Astroloji sevdası lubunyalığın şanındandır. Etrafımızda olup biten ve rasyonel herhangi bir şeyle açıklayamadığımız olayları, manasız flört ve koli davranışlarını, yolumuza çıkan gereksiz engelleri astrolojinin bin yıllardır birbirinin üzerine eklenmiş engin bilgi birikimiyle şıp diye anlayıp, manalandırıveririz: “Abla, o tabii kendisini patron sanacak, tipik Oğlak işte!”, “E, heralde huzursuzsun, Jüpiter’in nerede olduğundan haberin var mı?” ve tabii ki “Böyle güçsüz ve enerjisiz hissetmen normal, Merkür retroda.”
Bu yazıda, enerjimi sıfıra indiren, uykuyla hiç aram olmamasına rağmen gündüz uykularına daldıran, benim gibi sosyal bir kelebeğe dışarı çıkıp insanlarla görüşmeyi zul kılan berbat Merkür Retrosuyla nasıl savaştığımı anlatacağım. Beni tanıyanları şaşırtmayarak cevabımı hemen veriyorum: Merkür Retrosunda kültüre, sanata tutundum, aşağıdaki eserlerle hayatta kaldım.
Film: Everything Everywhere All at Once

Bizde yalan yok, filmi retro başlamadan önce izledim. Ancak etkisinden HALA çıkamadım sevgili okuyucular. “Filmi dünya üzerinde film izlemeyi bilen herkes yeteri kadar övdü, sen niye övüyorsun?” diyebilirsiniz. Ancak bakın, böyle filmler insanın hayatına sıklıkla girmez. Filmleri izleriz. Kimileri uçar gider (Drive My Car’ın sonunda ne oluyordu, hatırlayan var mı?), kimileri de EEAAO gibi kalır, hayatınızın bir parçası olur. Gelelim filmi neden bu kadar sevdiğime. EEAAO bana insanlığın yaratıcılığından şüphe duymamayı öğretti. Her film birbirine benzemeye başlamışken bir anda hayatıma güneş gibi doğdu. Bu arada herkes Michelle Yeoh’nun harika performansını haklı olarak övdü ama Stephanie Hsu’yu da es geçmeyelim. İzleyin, izlettirin, Merkür gökyüzünden sinsi sinsi sırıtırken “iyi ki varsın EEAAO!” deyin benim gibi. Bu arada Michelle Yeoh’ya Oscar vermezlerse Akademi’yi basıyoruz, onu da ajandanıza not edin.
Reality Show: RuPaul’s Drag Race All Stars 7, All Winners

Hem Velvele’de hem de Bawer Murmur ve Umur Çağın Taş’la beraber hazırlayıp sunduğumuz, Türkiye’nin İLK ve EN ÇOK DİNLENEN Drag Race podcast’i Drag Race Halk Kütüphanesi’nde defalarca RuPaul ve ekibi hakkında atıp tutmuş insanım. Yeri geldi, RuPaul artık bıraksan mı bu işleri diye sordum; yeri geldi kağnı gibi ilerleyen sezonları nefretle izleyip acaba RuPaul’s Drag Race’i izlemesem geyliğim düşer mi diye düşündüm. Ancak çoktan tacını takmış sekiz kraliçenin bir araya geldiği, elenmenin ve kötü yorumun olmadığı, sadece harika performansların yer aldığı All Stars 7, All Winners sezonu bu zor, aksi ve enerjisiz dönemde bana ilaç gibi geldi. Kraliçeleri tanımıyorum diye hayıflanmayın, bir yandan 4., 9. ve All Stars 4 sezonlarını izleyin, bir yandan bunu. Pişman olmayacaksınız.
Albüm: Florence + the Machine – Dance Fever

Covid nedeniyle gecikmeli kavuştuğumuz Dance Fever, ismini ve ruhunu büyük bir toplulukla kendini kaybedene kadar dans etme olarak tanımlayabileceğimiz choreomania’dan alıyor. Ortaçağ Avrupasında yüzlerce, hatta binlerce insanın bir araya gelip yorgunluktan baygınlık geçirene kadar dans etmesi albümün her yerine sirayet etmiş. Choreomania, Merkür retrosunda yapılacak işleri yapıp, oynanacak voleybol maçlarını oynayıp, gidilecek arkadaş toplaşmalarına katılıp eve döndüğümde kendimi yorgunluktan oraya buraya atmamı harika özetleyen bir durum. Dance Fever da harika bir soundtrack oldu bu git gelli yolculuğa. Yeri geliyor “I am King” diye smaç vuruyorum, yeri geliyor “Back in Town” ile saatlerce duvarlara bakıyorum. Bu dengesiz dönemimde bana eşlik ettiğin için teşekkürler Florence + the Machine, Merkür’ü birlikte def ettik diyebilir miyiz?
Roman: Mertcan Karakuş – Yüzen Küçük Şeyler: Hatıra Gezer’in Toplama Albümü

