Kültür Savaşları, J.K. Rowling ve “Entelektüel Karşıtı Zamanlarda” Yaşamak Üzerine Judith Butler ile Söyleşi

30 yıl önce, şimdi 64 yaşında olan felsefeci Judith Butler cinsiyete dair genel geçer tavırları kökünden etkileyen bir kitap yayımladı. Muhtemelen en meşhur kitabı olan Cinsiyet Belası ile Butler, bir performans olarak cinsiyet fikirlerini öne sürdü. Kitap “kadın kategorisini” nasıl tanımladığımızı ve bunun bir getirisi olarak da feminizmin kimler için mücadele etme iddiasında olduğunu sorgulattı. Bugün, herhangi bir cinsiyet çalışmaları müfredatında kurucu bir metin olarak bulunan ve tartışmaları çoktan akademi sınırlarını aşıp popüler kültürü de etkilemiş olan bir kitap. 

Cinsiyet Belası’nın yayımlanışının üzerinden geçen otuz yılda dünya tanınamayacak ölçüde değişti. 2014 yılında TIME dergisi “Translar İçin Kritik bir Eşiğin” aşıldığını ilan etti. Butler da bu çalışmasından sonra yol katetti, daha çok kültür ve siyaset üzerine eğilir oldu. Fakat biyolojik özcülükle ilgili uzlaşmazlıklar, feminist hareket içerisinde trans hakları üzerinden yaşanan gerilimlerin de gösterdiği üzere hala devam ediyor.

Bütün bu tartışmayı bugün, Berkeley’de Karşılaştırmalı Edebiyat (Maxine Elliot) Profesörü olan Butler nasıl görüyor? Bu çıkmazdan kurtulabilmenin bir yolu olduğunu düşünüyor mu? Butler, yakın zamanda bu konuyla ilgili olarak New Statesman ile bir mail alışverişinde bulundu. Bu mailleşmeler düzenlendi. 

***

Alona Ferber: Cinsiyet Belası’nda “cinsiyetin anlamları üzerine yapılan çağdaş feminist tartışmalar zaman içinde ve tekrarla bir bela hissine gelip dayanıyor; cinsiyetin belirlenemezliği en nihayetinde feminizmi başarısızlığa uğratacakmışçasına” diyorsunuz. Otuz yıl önce yazmış olduğunuz bu kitapta peşinden gittiğiniz düşünceler sizce günümüzde trans hakları tartışmalarının anaakım kültürde ve siyasette yer tutmasını nereye kadar açıklayabilirler?

Judith Butler: Ben ilk olarak trans dışlayıcı feministlerin gerçekten de anaakım feministlerle aynı olup olmadıklarını sorgulamak istiyorum. Eğer bunlardan birini öteki ile özdeşleştirmekte haklıysanız, o zaman transfobiye karşı çıkan bir feminist duruş, marjinal bir konumdadır. Ben bunun yanlış olabileceğini düşünüyorum. İddiam o ki, çoğu feminist trans haklarından yana ve transfobinin her türlüsüne karşı. Bu sebepledir ki, birdenbire trans dışlayıcı radikal feminist bir pozisyonun yaygın bir şekilde kabul gören ya da hatta anaakım olarak anlaşılmasını endişe verici buluyorum. Bana kalırsa bu pozisyon aslında kenarda kalıp da anaakım adına konuşmaya yeltenen bir durumda ve bizim sorumluluğumuz bunun gerçekleşmesine izin vermemek olmalı. 

AF: Bu konuyla ilgili anaakım kamusal söylemlere örneklerden bir tanesi Birleşik Krallık’ta insanların kendi cinsiyet beyanlarının esas alınmasına dair tartışmalar. Haziran ayında yayımladığı bir açık mektupta J.K. Rowling, bu durumun “tuvalet ve soyunma odalarının kapılarını kendinin kadın olduğunu hisseden ya da buna inanan herhangi bir erkeğe sonuna kadar açacağına,” bunun da kadınları potansiyel olarak şiddet riskine maruz bırakacağına dair endişelerini dile getirdi. 

