Oyun bitmeden su yüzüne çıkmaz bazı gerçekler. İçindeyken ağırdır, karmaşıktırlar; anlaşılmaz, anlatılamazlar. Ancak bitiş düdüğü çaldıktan sonra hafifler; önemlerini, yoğunluklarını yitirirler. Havası inmiş lastik bir top gibi kıyıya vururlar.
Bazısı o topları biriktirir. İçlerine ampul takıp lamba yapar. Kendi karanlıklarına ışık tutmak için sahildeki deniz kabuklarından medet umarlar.
1
cam çocuk
Yanmış ama henüz küle dönüşmemiş bir kâğıt parçasıydı. En hafif esintide dağılıverecekti. Konuşursa içindekini, felaketi sandığı o şeyi tutamayacağından korkuyordu. Konuştuğu zamanlarda bile hep susuyordu bu yüzden. Hep buğulu gözleriyle, hep izliyordu hayatı. Saydamdı, bakanlar arkasını görüyorlardı ama içini asla.
Sıraya başını dayamış öylece duruyordu. Saydamlığı bile hüznünü gizlemeye yetmemişti o gün. İçine oturmuş hüzün çektikçe çekiyordu onu derinlere. Neyin var diye soranlara hep aynı cevabı veriyordu: ‘‘Grip.’’ Revire göndermeyecekleri kadar hafif bir hastalık, fazla açıklamaya da gerek yok. Yalnızca bir kişi geldiğinde kaldırmıştı kafasını; kütle çekim yasasına uyarak, istemsizce. Ne olursa olsun o gözleri görmeliydi. Seviyordu onu. Parlak siyah saçlarını; ince, kırmızı damarlı, beyaz mermer tenini; ölçülü sevecenliğini; içten, ilgili sesini…
─ Daha iyi misin?
Sesi duyar duymaz doğrulmuştu. Gözlerindeki inadı gördü önce. Grip yalanına inanmamıştı demek ki. ‘‘Ailesiyle ilgili bir problem mi vardı?’’, ‘‘Dersler miydi yoksa?’’, ‘‘Belki de aşk meşk işleri?’’. ‘‘Sensin,’’ demek istedi. ‘‘Sorun sensin!’’ Hemen pişman oldu bunu düşündüğüne, inanamadı sorun kelimesiyle onu aynı cümleye yerleştirebildiğine. İçerliyordu bir yandan da, nasıl anlamazdı hala? Hiç kimseye anlatmadıklarını anlatmıştı ona. Apaçık ortadaydı işte. Nota bilen birisi -ki kendisi bu konuda virtüöz sayılırdı- okuyabilirdi müziği. Yoksa bir anlaşma mı oluşmuştu aralarında: bilecekti ama bilmezden gelecekti. Çünkü istemiyordu onu ve bunu yüzüne söyleyemeyecek kadar iyiydi. Geçene kadar bekleyecekti belki de.
─ Peki, anlatana kadar otururum ben de yanında. Kafayı sıraya dayayınca ne oluyormuş, bir de ben bakayım.
Yan yanaydılar, iki paralel çizgi gibi hiç kesişmeden.
2
hüzünderili
Bütün hüzünleri o giyinmeliydi. Üstüne uymayanları kesip kırpıp uydurmalıydı bedenine. Tül tül sarmalıydı kendini hüzünlere. Gerçek yüzünü böyle saklıyordu; altın yeleli aslanı sislere gömüyor, evcil bir kediye dönüştürüyordu. Ve her kedi gibi o da kendine yasaklanan derinleri merak ediyordu. En çözümsüz yumakların sıkıştığı, en dip köşe fare deliğinin hayalini kuruyordu.
Neyi vardı şimdi bu çocuğun? Sorduğunda ‘‘grip’’ demişti. Grip değildi. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar paylaşırlarken şimdi bir anda kapıda kalması çok garipti. Dışarıda olmak, hele de önceden Dingo’nun ahırı gibi girip çıktığı bir bahçeye bir anda alınmamak; kızgınlıkla kırgınlık -ve merak, bolca merak- karışımı bir kokteyl zerk etmişti damarına. Sorup soruşturmuştu sağa sola. Kimse bir şey bilmiyordu. Gönül işidir diyenler olmuştu ama öyle bir durum olsaydı kesin bilirdi. Mutlaka anlatırdı, saklamazdı.
