Benim Canım Trans Sesim

Dış sesim dünyaya her açılışında, o meşum dünya bana bakıyor; mırıltılı ve hırıltılı, suskunluktan sıyrılmış bir çocuğun kocaman sesini duyuyor.

Ses hakkında yazı yazmak zor. Hele ki kendi sesimin serüveni böylesine inişli çıkışlı iken, nereden başlayacağımı ve nereye varacağımı çok kestiremiyorum. Ama bildiğim tek şey, bunu anlatmam gerektiği. Bu yazıya başlamadan evvel aklımdan geçen bir kaç noktayı neredeyse bilimsel bir dille anlatma ihtimalini düşündüm. O ihtimal dahi içimi bunalttı ve hepsinden vazgeçip sadece hislerimi anlatmaya karar verdim. Nihayetinde kelimeler döküldü; 37 yaşındaki bir transın sesine dair bir yazı okuyacaksınız. 

Sesimin serüveni derken abartmıyorum, bu serüvenin kendisi zaten doğrusal gitmediğinden olsa gerek, anlatısı da zikzaklar çiziyor. Karşılaşma anlarımızı düşünün; benimle, bir başkasıyla, herhangi biriyle… O anlardaki sesleri ve seslere dair hemencecik vardığınız yargıları düşünün. Sizin sesinize vurulan damgaları düşünün. Sesini mecburen kısanların, sessizliğe kaçanların anlatısını nasıl duyacağız? Şimdi anlattığım, kendi serüvenimin sadece bir kısmı.

İç sesim

İç sesimle ilgili yazma fikri ilk başta ilginç gelse de biraz düşününce en zorlusununbu olduğunu ve bu yüzden de en başta ortaya dökmem gerekenin yine ta kendisi olduğunu fark ettim. İçimden pek konuşmam. Daha çok mırıldanırım. Öyle zihninde uzun uzadıya planlar yapan, şu olursa böyle yaparım diyen biri de değilim. Yaşantımın çalkantılı, bol sürprizli ve göçebe hali iç sesimi de şekillendirmiş olsa gerek. Çocukluğumun suskunluğu ile yetişkinliğimin mücadele serüveni süresince iç sesim pek ton değiştirmedi. Bir mucize olsa da iç sesimi duyurabilsem size, nasıl olurdu diye düşünüyorum; hayalimde kendimi iyi hissettiğim ses değil iç sesim, benim çıplak halimle ben olarak iyi olduğum ses.  

Kendi sesinizi ilk defa bir ses kaydından duyduğunuz anı hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum. En azından, aklıma düşen ilk anıyı çok net hatırlıyorum. Çocukluğumda kasetçaların kayıt tuşu mucizevi bir evrenin kapılarını açmıştı bana. Az evvel bahsettiğim suskun çocukluğumda hayallerimi, fikirlerimi dile getirme ve kayda düşme fırsatım olduğunu fark ettiğimde çok heyecanlanmıştım. Bir arkadaşımla sürekli oynadığımız bir atari oyunu vardı. İki kişi oynanabiliyordu ve karakterlerin tipi aynı olsa da biri mavi, diğeri ise pembe renkliydi. Ben mavi karakterle oynuyordum, arkadaşım da pembe. Kasetçalarla kayıt yapmaya heveslendiğimizde, hayal gücümüzü hiç zorlamadan ne yapacağımıza hemen karar verdik; radyo programındaymışız gibi kayıtlar almaya başlamıştık. Benim radyodaki adım Mavi, arkadaşım adı da Pembe’ydi. Babamın kaç tane kasetinin üstüne kayıt yaptık hatırlamıyorum ama müzik dinlemeye kalksa onu bir takım sürprizler bekliyor olacaktı elbette. Neyse ki o zamanlar maçları radyodan canlı dinlemek dışında kasetçalarla pek muhattap olmuyordu. Televizyonun ev halkı üzerinde artan egemenliği sayesinde kasetçalar bana kalmıştı, kayıt tuşuna basarak kendime kurduğum küçük evrende artık daha çok sesimi çıkarıyordum, duyuyordum, hayali bir dinleyici kitlesine duyuruyordum. İç sesim dışa akıyordu, o sesi sadece kendim dinliyor olsam da. Kendi sesimi ilk duyduğum zamanlar çok şaşırmıştım. O şaşkınlığı ve yabancılık hissini bilenleriniz vardır. Sesli konuşsam da kendi duyduğum sesim o değildi sanki, kaldı ki içimden duyduğum sesim yani iç sesim hiç öyle değildi. Bu çocukluk anısı yıllar sonra yine vuku bulunca şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Benim sesim kadın sesi değildi ki hiç bir zaman. Kaldı ki kadın sesi neydi? Ama bunları bana söyleyen, düşündürten bir dünya vardı. İç sesimi duymayan, asla duyamayacak olan bir dünyaya sadece dış sesimle ulaşabiliyordum. Madem öyle, dış sesim ne diyordu o dünyaya? 

