558 tarihli bir Portekiz belgesi… Kongolar arasında “doğal olmayan lanetlenme”nin (erkek erkeğe seks için kullanılan bir güzel adlandırma) olduğunu gözlemledi. 1590’larda Imbangala’da (günümüz Angola’sında) yaşayan Andrew Battell de benzer şekilde bunu onaylamıyordu: ‘Yaşamları canavarca, çünkü karıları arasında tuttukları kadın giysileri içinde erkekler var.’ Jean Baptiste Laba da Angola’nın aynı bölgesindeki İtalyan bir kâşiften kopya çekerek, chibados veya quimbandas olarak bilinen, erkek cross-dressing kahinlerden oluşan kastı tarif etti. Afrika’nın başka yerlerinde, geleneksel tıp veya simya deyimlerinde, eşcinsel pratikleri dışarı vuran Afrikalı erkeklerden bahseden ipuçları görmek mümkün. Afrikalı kadınlar arasında ruh medyumluğu veya kehanet başlığı altında konuşulmayan erotik ilişkiler de vardı.”
Afrika, cinsel ifadedeki akışkanlıkları Avrupa’nın püriten tiksintisini çeken tek sömürge öncesi bölge değildi. Eşcinsellik, Avrupalı kaşifler tarafından Batı dışında yaygın bir “sorun” olarak kınanırdı—o kadar yaygındı ki, Alok Gupta’nın This Alien Legacy‘de de belgelediği gibi, ünlü kâşif Richard Burton onu ancak coğrafi koordinatları kullanarak yeterince yakalayabileceğini hissetmiş:
“’Yerli’ çevrenin ahlaki enfeksiyon korkuları, sömürge yasasına anti-sodomi hükümlerin eklenmesini acil hale getirdi. İngiliz emperyalist yazılarının bir alt geleneği, İngiltere’nin sömürgeleştirdiği ülkelerde eşcinselliğin yaygınlığı konusunda uyarıda bulundu. Örneğin, kâşif Richard Burton, ekvatorun 43° kuzeyinden 30° güneyine kadar gezegenin orta noktasının çevresinde uzanan bir “Sotadik Bölge” olduğunu öne sürdü; burada ‘ahlaksızlık popüler ve endemikti.’ Avrupalı yasa koyucular [bu misyona ya sahiptiler] mutlak bir şekilde kendilerinde ahlaki reform misyonunu hissetiler— ‘yerli’ geleneği düzeltmek ve Hristiyanlaştırmak.”
Kolonilerdeki yerli geleneklerin bu “ıslahı”, her ikisi de eşcinselliği yasaklayan ve erken sömürge döneminde Afrika kolonilerine nakledilen 1860 Hindistan Ceza Kanunu ve 1899 Queensland Ceza Kanunu aracılığıyla gerçekleştirildi. Afrika’daki örfi hukuk, Avrupa’nın muhafazakâr ve otoriter hedefleri tasvirinde Afrika geleneklerini şekillendiren genel eğilim doğrultusunda, Avrupa’nın püriten cinsel hassasiyetlerinin tasvirinde şekillendi. Bu örfi hukuk, eski kültürel bir meşruiyet kazandı ve sömürgeci güç tarafından desteklenen geleneksel otoriteler tarafından yasal olarak uygulandı. Afrika’daki revize edilmiş geleneksel hiyerarşilerden—esas olarak sınıf, yaşlılar, erkekler, Ruanda ve Burundi örneğinde bütün bir “etnik köken”—yararlananlar, yeni düzene kendi kendini yeniden üretmenin içsel bir yolunu vererek yeni imtiyazları için orijinal örfi meşruiyet iddiasında bulunarak pekiştirilmiş güçlerini korumaya çok hevesliydiler.
Afrika’da homofobinin sağlamlaştırılması, aşırı muhafazakâr cinsel tutumlar ve gerçek Afrika sosyal kültürü olduğu iddia edilen şeyden sızan otoriter çizginin kök salması—bunların tümü, Afrika’yı kabileleştiren ve sömürgeciliğin hedeflerine uymak için beslenen muhafazakar örfi hukuku uygulayan kapsamlı bir sürecin sonucudur. Bu, eşcinselliğe ya da başka bir faaliyete yönelik basit bir yasaktan daha fazlasıydı: Afrikalıların her zaman sabit, değişmez, muhafazakâr geleneklere bağlı olan geleneksel kabile yaratıkları olarak tamamen yeniden yaratılmasını içeriyordu.
Sömürgecilik bir kabile sistemininden arındırma uygulaması değil, yeniden tahayyül edilmiş bir geleneksel geçmişin imgesinde bir kabileleştirme uygulamasıydı. “Afrika kültürü” kolonyal motiflerle tamamen kirlenmiş sömürgeci bir adlandırmadır ve bu nedenle tüm kavramın kolonyalliğinden dolayı teşhir edilmesi gerekmektedir. Afrika ilericiliğinin önündeki zorluk budur. Afrika topluluklarını yüzyıllardır tanımlayan “orijinal” bir örfi düzenlemeler dizisi bulunmamaktadır: Afrika, geleneksel durağanlık tarafından tanımlanan zamansız bir alan değildi ve Afrika topluluklarındaki gelenek ve sosyal yaşam, dünyanın diğer herhangi bir yerinde olduğu gibi akışkan ve yavaş yavaş değişiyordu.
Kenyalı bir senatörün, eşcinselliğe karşı geleneksel muhalefet adına konuşmak üzere mahkemede bulunması, onun yerel mahkemelerde “orijinal” örfi hukuk uygulamaya yönelik sömürgeci pratiği sürdürdüğü anlamına gelmektedir. O, Afrika’daki sömürge mahkemelerini karakterize eden örfi ajanların birebir kopyasıdır: sömürge sonrası bir dünyada bir sömürge ajanı. Uhuru Kenyatta ve Robert Mugabe, beyazlara Afrika’da eşcinsel hakları vaaz etmemeleri için yaptıkları uyarılarda gerçekten “Afrika kültürümüze aykırı” demiyorlardı. Aslında dedikleri şey şuydu: “Bu, sizin bize verdiğiniz Afrika kültürüne aykırı—ve biz, bize öğrettiğiniz gerçek Afrikalılar olarak kalmaya niyetliyiz.”
Yazar hakkında:
Yazar Kamau Muiga, Kenya, Nairobi’deki Jomo Kenyatta Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim görevlisidir.
Görsel: Michael Armitage, Kampala Suburb, 2014