Hikayemiz bir Ege sahil kasabasına doğru yol alırken başlıyor. İki kişiyiz, en sevdiğimiz sahile yaklaşık yedi saatlik bir araba yolculuğuyla varacağız. Sabah erkenden uyanıp yola koyuluyoruz. Ben biraz daha erken kalkıp kahve hazırladım, termosa koydum, biraz meyvemiz de var. Evden çıkmadan önce son kez tuvalete gidiyorum. Bu ‘son kez’ öylesine söylenmiş bir söz değil. Son kez tuvalete girdiğimde, kendi evimde, adeta o özgürlük hissiyle vedalaşıyorum her seferinde. O özgürlük hissi sadece tuvaletle sınırlı değil, kapıdan her çıkışımda başıma gelebilecekleri düşündükçe bazen eşikten adımımı dışarı atmam bile dakikalar sürüyor. Ama umumi tuvalet bir bela, ölümcül bir bela, iç organlarıma kadar hayatı bana daraltan nefretin, yok saymanın, aşağılamanın tezahür arenası. Elbette ben de bir gladyatörüm (öyle miyim gerçekten?), her çişim geldiğinde savaşmaya hazır ve nazır biri olmayı bana dayatanlara karşı amansız bir direncim var (bunlar benden beklenenler ve hayır, direncim yok, karın ağrım var).
Güneş yerinde, görünürde de her şey yolunda, yola koyuluyoruz. Yolculuğu çok seven biriyim, yolu izlemeyi, hareket halindeyken değişen mekanlar içinde bedenimin nasıl ilerlediğini düşünmeyi; gideceğim yer çok iç açıcı bir his vermediği zamanlarda bile yolda olmayı seviyorum. Sanırım dünya üzerindeki taşıt araçlarının neredeyse hepsiyle öyle ya da böyle seyahat etmiş biri olarak, ki otostop anılarımdan birinde bir tır kasasında birkaç arkadaşımla beraber sabahı edene kadar uyumuşluğum da var, araba yolculuğu her halükarda kendimi hem güvende hissettiğim, hem de tahmin edilebileceği gibi daha konforlu olduğundan ilk tercihim oluyor. Belki biraz safça, biraz çocukça bir düşünce ama oturur pozisyonda, bedenimi hareket dahi ettirmeden gökyüzünde, suyun üstünde ya da karada yer değiştirme hali bedenimle dünya arasındaki ilişkiyi düşündürüyor bana. Fizik kurallarından bahsetmiyorum burada, az çok anlıyorum nasıl olduğunu. Bunun benim için nasıl bir deneyim olduğunu, arabayla bir yere gitmek gibi sıradan sandığımız şeylerin aslında dünya üzerinde bedenlerimizi nasıl kullandığımız, nasıl hareket ettirdiğimiz, nereye koyduğumuzla ilgili olduğunu düşündürtüyor.
Bedenimi dünyada konumlandıramadığımdan belki de, ya da dünyanın kendisi buna sebep olduğundan, değişen konumlar ferahlık veriyor. Anlık, bazen kısacık. Tebdil-i mekanda ferahlık var, inanıyorum. Olmasa da önemli değil, ben denemeye devam ediyorum.
1994 yılıydı, ben çocuktum o zamanlar. ATV’nin kuruluşunun birinci yılında Savaş Ay’ın Genç Kral diye hitap ederek mikrofonu uzattığı Tarkan (henüz megastar ünvanını almamıştı sanırım), canlı yayında “çişim var, onu söylemek istiyorum” diyerek kahkahayı patlatmıştı. Çok büyük olay olmuştu, koskoca sanatçı halkın karşısında nasıl böyle bir terbiyesizlik eder diyenler bir yandan, adeta kral tacını iade etmesini isteyenler diğer yandan derken ortalık birbirine girmişti. Yıl 1994’tü, ortalık bir şarkıcının çişi geldiği için mi birbirine girmişti hakikaten. 1994 ekonomik krizi yaşanmıyor muydu, savaş yok muydu… Üstelik yerel seçimlerin yapıldığı yıldı, kaldı ki o yerel seçimler bugünün iktidarını belirleyen bir sürecin başlangıcıydı. Ama Türkiye Tarkan’ın çişini konuşmak istiyordu. Çiş önemli bir mevzu, ben o zaman anlamıştım.