Kafasını sıraya dayamış, yeri seyrediyordu. Kendine bir oyun bulmuş, nefesini onun nefesine uydurmuştu. Tek nefes susuyorlardı artık. Ara ara dönüp, çayın demlenip demlenmediğini kontrol eder gibi kontrol ediyordu yanındakini. Açılacak mıydı? Hazır mıydı artık? Anlatacak mıydı içini kemirenleri en yakınına? Bilmiyordu.
Zil çaldı. Buhranlı saatlerle bir yudum nefesi ayıran o sesten bıçak indi sessizliklerinin üzerine. Buhran vaktiydi.
─ Şimdi gidiyorum ama benden kurtulamazsın. Geri geleceğim.
Gelecekti.
Kurtulacaktı.
3
beyaz yılan
Henüz bilmiyordu ama bu hikâyenin yılanı oydu. Kayıp gidecekti ellerinden ve daha bir sürü başka ellerden. Her değişimde koyulaşacaktı rengi, kalınlaşacaktı derisi. Öyle kalınlaşacaktı ki, içinden çıktığı bazı deriler kalıp gibi kaldıkça yanında, hala kendisi sanacaktı bu içi boş yapıları. Hep aynı renk kalacağını zannediyordu: beyaz, bembeyaz. Oysa ilk çamuruna bulanmak üzereydi.
İkisini izliyordu. Film izler gibi aradaki sınırın, mesafenin, bilip de bilmezden gelmenin ön kabulüyle değil; sınırları çizemeyerek, bilemeyerek izliyordu. Uzayda yer değiştirmelerini, her boş anda birbirlerine yakınlaşmalarını, yakınlaştıklarında bile birbirlerine geçmemek için korumaya çalıştıkları o satır boşluğunu görüyordu. Onların açık etmeye cesaretleri yoktu ama aşktı bu. Kendisi hiç hissetmemişti aşkı ama romanlardan biliyordu: mıknatıslar böyle çalışırdı. Bazen itseler de birbirlerini, eninde sonunda çekime yenik düşerlerdi. Ve her mıknatısın iki kutbu olurdu. Evet, iki.
Mıknatıslardan biri ters kutba denk gelmiş olsa gerekti. Ona, kutupsuzluğa doğru geliyordu.
─ Ne olmuş? Öğrenebildin mi?
─ Yok, anlatmıyor. Çantamdan kitabı uzatsana. Şimdi gelir dörtgöz fizikçi, bana takık zaten. Papaz olmayalım.
Uzattı. İlgiyle izlese de bu dansı, dansçılara değildi merakı. Mıknatıslar ya da kutupları onu ilgilendirmiyordu. Manyetik alanlara tutkundu o, hiç kavuşamayacağı sanılan iki farklı kutbu birleştiren şiirsel eğrilere. Her çizgi üç boyutluydu çünkü. Evet, üç.
4
bir ışın
Niye bakıyordu bu yılan yine? İnce yüzündeki yılan gözlerini dikmiş, onları izliyordu. Her bir araya gelişlerini, sensörü ikisinin yakınlaşmasına kurulmuş bir kamera gibi kaydediyordu. Kıskançlık mıydı sebebi? Kıskançlık bir başkasının yerinde olmak istemek değil miydi? Bir tür deri değiştirme arzusu. Oysa o bile kendi yerinde olmak istemiyordu. Onca zamanda kurdukları dostluğu kendi kirli hisleriyle kirletmek istemiyordu. Konuşmayacaktı. Konuşup daha fazla gerçeğe dönüştürmeyecekti içindekileri. Susacaktı. Geçene kadar susacaktı.
─ Kantine inelim mi? Hava alırsın biraz. Kafan yosun tuttu sıraya dayaya dayaya.
Göze alabilecek miydi yer değiştirmeyi? Kozasından çıkabilecek miydi? Herhangi bir şeyi değiştirirse bütün kurgusu dağılıverecekti sanki. Ağzında sakladığı cam bilyeler dökülüvereceklerdi. Yine de yılan gözlerden uzak olmak düşüncesi içini açıyordu. Sebebini çözemediği bakışlar gönüllü hapsini daha da ağırlaştırıyordu. Arzuladığı onu dışarıya çağırıyordu. Tiksindiğiyse burada kalacaktı.
─ Hadi gidelim.
Dersin başlamasına yedi dakika kala, kamera onları sınıfın kapısından çıkarken kaydetti.