JB: “Anaakım” olarak nitelendirdiğiniz bu örneğe daha yakından bakarsak, burada trans yaşamında gerçekten varolan herhangi bir durumdan ziyade, bu tür bir korku taşıyan bir feministi yansıtan bir fantezi dünyasının iş başında olduğunu görürüz daha çok. Böyle bir görüşü benimseyen bir feminist, kişiyi penisinin belirlediğini, ve dolayısıyla penisi olan herhangi birinin soyunma odalarına girmek amacıyla kendini kadın olarak tanımlayabileceğini ve böylece içerideki kadınlar için bir tehdit oluşturabileceğini zanneder. Bu görüş, tehditin penis olduğunu, veya penisi olup da kendini kadın olarak tanımlayan kişilerin aşağılık, hilebaz ve zararlı bir tür kılık değiştirme içerisinde olduklarını varsayar. Bu, güçlü korkulardan gelen zengin bir fantezidir, lakin toplumsal bir gerçeği açıklamaz. Trans kadınlar sıklıkla erkek tuvaletlerinde ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar ve onların kendilerini tanımlama biçimleri bize yaşadıkları gerçekliği betimlemenin yollarını sunar; bu yaşanan gerçeklik onlar üzerine boca edilmekte olan fanteziler tarafından esir alınamaz veya yönlendirilemez.  Bu tür fantezilerin kamusal tartışma halinde dolaşıma girmesi bile endişelenmek için sebeptir. 

AF: Size, bazı insanların bir hakaret olarak da gördüğü “TERF,” ya da uzun haliyle trans dışlayıcı radikal feminizm terimi konusunda karşı çıkıyorum.

JB: TERF’ün bir hakaret olarak kullanıldığının farkında değilim. Trans kadınları kadınların alanlarından dışlamak isteyen kendini feminist addeden kimselere başka hangi terimle hitap edilebileceğini merak ediyorum. Eğer dışlamayı destekliyorlarsa neden dışlayıcı denmesin ki onlara? Eğer kendilerinin radikal feminizmin cinsiyet yeniden-atamasına karşı duran kanadına ait olduklarını düşünüyorlarsa neden onlara radikal feminist demeyelim? Tek pişmanlık duyduğum şey, bir zamanların radikal feminizm adı altında hareket eden radikal cinsel özgürlük hareketinin üzücü bir şekilde trans ve cinsiyet-uyumsuz insanları patolojize eden bir kampanyaya evrilmiş olmasıdır. Kanımca, cinsiyetlendirilmiş hayatların yaşandıkları sıradaki karmaşıklığını tasdik edebilmek için feminizmin cinsiyet eşitliğine ve cinsiyet özgürlüğüne bağlılığını yeniden kurgulamalıyız.

AF: İlerlemeciler arasında tartışmanın J.K. Rowling tarafında bulunan feministler için, onların tarihin yanlış tarafında durduklarına dair bir uzlaşı olduğu görünüyor. Sizce bu hakkaniyetli bir tutum mu, yoksa o tarafın savunduklarında da olumlu bir pay olabilir mi?

JB: Şu konuda açık olalım ki buradaki tartışma feministlerle trans aktivistleri arasında değil. Transları kabul eden feministler olduğu gibi bir çok trans da kendini feminizme adamış durumda. Bu nedenle önemli sorunlardan birisi meseleyi translar ile feministler arasında bir tartışma gibi sunacak şekilde çerçevelemek. Bu böyle değil. Bu çerçevelemeye karşı çıkmak için haklı sebeplerden bir tanesi, trans aktivizminin kuir aktivizmine ve bunun da bugün de hala oldukça canlı olan feminist mirasa dayanıyor olmasıdır. Feminizm her zaman erkek veya kadın olmanın toplumsal anlamlarının henüz yerleşikleşemediği önermesine bağlı olageldi. Bir yer ve zamanda kadın olmanın ne anlama geldiğine dair tarihler anlatıyoruz ve sonrasında da bu kategorilerin zaman içerisinde nasıl dönüşüme uğradığının izini sürüyoruz. 

