Mertcan Karakuş a.k.a. Zakkum Kök
60’ların ikinci yarısı, Manhattan’da bir gece kulübü/restorandayız. Sahnede Velvet Underground çalıyor. O kadar kalabalık ki, iğne atsan; bir gömleğin üst cebindeki kokain zulasına düşme ihtimali, yere düşme ihtimalinden daha fazla. Kafalar güzel, müzik şahane, eğlence tam gaz… Dans edenlerin arasından sıyrılıp arkaya, restoran bölümüne doğru yürüyoruz. Girişten bakıyoruz, içeride tanıdık yüzler: müzisyenler, şairler, yazarlar, oyuncular, yönetmenler… Ucundan, kıyısından sanata bulaşmış bir sürü yaratıcı insan yan yana. Ortalarda bir masada, beyaz saçlı bir adam, heykelden hallice bir ifadeyle etrafı seyrediyor. Yanında da on sene öncesinin Hollywood filmlerinden alınmış, bu debdebenin ortasına atılmış gibi görünen dünyalar güzeli bir kadın ürkek bakışlarla içkisini yudumluyor. İçeri girmeye davranıyoruz, korumalar durduruyor. Zira o beyaz saçlı adamın onayı olmadan restorana girmek yasak. Dingo’nun ahırı değil, Max’s Kansas City’nin meşhur arka odası burası. Donuk suratlı adam, kerameti kendinden menkul sanatçı Andy Warhol. Yanındaki kadın da o dönemki takıntısı, oyuncu Candy Darling. Çok değil, bir beş-altı yıl sonra, Tennessee Williams’ın kendisine özel oyun yazdığı, adı Lou Reed şarkılarında geçen bu kadın “translarla çalışmaktan sıkıldığı” gerekçesiyle Andy tarafından ortada bırakılacak. Film başına aldığı 25 (yazıyla yirmi beş) dolardan da mahrum kalacak böylece. Çünkü kendisini koruyan bir yasa, haksızlığa uğradığında başvurabileceği bir yer yok. Meslektaşlarıyla eşit görülmüyor. İstediği yere gelebilmek, bir yıldız olabilmek için buna; yeteneğini, emeğini sömürüp bu sömürüyü bir lütufmuş gibi sunanlara katlanmak zorunda.
Oradan de 2000’lerin ikinci yarısına ışınlanıyoruz. İstanbul’dayız. Hafta sonları sık sık gittiğimiz, Nevizade’deki bir kulübün önünde sıra bekliyoruz. Üç lubunya bir yandan gullüm yapıyor, bir yandan da geleni geçeni kesiyoruz. Sıra bize geliyor. Mekanın işletmecilerinden biri de kapıda. Kafa selamı verip tam içeri girecekken ‘‘Damsız almıyoruz,’’ diyor bize. Apışıp kalıyoruz. Defalarca geldiğimiz, barcısıyla, garsonuyla selamlaştığımız bir yer halbuki. Kapıdaki de tanıyor bizi, damlık bir halimiz olmadığını biliyor. Homofobiye yormuyoruz ilk başta, çünkü barın büyük ortağı da lezbiyen. ‘Bizden’ biri yani. Ama sonra bu döngü sık sık tekrarlanıyor mekanda: müşteri sayısı düştüğü zaman eşcinsellere açılıyor kapı; peşlerinden gelen hetero müşteriler çoğalınca da biz alınmıyoruz. İçeride öpüşen lubunya çiftler dışarı atılıyorlar. ‘‘Temizleniyor’’ kulüp. Yine de ara ara mecburen gidiyoruz bu mekana, döngünün hangi bölümünde olduğumuzu kontrol ediyoruz. Çünkü birayı beş katına satan, fobik gey barlara gitmek istemiyorsak başka bir alternatifimiz yok. Diğer kulüplere zaten alınmıyoruz. Gördüğümüz muameleye katlanmak zorundayız.