5
bir şiir
Rüya gibiydi. Kitabı verirken çantadan düşen kâğıt başlatmıştı zinciri. Sonrasındaki o değildi, sonrasında orada değildi, sonrası onun değildi. Sıra arkadaşına çaktırmamak için ders boyunca sağ ayağını kâğıdın üstünden kaldırmayan kendisi miydi? Bilmiyordu. Sınıftan çıktıkları anda yere eğilen, zarif bir el yazısıyla yazılmış o çok meşhur mısraları (‘‘Gözlerin gözlerime değince…’’*) okuyan, bitirir bitirmez kâğıdı parça parça eden kimdi? Sımsıkı tutuyordu parçaları elinde, tırnakları etine batıyordu ama canı yanmıyordu. Başkasının acısıydı bu. Terle karışan parçaların avucunda oluşturduğu yumru başkasının boğazına oturmuştu. Gözleri yuvalarından çıkmış, karşıdan onu izliyordu. Canı acıyı bilmiyordu ama bir yeri hep biliyordu nedenleri: içi sandığı gül bahçesinin dışında kalan bir yer, rüyaların yaşadığı balta girmemiş orman.
Müdürün kapısını tıklatırken uyandı. Elindeki kâğıttan hamuru ceketinin cebine tıkıştırdı.
6
bir duvar
‘‘Oysaki cennet kokuyordu ceketin.’’**
Bu cümle sırtlarını dayadıkları duvarda yazılıydı. Sprey boya, eciş bücüş harfler: Demir Bakire görse çok kızardı. Önlerindeki gürültülü kalabalık tek kale maçtaydı. Yerden kalkan toz yükseldikçe yükseliyor, törenlerde anonsların yapıldığı yukarı kata kadar ulaşıyordu. Üstlerindeki lacivert ceketlerin isli ve solgun renginden, duvarların yıllardır yenilenmeyen sıvaları kadar bu toz da sorumluydu. Sesler vardı, sesler hep vardı. Maç yapanların yüksek perdeden kısa komutları, saha süsü verilmiş beton bahçenin kenarına dizilmiş ikili üçlü grupların fısıldaşmaları, ara sıra duvara çarpan lastik topun ekolu çınlaması…
İkisi bu gürültüye katkıda bulunmamaya yemin vermişler gibi susuyorlardı. Biri yere bakıyor, diğeri de maçı izliyormuş gibi yapıp gizliden yanını kolluyordu. Suskunluklarından rahatsız değillerdi. Aralarındaki boşluğu avlunun sesleri dolduruyordu nasıl olsa. İkinci el pazarında tezgâha düşmüş eski bir fotoğraf gibiydiler. Sanki yıllarca öylece durmuşlardı, daha yıllarca da durabilirlerdi. Ancak teneffüs yalnızca on dakikaydı.
─ Gazoz mu içsek?
─ Yok, ben istemem. Sen istersen iç.
─ Sen de ne emmeye ne gömmeye…
Yerden kaldırıyor bakışlarını. Hiç sevmez bu tabiri, kızmış ama diğerinin gülümseyen yüzünü görünce yelkenleri suya iniyor. O da gülümsüyor. O an öyle bir eriyor ki içi, sımsıkı tuttuğu sırrı da eriyiverecek gibi oluyor. O an söyleyiverse kalbindekini, her şey iyiye gidecekmiş gibi bir his doğuyor içine. Sandığın anahtarı kilitte dönüyor:
─ Ben… Ben sana bir şey söyle…
Güm!
Duvarları çınlatan futbol topu kafasında patlıyor bu kez. Ne olduğunu anlayamadan acıyla yere eğiliyor. Olan biteni yan koltuktan izleyen, topun geldiği yöne doğru bağırıyor:
─ N’apıyosunuz lan! Dikkatli olsanız ya!
Ve gruptan biri bütün gevrek acımasızlığıyla cevap veriyor:
─ Bizde suç yok oğlum. Top topu çekermiş!
Karınlarını tuta tuta gülüyorlar. Kahkahalar yankılanıyor betonlar duvarlarda.
7
arkeolog
Yaşı bir paravandı, onu diğerlerinden ayırıyordu. Ardında kasa kasa pişmanlıklar diziliydi. Ve yarım kalmışlar. Ve olamamışlar. Kalın çerçeveli, kalın camlı gözlüklerinin ardından izliyordu gençliklerini, pervasızlıklarını. Onlara dörtnala akan zaman, ona yavaş çekim geliyordu. Bu yüzdendi onların göremediklerini görebilmesi, fark edemediklerini elini uzatıp yakalayıvermesi. Gözleri onlara ne kadar açıksa, bir o kadar kapalıydı kendine. Bugünün cevaplarını dönüp dönüp geçmişte arıyordu. Bulamıyordu. Bugün içinde kımıldanan kelebekleri dünüyle susturuyordu. Susturamıyordu.
