Zakkum’un 2020’ye Veda’ı: Drag Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi

Mertcan Karakuş a.k.a. Zakkum Kök

On sekiz (!) yıllık ömrümde hiçbir senenin bir an önce bitmesini bu kadar gönülden istememiştim. Seni hiç sevmedim 2020. Sonunda bittin. Bittin de peri annemiz sihirli değneğiyle üstlerine tek tek pıtlatarak sorunları yok mu etti? Etmedi tabii: aşının durumu, kimlere hangi kalitede ulaşacağı muamma; usulsüz öğrenci alımları, iş bilen akademisyenleri işinden etmeler, hiç bilmeyenleri hak etmedikleri konumlara atamalarla üniversitelerin hali malum; hak demişken hukuk da kalmadı ülkede; ikili cinsiyet sistemi hala yıkılmadı; kapitalizm Dünya’yı son gaz tüketmeye devam ediyor… Aklımda bir soru: acaba suyumuz iyice ısındı da (sana da merhaba küresel ısınma), Dünya sepet havası çalmaya mı başladı insanlığa? Sezen’in kutup ayılarına ağlandığı şarkısına çevirmeden bu yazıyı şunu belirteyim: o tarz bir tatlı su politikliğine bile girişecek mecalim yok; zira enerjimin büyük bir bölümü bu olanların arşa yükselttiği kaygı bozukluğumla başa çıkma çabasına harcanıyor. Dışarıdan, yanan köy manzaralı penceremde Marina Abromovich misali saç tarıyormuşum gibi görünebilir bu durum (ki biraz da öyle) ama RuPaul’un sloganını biraz çarpıtırsak: kendi kaygı bozukluğunla başa çıkamazsan dünyayla nasıl başa çıkacaksın, öyle değil mi hemşire?  

Neyse ki drag sanatı böyle durumlarda imdadıma yetişiyor. Çünkü drag insanın kendi içinde bile başka alternatifler bulabileceğini hatırlatıyor bana; koşullanmaların ötesinde de bir var oluş yaratılabileceğini öğretiyor. Zakkum Kök’le yürüdüğümüz yolun anlamı bu benim için. Bu yüzden Zakkum’a da ilham ve can suyu olan RuPaul’s Drag Race’in yeni sezonunu dört gözle bekliyordum. İlk bölüm yılın ilk günü yayınlandı. Bölüm gıybetlerini Bawer ve İlker’in zurna kanallı MIRC anılarını yad ettikleri chatleşme serilerine* bırakıyorum. Program, başka ülkelere de bayilik veren dev bir endüstriye dönüşme yolunda samimiyetinin büyük bölümünü kaybetti; ben biraz ondan bahsedeceğim. İlk sezonun buğulu filtresinin (muhtemelen kameralara vazelin sürülmüştü)  naifliği, sezonlar ilerledikçe yerini katı bir mükemmeliyetçiliğe bıraktı. Bu mükemmeliyetçilik de sanatçıların yaratıcılıklarını kısıtladı bence. Kendi aralarındaki madilikler bile doğallığını yitirdi; yılbeyıl seyirci için bilinçli yapılan kurgu numaralarına dönüştü. Son beş sezonu ‘daha da izlemem’ diye bitirmeme rağmen her yeni bölümü yalapşap yutuyordum ama düşünmeden de edemiyordum: keşke drag kültürü başka formatlarda da yer bulabilse kendine.

O format, A Queen is Born ile birlikte Brezilya’dan geldi. Program, yarışma sisteminin soğuk rekabet koşullarından uzak bir yol çiziyor kendine. Amatör drag sanatçıları (hem de RuPaul’daki gibi sadece queen olanlar değil) sahne performanlarını geliştirmede, birbirinden tatlı iki profesyonel kraliçeden yardım alıyorlar. Sonunda da drag personalarına uygun bir şovla, canlı bir kalabalığın önünde sahneye çıkıyorlar. RuPaul’un on üç sezonda, o da bebek adımlarıyla ulaşabildiği kapsayıcılığa, A Queen is Born üç bölümde ulaşıyor. Sürekli pompalanan ‘queen queenin kurdudur’ söylemine de sağlam bir tokat aşk ediyor; göz oymayı değil de dayanışmayı ön plana çıkararak. 

Bir de drag kümesinin içine dahil olur mu bilemiyorum ama Paquita Salas’ı da eklemeden geçemeyeceğim. İspanya yapımı dizinin dördüncü sezonu yayınlanacak; bunca zaman radarımdan nasıl kaçmış bilemiyorum. Son zamanlarda izlediğim en eğlenceli şey olabilir. Trans rollerinin cis-hetlere verilmesi tartışması gündemdeyken, bir geyin cis-het bir kadın rolünü oynaması hakkında ne düşüneceğimi ilk başlarda kestiremesem de Brays Efe’nin ölçülü oyunculuğu dizinin içine çekiverdi beni. Paquita Salas piyasadaki eski güzel günlerini mumla arayan bir oyuncu menajeri. Kadınlarla çalışıyor. Sosyal medyayla beraber daha da vahşileşen camiada, temsil ettiği oyuncularla beraber ayakta kalmaya çabalıyor. Karakterlerin başlarına gelen bin bir türlü absürtlüğe kahkahalarla güldürürken, oyunculuk sisteminin kadınlara, LGBTİQA+’lara karşı tutumunu da açık bir dille eleştiriyor dizi. Pedro Almodovar’ın erken dönem filmlerindeki kadınları, kadınlık hallerini sık sık anımsıyorum izlerken. İspanya’nın dizi&film camiasına çok hakim olmadığım için (polisiye ve korku only) bazı referansları kaçırıyorum ama anladığım kadarıyla konuk oyuncuların çoğu camianın ünlülerinden: çıkarabildiklerimden biri La Casa de Papel’in Tokyo’su Úrsula Corberó. Kaygı yığınıma yeni balyalar eklenirken (ben bu yazıyı yazarken Omo beyazı Trump destekçileri kendileri kadar beyaz Beyaz Saray’ı zorla ‘ziyaret ettiler’ mesela) çareyi bir bölüm daha Paquita izlemekte buluyor,  ‘Lubun must be beautiful’ diyerek kaygı tozuyla kaplanmış aynamın karşısında saç taramaya devam ediyorum.  

* Flazéda! Velvele Drag Race Halk Kütüphanesi Açılıyor!!!

Flazéda! s13b2: Gündüz İffet, Gece Fettan

Author

2 Comments

Bir Cevap Yazın