Cinsiyete tarihsel bir kategori olarak yaslanıyoruz ve bu da, cinsiyetin ifade edebileceği her şeyi henüz bilmediğimiz ve onun yeni toplumsal anlamlarına da her zaman açık olduğumuz anlamına geliyor. Cinsiyeti katı bir biçimde biyolojik bir olgu olarak anlamaya dönmek veya toplumsal davranışları bir vücut bölümüne indirgemek, korkulu fantezilerini, kaygılarını trans kadınlara dayatmak feminizm için bir felaket olur… Transların oldukça sahici ve daimi olan cinsiyetleri görece basit bir başka insan haysiyetine riayet etme meselesi olarak toplumsal ve kamusal olarak tanınmalıdır. Trans dışlayıcı radikal feminist konumu transların haysiyetine saldırmaktadır. 

AF: Cinsiyet Belası’nda feministlerin belirli bir kadın fikrini temsil etmek isteyerek, yerinden etmek istedikleri baskı ve heteronormativite ile aynı dinamiklere dahil olup olmadıklarını soruyordunuz. Feminizm içinde şu an gerçekleşmekte olan keskin tartışmalarda da aynı durum söz konusu mu?

JB: Oradaki argümanı hatırladığım kadarıyla (otuz yılı geçkin bir süre önce yazılmış) Cinsiyet Belası’nda işaret ettiğim nokta daha farklıydı. Birincisi, bir kimsenin feminist olmak için kadın olması gerekmez, ve bu kategorileri birbiriyle karıştırmamalıyız. Feminist erkekler, nonbinary ve trans feministler, eşitlik ve özgürlük gibi herhangi bir feminist siyasi mücadelenin temelinde bulunan önermelere sadık oldukları sürece hareketin bir parçasıdırlar. Kanunlar ve sosyal politikalar kadınları temsil ederken, kimin kadın sayılacağına dair sessizce kararlar verir ve sık sık kadının ne olduğuna dair önermeler getirirler. Bunu üreme hakları alanında gördük. O zamanlar sormakta olduğum soru şuydu: feminist amaçlarımıza doğru ilerleyebilmek için yerleşik bir kadınlık veya yerleşik herhangi bir cinsiyet fikrine ihtiyacımız var mı?

Soruyu bu şekilde sordum… kendimize feministlerin cinsiyetin çeşitli ve tarihsel olarak değişken anlamları üzerinde düşünmeye ve cinsiyet özgürlüğü ideallerine bağlı olduklarını hatırlatmak adına. Cinsiyet özgürlüğü ile hepimizin kendi cinsiyetimizi seçmek zorunda olduğumuzu söylemiyorum. Daha ziyade, özgürce ve ayrımcılık korkusundan azade, olduğumuz cinsiyetlere yönelik bir şiddete maruz kalmaksızın yaşamak adına siyasi bir talebimiz olmalı. Doğumunda “kadın” atanmış birçok insan hiçbir zaman kendini bu atamada bulmuyor ve bu insanlar (ben de dahil olmak üzere) bize geleneksel cinsiyet normları üzerine, bu normların dışında kalan birçokları adına bir şey söylüyorlar. 

Feministler, hırslı kadınların “canavarca” addedildiğini veya heteroseksüel olmayan kadınların patolojize edildiğini biliyorlar. Bu tür yanlış temsiller ile mücadele ediyoruz çünkü bunlar gerçeklikten uzak ve kadınların karmaşık toplumsal çeşitliliğinden ziyade bu alçaltıcı tasvirleri yapanların kendi mizojinilerini yansıtmaktalar. Kadınlar geleneksel olarak kendilerini alçaltmaya yarayagelmiş bu tür fobik tasvirlere dahil olmamalılar. Ve burada “kadın” ile kendini bu şekilde tanımlayan herkesi kastediyorum. 