Mertcan Karakuş ile yollarımız Velvele’de kesişti. Popüler kültür yazılarına zaten hayrandım, sonra Eflatun Koza’da “Üçün Karesi” öyküsünü yayımladık. Karakuş ne yazsa okurum diyordum, roman yazdığını öğrenince de çok ama çok heyecanlandım. Kitap elime geçince hikayenin sürükleyiciliği sayesinde kitabı hemencecik bitirdim. Karakterler birbirinden derin ve katmanlı. Hatıra’ya mı, Bergüzar’a mı, Orçin’e mi aşık olacağını şaşırıyor insan. Ah o gece kulübünde ben de sahne alsaydım, ah o seanslara ben de gitseydim diye diye okudum romanı. Kitabı okuduktan sonra geçmişe başka gözle baktım. Böyle bitirdiğimde beni başka biri yapan, bir konu hakkında saatlerce duvarlara baktırıp düşündüren romanları çok ama çok seviyorum. Karakuş’un Yüzen Küçük Şeyler’deki en büyük başarısı bu. Merkür’ün zulmünden Hatıra ve Orçin’in yardımıyla kurtulmuşum gibi bir his var içimde. Okumanızı öneririm. Karakuş’la söyleşimiz de yolda, Velvele’ye bakarak olun.
Opera: Philip Glass – Akhnaten

Merkür retrosunda kültüre tutundum demiştim, ama hep mi popüler kültürün lubunyası olacağız? “Biraz da opera!” dedim ve New York’un gözbebeği the Metropolitan Opera House at the Lincoln Center’da Philip Glass’ın Akhnaten operasını izledim. Bir insan şık kıyafetinin olmadığını operaya giderken anlarmış, ama bu talihsizliği tabii ki Merkür’ün üzerine yıktım. Neyse, bir şekilde kıyafet işini hallettik, ben de kendimi bayağı yukarıdan (aşağıdaki biletler çok pahalıydı) Akhnaten’i izlerken buldum. Akhnaten insanlık tarihine tek tanrılı inanç sistemini ilk defa tanıtan firavun olarak geçmiş. Güneşi tek tanrı olarak kabul eden bu yeni din bir noktada Ahknaten’ın sonunu getiriyor, opera da genel olarak bunu anlatıyor. Operanın sahneye konmasına dair şu kısa videoyu tavsiye ediyorum. Bu arada the Met’teki Akhnaten temsillerinin biz Velvele okuyucuları için başka anlamları da var. Öncelikle Akhnaten’a sahnede açık kimlikli gey kontrtenor Anthony Roth Costanzo hayat veriyor. Buna ek olarak Antik Mısır’da Akhnaten’ın ikili cinsiyet normlarını yerle bir eden görsel temsili, opera sahnesinde makyaj ve kostümlerin desteğiyle kendine önemli bir yer ediniyor. Sürekli bencil cis-het adamlar yüzünden ölen sopranoların acıklı hikayelerinden sonra Akhnaten’ın hikayesi Merkür’ün gölgesindeki günlerime güneş gibi doğdu. Operanın Grammy kazanan canlı kaydını buradan dinleyebilirsiniz.
TV: Mom
Herkesin övgüye ve ödüle boğduğu kimi dizileri bitene kadar izlemeyip, kenarda bekletip, kendimce zamanı geldiğinde izlemeyi çok seviyorum. Mom isimli sit-com da benim böyle beklettiğim dizilerden biriydi, hem de The West Wing günlerinden beri hayranı olduğum Allison Janney başrolde olmasına rağmen. Bu sıkıntılı retroda “iyi ki o kadar sene izlememişim” dedim Mom’ı arka arkaya izlerken. Alkolik bir anne kızın Adsız Alkolikler (AA) programı sayesinde hayata yeniden tutunuşunu anlatan dizi, ilk sezonlardaki alkolik anne ve alkolik anneanne arasındaki tatlı sürtüşme dinamiğinden AA’de tanışıp dost olan kadınların başından geçenler eksenine evrilmesi sayesinde beni kendine bağladı diyebilirim. Dizide erkek karakterlerin hepsi yan roller. Eril karakterlerle ve toksik şakalarla dolu sit-com dünyasına yeni bir soluk getiren Mom’ı yemek yaparken, bulaşık yıkarken, kanepede uyuklarken izledim, kimi şakaları kaçırsam da konuda tutuklu kaldım. Arkada bir şey çalsın diye de izlenir, 1990’lardaki şaşasını yitirmiş sit-com dünyası son on yılda nasıl evrimleşmiş diye de.
İşte sevgili okurlar, Merkür retrosunu kazasız belasız böyle atlattım. Yıkılmadım, ayaktayım diyor, retronun biteceği 3 Haziran’ı iple çekiyorum. Umarım bu zorlu dönemde bu yukarıdaki eserler size de yardım eder, üzerinizdeki ataleti, mutsuzluğu, umutsuzluğu bir nebze hafifletir. Haydi şimdilik iyi dinlenmeler, canımız cananımız, yazın habercisi, direnişimizin zamansal evi Onur Ayı’nda harika enerjilerle görüşmek üzere.
Ana görsel: Tutulmaların Ortasında İlker (2022, New York)
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.