Kahve, su, meyve. Başıma geleceklerden oldukça haberdarım. Daha açık ifade etmem gerekirse, çişim gelecek. İstediğimiz yerde durma lüksümüz var diyemem, yolculuğun büyük kısmında otobanda ilerliyoruz. Dinlenme tesisleri gıcır gıcır görünüyor, otoban da yeni, hani derler ya asfalt jilet gibi. Bahsettiğim yolculuk romansı, sidik torbamdaki basıncın etkisiyle buharlaşmaya başlıyor. Sonraki tesiste ya da benzinlikte durup hemen halledebilirim. Aslında her şeyi göze alıp bunu yapmak mümkün. Her şeyi göze almak her zaman mümkün. En yakın yer benzinlik, orada duruyoruz. Tuvaletler içeride, kasanın yanında. Kadın tuvaleti, erkek tuvaleti ve engelli tuvaleti. Şimdi burada durup engelli tuvaletinin cinsiyetsizleştirilmesinin politik analizini yapabiliriz. Ama hatırlatmak isterim ki, çişim var. Ayrıca şans bu ki, engelli tuvaleti sadece kasadan alınan anahtarla kullanılabiliyor. Kadınlar tuvaletine giren arkadaşımın arkasındayım, ben girmiyorum, o kapıyı aralıyor ve ben de bu esnada içeride kaç kabin var, başkaları var mı diye bakıyorum. Tek kabin var. İstersen sen gir ben burada beklerim diyor. Bu esnada birileri kasaya geliyor. Erkekler tuvaletine biri giriyor. Arkadaşıma dönüp sen önden gir diyorum. Neden öyle diyorum bilmiyorum. Kaygımın farkında, hangi cinsiyetin tuvaletine gireceğimden ziyade tek başıma olmamak daha önemli benim için, o da bana yardımcı olmak istiyor. Ama ben bu savaşa hazır değilim, kasanın önünde bekleyenlerle aramızda sadece 5-6 adım var. Arkadaşımın eli kapıyı aralık tutuyor, birbirimize bakıyoruz, aramızdaki görece hızlı akan bu usul müzakere birkaç saniye daha uzarsa dikkatleri üstümüze çekeceğiz, biliyorum, çünkü hep öyle oluyor. Sen gir, benim acil değil beklerim, diyorum. Gladyatör düşüşlerde…
Varmamıza daha birkaç saat var, tekrar yola koyuluyoruz. Sevdiğim şarkıları açıyorum, kafamı dağıtmaya çalışıyorum, varınca hemen denize gireriz oh ne güzel diyorum. İçten içe öfkem büyüyor bu esnada, çişim var ve savaşmak istemiyorum. Otobandan bir an evvel kurtulsak keşke ama daha çok var. Dinlenme tesislerinden birinde duracağız. Çorba içelim mi? Bunu soran da benim üstelik. Bir umut, belki tesislerin kalabalığında arada kaynarım diye düşünüyorum. Arada kaynamayı arzulamak çok ilginç bir his. Kim olduğumu değil aslında, kimlerden olduğumu bilirlerse saldırmaya hazır bir kalabalığın içinde görünmezlik pelerini takmaya çalışıyorum. Onlardanmış gibi görünmeye, hayatta kalmak için her rolü ustalıkla icra etmeye, onların bana yapabileceklerinden korktuğum ya da bazen bu riskten yıldığım ve savaşmak istemediğim için saliseler içinde stratejik kararlar almaya, manevralar yapmaya alıştım. Ama sidik torbamı tamamen alıştıramadım. Yine de elinden geleni yapıyor. Bu beni yavaş yavaş hasta ediyor belki de. Ruhumu yaraladığı yerden çişimi tutuyorum, çişimi tuttuğum yerden hastalanıyorum, hastalandığım yerden isyan ediyorum (bazen sadece içimden, bazen ellerimi yıkarken aynanın karşısında kafamı kaldırıp içerideki herkesin gözlerinin içine dimdik bakarak). Kendimi her zaman, her koşulda, çok iyi ifade etmem gerekiyormuş gibi beklenti var, bana öyle gelmiyor, kesinlikle bu var. Sanki asla iletişim sorunları yaşayamazmışım gibi. Cinsiyetimin bekçiliğini yapmayı kendine hak gören herkese, her istedikleri ve gerek gördükleri anda akıcı bir dille ve onların uygun gördükleri üslupta karşılık vermem bekleniyor. Kendimi (ne olduğumu: “Nesin sen?”) anlatmam, orada bulunmamdaki gerekçeyi açıklamam (o tuvalette veya genel olarak dünyada ne işim olduğunu: “Burada ne işin var?/Yanlış yerdesiniz galiba?”), onlara göre bu soruların yanıtları uygun bulunmadıysa derhal orayı terk etmem gerekiyor (bunu açıklamak çok zor, bir umumi tuvaleti terk etmekten ziyade hayatı terk etmemi arzuladıkları gerçeği sıklıkla yüzüme vuruluyor). Dinlenme tesislerindeki engelli tuvaletleri en görünür yerde olsa da, tek kabinli ve anahtarsız kullanılabiliyor. Yanımdan geçip gidenlerin bakışlarını hissediyorum, engelli tuvaletini kullandığım için ayıplanacağım, ayıplayıp cıkcıklamak için içeri girmemi bekliyorlar. Kapıyı kapatmadan ellerimi yıkıyorum önce, hemen arkamdan müdahale etmek için aniden gelen biri olursa donumu indirmeden bununla uğraşmak istiyorum. Yıllarca öz hakiki trans hayatta kalma tedrisatından geçmiş beynim, saliseler içinde bu çözümü buluyor. Bu esnada hemen kendimi temize çıkarma gerekçemi hazırlıyorum. Ellerimi yıkamam, küresel pandeminin ortasında en son müdahale edilecek şey nihayetinde. Bu esnada temizlik personelinin yaklaştığını görüyorum. Arkadaşım da çıkmış tuvaletten. Ben sanki işimi halletmişim gibi dışarı çıkıyorum. Tamam mısın diye soruyor. Evet, evet iyiyim diyorum. Ona neden yalan söylüyorum bilmiyorum. Aslında bütün mücadelelerimizde her daim birbirimizin yanında dimdik duran kişileriz. Onun da moralini bozmak, keyfini kaçırmak istemiyorum. Bir kere de dünyanın bize ettiklerini tartışmak zorunda kalmadan, domates mi yoksa mercimek mi içelim diye düşünelim sadece. Domates çorbası içiyoruz.