AF: Bu mesele özelinde karşımıza çıkan toksiklik ne ölçüde çevrimiçi mecralarda dönen kültür savaşlarının bir ürünü?

JB: Entelektüel karşıtı zamanlarda yaşadığımızı ve bunun siyasi yelpazenin her tarafında bariz olduğunu düşünüyorum. Sosyal medyanın hızlılığı esasen düşünce tartışmalarını desteklemeyecek şekilde iğneleyici sözlere imkan tanıyor. Bizim daha enine boyuna tartışma biçimlerine sahip çıkmamız gerek. 

AF: Şiddet ve istismar tehditleri de bu “entelektüel karşıtı zamanları” iyice uç noktalara taşıyor gibi gözüküyor. J. K. Rowling gibi insanlara karşı çevrimiçi mecralarda kullanılan şiddet ve istismar dili hakkında söyleyecekleriniz nelerdir?

JB: Çevrimiçi istismarın her türlüsüne karşıyım. J. K. Rowling’e yönelik istismara işaret ederken translara veya destekçilerine yönelik çevrimiçi veya yüz yüze gerçekleşen istismara atıfta bulunmayışınız sebebiyle kafamın epey karıştığını itiraf etmeliyim. J. K. Rowling’in translar hakkında görüşlerine katılmıyorum, fakat onun taciz veya tehditlere maruz kalması gerektiğini de düşünmüyorum. Fakat, izninizle Brezilya gibi yerlerde translara yönelik tehditleri, Polonya ve Romanya gibi yerlerde transların işte veya sokakta taciz edilmelerini -ve tabii tam burada ABD’de de bunların yaşanıyor olduğunu hatırlayalım. Yani eğer taciz ve tehditlere karşı çıkacaksak, ve tabii ki bunu yapmalıyız, o zaman bunun tam olarak nerede yaşandığına dair daha genel bir resmi gördüğümüzden emin olmalı, kimin bundan en ciddi biçimde etkilendiğini görmeli, ve bütün bunlar olurken buna karşı çıkması beklenen kimselerin duruma müsamaha gösterip göstermediğine bakmalıyız. Bu, bazı insanlara yönelik tehditi kabul edilemez sayarken başkalarına yapılana müsamaha göstererek yapılamaz. 

AF: Harpers’s’ta bu yaz yayımlanan “iptal kültürü” üzerine açık mektubun imzacısı değildiniz, fakat yine de bu mektubun söylediklerinin sizde bir karşılığı var mı?

JB: Bu mektup hakkında karışık fikirler içerisindeyim. Bir yandan ben bir eğitimci ve yazarım ve yavaş ve bol düşünceli tartışmalara inanıyorum. Benimle yüzleşilmesinden veya bana karşı çıkılmasından öğreniyorum ve kamusal yaşamımda birtakım kayda değer hatalar yaptığımı da kabul ediyorum. Bunlar olurken birisi çıkıp bu hatalarımın bir sonucu olarak dinlenmemem ya da okunamamam gerektiğini söyleseydi, yani, bir insanın yapacağı herhangi bir hatanın o insanı ne tanımlayabileceğini ne de tanımlaması gerektiğini düşünmediğim için buna içten içe karşı çıkardım. Biz zamanın içinde yaşıyoruz; hatalar yapıyoruz, bazen ciddi oluyor; ve eğer şanslıysak, özellikle de meseleleri farklı görmemizi sağlayan etkileşimlerimiz yoluyla değişiyoruz. 

Diğer bir yandan, bu metni imzalayanlardan bazıları ırkçılığa karşı gür ve kamusal muhalefet, medeniyetten uzak bir davranışmışçasına Black Lives Matter (Siyah Hayatlar Değerlidir) hareketini hedef alıyorlardı. Bunlardan bazıları Filistin için yasal haklar konusuna muhalefet ediyordu. Bazıları [beyanlara göre] cinsel tacizde bulundu. Bazı diğerleri ise ırkçılıklarının sorgulanmasını istemiyor. Demokrasi güzel bir meydan okuma gerektirir ve bu her zaman yumuşak bir tonda gelmez. Bu sebeple, zapt altına alınmış insanlardan gelen adalet arayışı temelli güçlü siyasi taleplerin etkisiz hale getirilmesinden yana değilim. Birisi onyıllar boyu duyulmadığı zaman, adalet çığlığı yüksek bir sesle gelmeye mecburdur. 

