Bu yazının İngilizce orijinali 29 Nisan 2021 tarihinde The “Deviant” African Genders That Colonialism Condemned başlığıyla daily.jstor.org sitesinde yayımlandı; yazarının izniyle Türkçeleştirildi.
Avrupalı gezginler ve antropologlar, cinsiyetlendirilmiş dünya görüşlerinin karşılaştıkları toplumlarla kolayca uyuşmadığını fark ettiler.
Feminist akademisyen Niara Sudarkasa, “sömürge öncesi dönemde”, Batı Afrika’daki kadınların “yüksek yerlerde göze çarptığını” yazmıştır. Orduları yönettiler, siyasette genellikle önemli danışmanlık rollerini üstlendiler ve Lovedu halkında (günümüzdeki Güney Afrika) örneğindeki gibi, yüce Yağmur Kraliçeleri dahi olmuşlardı. Birçok sömürge öncesi Afrika toplumunda kadın olmanın sabit bir anlamı yoktu. Uganda Makerere Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanı “Sylvia Tamale, “Kuzey Uganda’nın Langilerinden mudoko dako yani efemine erkekler, kadın muamelesi görüyordu ve erkeklerle evlenebiliyordu” diye yazıyor. Angola’da Chibados veya Quimbanda da vardı ve bazı akademisyenlere göre bunlar, anal seks yoluyla kadın ruhları taşıdıklarına inanılan erkek tanrılardı.
Sömürge öncesi Afrika toplumlarındaki kadın-kadına evlilikler, asırlar boyunca erkek cinsiyet ile erkeğin ve dişi ile kadının arasındaki güçlü örtüşmenin Afrika”da yaygın olmadığını Avrupalılara gösteriyor gibiydi. Aynı cinsiyetle yapılan evliliğin, kırktan fazla sömürge öncesi Afrika toplumunda bulunduğu belgelenmişti: Bir kadın, gereken başlık parasını temin edebilirse veya akrabalık bağlarını sürdürmesi ve güçlendirmesi bekleniyorsa, bir veya birden fazla kadınla evlenebilirdi. Bir kadının koca olabileceği fikri Avrupalıların kafasını karıştırıyordu ve çoğu zaman saçma sonuçlara varıyorlardı.
1938’de yazan antropolog Melville Jean Herskovits, antropolog Eileen Jensen Krige’nin deyimiyle “kuruma yabancı” olan kadın-kadına evlilikler hakkında varsayımlarda bulunmuştu. “Mirasa konan eşcinsel kadınların, zaman zaman evlendikleri kadınlarla yaşadıkları bu ilişkiyi kendilerini tatmin etmek için kullandıklarından şüphe edilmemesi” konusunda ısrar ediyordu. Her ne kadar salt varsayımlarda bulunuyor olsa da (belgelenmiş kadın-kadına evliliklerin hiçbiri lezbiyen evlilikler olarak bilinmiyordu) ve heteroseksüellik sömürge öncesi Afrika’da kesinlikle baskın cinsellik biçimi olsa da, Tamale “hemcins çiftleşmenin de gerçekleştirildiğine şüphe yok” diyor.
Tarihçilerin tarihsel kayıtlarda fark ettikleri bir endişe, Avrupalı gezginlerin ve daha sonrasında antropologların cinsiyetlendirilmiş dünya görüşlerinin, karşılaştıkları toplumlarla kolayca uyuşmamasından ne kadar rahatsız olduklarıdır. 1681’de Portekizli bir asker, “Angola paganları arasında çok fazla Sodomi yapılıyor”, “biri diğeriyle pisliğini ve iğrençliğini paylaşıyor, kadın gibi giyiniyor. Ve onları toprağın adıyla, quimbandas diye çağırıyorlar” diye yazmıştır.
Başka bir hikayede ise Brezilya’daki engizisyon, (Hıristiyanların gözünde) sapkın olduğu için cezalandırılması gereken Orta Afrikalı bir jinbandaa, “pasif kadın olarak hizmet eden zenci oğlancılardan” biri olan Francisco Manicongo hakkındaki şikayetler ile ilgili işlem yapmıştı. “Sodomi” olarak adlandırdıkları şeye karşı çıkan Avrupalılar, erkek olarak algıladıkları bazı insanların kendi toplumları tarafından kadın olarak görülmeye cüret edebilmeleri fikrine karşı hissettikleri sıkıntıyı dile getirdiler.
Bu suç teşkil eden cinsiyet performansları, köle ticaretinin ve sömürgeciliğin ima ettiği şeyle, yani insanların Atlantik’in diğer yanına çoğunlukla zorla ancak bazen de gönüllü gerçekleşen hareketlilik yoluyla engizisyonun hedefi haline geldi. Kilise, erkek ve kadın ile ilgili kendi fikirlerine uymayan bireylerin Hıristiyan sömürge toplumu üzerinde kötü bir etkisi olabileceği mesajını yaydı.
Hedef alınanlardan biri de Vitoria’ydı. Hikayesi, Brezilyalı queer tarihçi Luiz Mott’un çığır açan çalışmalarıyla popülerleşti. Aslen Benin, Batı Afrika’dan gelen Antonio isimli bir köle olan Vitoria’yı, 1556’da tutuklayan Lizbon’daki Portekiz Engizisyonunun resmi kayıtlarından dolayı biliyoruz. Kadın gibi giyiniyordu ve erkeklere “günah işlemeye teşvik eden bir kadın gibi” alıktığı Lizbon nehri kıyısında çalışıyordu.
Wisconsin Madison Üniversitesi’nden tarihçi James H. Sweet’in aktarımına göre, “Engizisyoncular tarafından sorgulanırken”, Vitoria “bir kadın olduğu ve bunu kanıtlayacak anatomiye sahip olduğu hakkında ısrar etmişti.” Engizisyon ikna olmaz ve nihayetinde ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Portekizliler sadece sapkınlık ve Sodomiyi görebilseler de, “feminen tavırları ve eşcinsel davranışları, daha geniş manevi rollerinin yani Portekizliler tarafından hiç tanınmamış olan rollerin ifadeleriydi.”
Bu var oluşları “trans” olarak adlandırmak anakronistik olacaktır. Bu, onları yirmi birinci yüzyılda kullandığımız toplumsal cinsiyet kategorilerine uyarlamak olacaktır. Ancak, onları bastırmak için sıklıkla kullanılan sapkınlık ve Sodomi ile ilgili teolojik gerginlik ise günümüzde de tanıdıktır. Tamale’nin dediği gibi, “ironik olan gerçek şu ki, Afrika’ya yabancı olan eşcinsellik değil, Sodom ve Gomorra’nın uzak topraklarına ek olarak kıtadaki eşcinsel ilişkileri kınamak için sıklıkla alıntılanan öteki cinselliklerin diğer birçok dini tasviridir.”
Aynı şey, belirli aralıklarla Afrika’daki trans erkek ve kadınları kınamak üzere yapılan kampanyalar için de söylenebilir. Tamale’nin görüşüne göre, bunlar sosyoekonomik ve politik işlevsizlikten uzaklaşmak için aldatmaca işlevi gören “devlet tarafından organize edilen ‘ahlaki panikler’dir”. Vitoria’nın ve cinsiyet kodlarına uymadığından engizisyon kurbanı olan diğer pek çok kişiye dair hatıranın bize gösterdiği şey, Afrika’ya sömürgecilikle ithal edilen şey eşcinsellik ve trans kimlikler değil, aksine homofobi ve transfobidir.
Ana görsel: Günümüzdeki Güney Gana bölgesinden bir Akan hükümdarının terracotta anıt portresi (nsodie) METaracılığıyla