Yol otobandan ayrıldığında artık sadece odaklanmış dışarıyı izliyorum. Hangi müzik çalıyor, dünya üzerinde bedenim nasıl hareket ediyor gibi şeyler asla umrumda değil. Sadece çok çişim var. Arkadaşıma durumu anlatıyorum, tesiste biraz yaptım ama yine geldi çok sıkıştım diyorum. Tamam bir yer bulup çekelim hemen arabayı diyor. Yok öyle yapmayalım. Çalılık falan boş bir arazi görürsek oraya yanaşalım daha kolay olur diyorum.. Artık söyleyeyim, felaketle sonuçlanmadan gideceğimiz yere varıyoruz, endişelenmeyin. Felaket derken, altıma yapmak değil sadece, başımıza bir iş de gelmeden.
Bu yol hikayesi aslında benim her günüm. Her gün yataktan kalktığımda bu yola çıkıyorum. Sadece işemek için verdiğim mücadeleyi, kurduğum stratejileri bilenler anlayacaktır zaten. Bilmeyenler için de anlatmaya çalışıyorum. Tuvaletler üzerinden özellikle son beş yıldır dünya çapında bir transfobi kampanyası yürütülüyor. Kimin nerede işeme hakkı olduğuna, kimin güvende hissetme hakkına sahip olduğuna, kimin kime karşı korunması gerektiğine varan sonsuz tartışmalarda şaşırtıcı olmaksızın üst sınıf, beyaz, natransların sesi nefretle gürlüyor. Cinsel ve cinselleştirilmiş şiddetle, sınıf, ırk, yaş vb. temelli ayrımcılıkların kesişiminde bir mücadele yerine, translar istismarcı ilan ediliyor. Yasalar çıkarılıp tuvaletleri kullanmak yasadışı ilan ediliyor. Aslında bir konuda çok haklılar: tuvaletlerde yaşananlar asla basit değil. Transların umumi tuvalet özelinde kamusal alanda maruz kaldıkları ayrımcılık ve şiddet asla basit değil. Bunları detaylıca anlatanların sözlerine de kulak vermenizi öneririm. Bu esnada kimileri de devrimi beklememizi salık veriyor. Önce devrim, sonra çiş.
Kuzey Ege’nin pek de ağaçlık olmayan, daha çok kısa çalılıklar ve kayalardan oluşan bir bölgesindeyiz. İkimiz de yol kenarlarının işemeye uygunluğunu ölçerek yola devam ediyoruz. Nihayetinde bir küçük ağacın ve kayaların arkasına geçip çişimi yapıyorum. Kuru, sarı toprağa işerken kendimi dışarıdan görmeye çalışıyorum. Issızlığın ortasında, bir kısa ağacın gölgesinde, kayaların ve çalıların arasında işerken nasıl da rahatım oysa. Dünya şu toprak işte, şu yanımdan uçan arı bana neden buradasın, sen nesin, buraya ait değilsin, pis ucube demiyor, yumruk atmıyor, polislere ihbar etmiyor, yok olması gereken bir pislik olduğumu söylemiyor. Biraz ürküyorum popomu sokmasından ama yok, sokmuyor. Dağa, taşa işedim sonunda. Huzurla. Toprak sormadı cinsiyetimi.
Fotoğraf: Ceren Saner’in devam etmekte olan serisi Inside The Ring’den
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.