─ Hadi! Herkes yerine! Ders başladı, hala konuşuyorsunuz!
Susuyorlar.
─ Oğlum, senin kafana ne oldu?
Yine gevrek bir ses, arkalardan:
─ Çekim yasası hocam!
Gülüyorlar. Üçü hariç hepsi. Gülüyorlar, gülüyorlar…
─ Kesin! Yeter!
Azalarak susuyorlar.
─ Açın kitaplarınızı! Konumuz çukur aynalar.
8
kötü adam ya da sadece adam
O soluk benizlide ‘bi ibnelik’ olduğu belliydi zaten. Futbol oynamaz, kızların eteklerini açıp kaçmaz, gizli gizli sigara içmez… Kalayı yiyince nasıl mal gibi kalmıştı karşısında. Başını kaldıramamıştı yerden. Ya öbürü! Bir de laf yetiştirmeye kalkmıştı. Dil pabuç kadar, başka bir bok bildikleri yok! Erkek erkeğe, bilmem ne! Tövbe tövbe! Onun okulunda olamaz böyle şeyler! Tansiyonu çıkmış, yüzü kızarmış, boyun damarları şişmişti bağırırken. Tükürükler saçılmıştı havaya. Kudurturdu bunlar adamı. Bir daha duyarsa babalarını çağırırdı. Nasıl da korkmuşlardı bunu duyunca. Laf yetiştirenin bile ödü bokuna karışmıştı. Yavşaklar! Bak, yine asabı bozulmuştu. Zil çalmadan zuladaki viskiden bir parmak daha içecekti.
9
cadının gözleri
Aldırmıyordu artık öğrencilerin arkasından fısıldaşmalarına: ‘‘Oğlum, Demir Bakire geliyor, dağılın.’’ Arzuları gelişmemişti ki daha. Basitti henüz, dardı. Sınır dışı kalanları, tanımlayamadıklarını kafalarındaki canavarlarla özdeşleştiriyorlar, onlara o canavarların isimlerini takıyorlardı. Bunlardan biri de evlenmemiş kadındı. Kendisiydi. Demirdendi. Oysa bilmiyorlardı bu sert kabuğun bir zırh olduğunu. Her bir katmanının erkekler dünyasında ayakta kalmak, ciddiye alınmak, korunmak için ilmek ilmek, demirden iplerle örüldüğünü bilmiyorlardı. Öğreneceklerdi elbet, en azından bazıları. Etek giymeye mecbur tutulanları çoktan başlamışlardı bile. Maceraya engeldi etek. Kahramanlığa engeldi. Kim söylemişti bunu? Virginia Woolf mu?
Pantolonlularınsa daha kolay geçecekti hayatları. Hepsinin değil tabii, çoğunun. Mesela o çocuk, yuttuğu iri kemikli fareyi sindirmeye çalışan bir yılan gibi kıvranıyordu kaç gündür. Görüyordu. Biliyordu sebebini. Edebiyatçıydı, Selim İleri’yi, Murathan Mungan’ı okumuştu. Ama elinden bir şey gelmiyordu. Okumanın da, bilmenin de yetmeyeceği durumlar vardı hayatta. Giydikleri kumaş parçalarından bağımsız, hepsi bir gün bu dersi alacaktı.
Teneffüstü. Koridorlar boştu. Kat nöbeti sırasını savarken bahçeye çıkmayan, sınıflarda takılan tek tük öğrencileri kolaçan ediyordu. Boş sınıflardan birinde onu gördü. Arka sıralardan birinde, tedirgin gözlerle sağı solu kontrol ederek, elindeki çantaya bir şeyler sokuşturuyordu.
─ Hocam, hayırdır? Kontrol mü var?
Suçüstü yakalanmanın paniğiyle kalın çerçeveli gözlükler kaydı, yere düştü.
─ Yok, hocam. Yere düşmüş de kaldırayım dedim.
Şiir aynanın arkasına ulaştı. Ona eşlik etmesi planlanan beyaz deniz kabuğu ise lacivert olmayan bir ceketin cebinde kaldı.
*Üçüncü Şahsın Şiiri, Attila İlhan
** İstanbul, Bahçelievler’de bir duvar yazısı, Rumuz: Tilki
Görsel: Steve Walker
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.
1 Comment