Fran Lebowitz de ‘bizden’. Geçen haftalarda Pretend It’s a City adlı söyleşi serisi üzerine yazmıştım. Sarkazmın iflah olmaz bir müridi olduğum için çok sevmiştim kendisini. Sonra editörler kraliçesi Bawer’den bir uyarı geldi (ona da değerli Velvele okuyucusu, Üzerine Bir Şeyler ekibinden Nesli Uras’tan gelmiş): Meğerse kendileri, Candy Darling’in hayatını anlatan Beautiful Darling adlı belgeselde transfobisini konuşturmuş. Belgeseli izleyince başımdan aşağı kaynar sular döküldü ama yanmadım; zira daha önceleri güvendiğim dağlara yağan karlar soğutuyor o suyu. Ayrıcalığın nelere kadir olduğunu biliyorum. 2009’da çekilen Beautiful Darling’den sonra, ‘‘Biri ben doğuştan kadınım diyorsa, ben kimim ki ona inanmayayım,’’ gibi ‘yetmez ama ok.’ açıklamalar da yapmış; ama toplumun görece daha üst sınıflarına ait olan Fran’in, Candy’nin cinsiyet kimliği hakkında ahkam kesmesi, cis TERF’lerin** ahkamlarından farklı değil. Hatta Candy’le arkadaşlık etmiş biri olduğu için çok daha iç acıtıcı. Bizi ‘‘damsız’’ almayan işletmeci arkadaşımızın yaptığı da öyle.
2020’lerdeyiz. Aradan geçen zamanda çok şey değişti. LGBTİQA+ hareketi sayesinde görünürlük arttı. Sanatçılar cinsel yönelimlerini, kimliklerini daha özgürce ifade edebiliyorlar artık. Birleşiyorlar, örgütleniyorlar. Haklarını arayabiliyorlar. En azından Dünya’nın üçüncü seviyesinde olmayan ülkelerde bu böyle. Bizdeyse emeğin değeri yok, sanatçı emeğinin değeriyse ondan da beter. Bir de üstüne açık bir LGBTİQA+ sanatçıysanız… Drag kraliçeleri, en ‘‘klas’’ yerlerde bile üç kuruşa, iş güvenlikleri olmadan çalışıyorlar; çalışabildikleri zamanlarda tabii. Pandemi sebebiyle barlarımızın, kulüplerimizin, güvenli eğlence alanlarımızın kapatılmasını protesto ediyoruz; ama bu mekanlardaki çalışma koşullarının da pek iyi olduğu söylenemez. Suçu, hükümetin yaptığı gibi ‘‘birkaç açgözlü esnafa’’ atmak işin kolayına kaçmak gibi geliyor bana; zira problem yönetimiyle, denetimiyle çok, çok daha büyük.
Tünelin sonunda hiç mi ışık yok? Var sanki: Queerwaves, Kanka Productions, ALT-CUT, [öte] label+ gibi (gibi dediğime bakmayın, başka da yok sanırım) yeni oluşumlar; bu karanlık tabloyu, biraz da olsa aydınlatıyorlar. Umarım kısa zamanda genişler, kurumsallaşırlar. Kurumsallaşmanın çok meraklısı değilim ama imansız kapitalizmin içinde başka türlü iş yapmak, hak ihlallerine daha açık olmak anlamına geliyor. LGBTİQA+ sanatçılar için, LGBTİQA+’lerin kurduğu, etik sorumluluk sahibi prodüksiyon şirketlerine, cast ajanslarına, menajerlik şirketlerine, galerilere ihtiyaç var. Bir de sendika eklesem çok mu ileri gitmiş olurum? Bence olmam. Herkesin, emeğinin karşılığını aldığı bir düzen kurulsa, hayat bayram olsa, fena mı olur?
Nesli Uras’ın konuyla ilgili yazısını okumak için tıklayınız.
*Lou Reed, Walk on the Wild Side şarkısında Candy’nin hikayesinden bahseder.
** TERF: “Trans Dışlayıcı Radikal Feminist” kavramının İngilizcesinin kısaltması.
1 Comment