AF: Bu sene The Force of Nonviolence’ı (Şiddetsizliğin Gücü) yayımladınız. Bu kitapta tartıştığınız “radikal eşitlik” fikrinin feminist hareket için bir anlamı var mı?

JB: Bu yeni kitapta söylemek istediğim şey, eşitliği birbirine bağımlılık kavramı üzerinden yeniden düşünmeyi önermek. Bir insanın bir başkası ile aynı şekilde muamele görmesi gerektiğini söylemeye eğilimliyizdir ve eşitliğin sağlanıp sağlanmadığına tekil örnekleri karşılaştırarak karar veririz. Fakat ya birey -ve bireycilik- de problemin bir parçasıysa? Birbirimize, kurumlara ve Dünya’ya temelden bağımlı olduğumuz bir dünyada yaşadığımız anlayışıyla hareket etmek ve bu hayatın çeşitli hayatları bir arada sürdüren bir düzene bağımlı olduğunu görmek bir değişiklik sağlıyor. Eğer kimse bu birbirine bağımlılık halinden kaçamıyorsa, bu durumda bizler farklı bir anlamda eşitiz. Hepimiz eşit derecede bağımlıyız, yani eşit ölçüde toplumsal ve ekolojik olarak bağımlıyız; ve bu durum kendimizi sınırları iyi çizilmiş birer birey olarak anlayışımızın da sona ermesi anlamına geliyor. Trans dışlayıcı radikal feministler kendilerinin translarla aynı dünyayı paylaştığını anlamış olsalar, eşitlik için, şiddetten kurtulmak için, toplumsal tanınma için ortak bir mücadelede bulunduklarını görseler trans dışlayıcı radikal feminizm ortadan kalkardı. Fakat feminizm muhakkak ki bir dayanışma vizyonu ve bir ortaklık pratiği olarak yaşamını sürdürürdü. 

AF: “Cinsiyet ideolojisine” karşı ters tepkiye dair konuşmalar yaptınız ve New Statesman için 2019 yılında bir yazı kaleme aldınız. Bu ters tepki ile trans hakları üzerine güncel tartışmalar arasında bir bağlantı görüyor musunuz?

JB: Trump’ın cinsiyetin biyolojik cinsiyet ile tanımlanması gerektiğini savunan tutumu ve Evanjelistler ile sağ kanattaki Katoliklerin “cinsiyeti” eğitim sistemi ve kamu politikalarından çıkartmak isteyişleri ile trans dışlayıcı radikal feministlerin biyolojik özcülüğe geri dönmelerinin uyuştuğunu görmek acı verici. Bazı feministlerin toplumumuzdaki en gerici güçlerin tutturduğu cinsiyet karşıtı ideoloji konumunu desteklediğini gördüğümüz zaman en kötü günümüz. 

AF: Feminizmdeki trans hakları üzerinden ortaya çıkan bu çıkmazı neyin bozabileceğini düşünüyorsunuz? Daha yapıcı bir tartışmaya bizi ne götürür? 

JB: Eğer mümkün olsaydı böyle bir tartışmada, cinsiyetin tıbbi belirleniminin, cinsiyetin tarihsel ve yaşanan gerçekliği karşısında nasıl bir rol oynadığının yeniden düşünülmesi zaruri olurdu diye düşünüyorum. 



* Bu söyleşisinin orijinali “Judith Butler on the culture wars, JK Rowling and living in ‘anti-intellectual times’” başlığı ile 22 Eylül 2020 tarihinde New Statesman’da yayımlandı. Enis Demirer’in çevirisi ilk olarak Parıltılar adlı blogunda yayımlandı.

Authors

1 Comment

Bir Cevap Yazın