Dış sesim

Telefonla konuşmaktan hiç haz etmeyenlerdenim. Buna dair binbir türlü sebep sayabilirim fakat lüzum yok. Yazının gidişatından da anlayacağınız üzere sesime atfedilen cinsiyetli hitapların herhangi birine maruz kaldığımda, kaçıp bir tenhaya sığınmak isterken buluyorum kendimi. Yersiz, yurtsuz kaldığım o saniyelerde içim sıkıştıkça artık konuşma hevesim de kalmıyor çoğu zaman. Belki de diyeceğim çok mühim şeyler, konuşulması gereken konular, çözülmesi gereken sorunlar vardır. Hepsi buhar olup uçuyor, sesim sessizliğe dönüyor ve konuşmanın sonlanıp, nihayet elimden telefonu bırakacağım anın tahammülsüz bekleyişi kalıyor geriye. Telefonun bir kusuru yok esasında, insanların genel hadsizliği deyip geçebiliriz. Ama ben öyle kolaya kaçmayacağım. Ses ile bir hesaplaşmaya düşmüşken, trans sesimin başına gelenleri az da olsa anlatabilmeyi dert edindim bir kere. Tanımadığım kişilerle konuşmam gerektiğinde, bilmediğim bir numara aradığında hemen o anda tarifi zor bir telaşa düşüyorum. Nereden, kimin aradığı belli değilken, hele bir de kimliğim rengine istinaden, mesela resmi kurumlarla irtibatta cinsiyetim hangi sese düşecek ya da hangi seste cisimleşecek diye yana yakıla düşünedurayım, telefon çalmaya devam ediyor. Açıyorum, konuşmaya başlıyoruz. Sesimin ve mevzunun tonuna göre, Ari Hanım ya da Ari Bey diyor karşı taraf. Sanmayın ki konu sadece Hanım ve Bey ile bitiyor, mesela Bey diyen bir “bey” varsa karşımda dangıl dungul bir tavra maruz kaldığım çok oluyor. İkinci çoğuldan ikinci tekil hitaba geçen karşıdaki ses, iletişime adeta ışık hızında devam ederken ben çoktan başım dönmüş halde olan biteni, söylenenleri idrak etme çabasında bir takım hırıltılar çıkarıyorum. 

Yüzyüze konuşurken ise ağzımı açtığımda karşılaşılan şoka, karşımdakilerin kendi muhakeme yeteneklerine karşı duyduğu şaşkınlık ve öfkeye bizzat şahitliğim ile taçlanıyor yaşanılanlar. Bu şok ve şaşkınlık halinin yarattığı anlık histen sıyrılıp, kimi zaman varlığımı sorgulamaya kapılıyorlar. Hemen sonra, biraz daha farkına varınca işi düpedüz öfkeli tepkilere ve şiddete vardıranlar da oluyor. Hangi mahallede yaşasam, sokağımdaki esnaftan alışveriş yapmak yerine biraz daha uzağa gidip, mesela alt mahalleye ya da üst sokağa geçip, kendimi ve adresimi biraz da olsa güvene aldığım zamanlar o kadar çok ki. Bir ekmek almak için bütün mahalle esnafının ateşlediği fobiye ve farklı türlerden şiddete maruz kalma ihtimalim ağırıma gidiyor, ama bazen bu ağrıma giden şeylere karşı el yordamıyla geliştirdiğim küçük stratejiler hayatta kalmamı sağlıyor. Evlerimizde dahi rahat uyuyamadığımız bu dünyada, iç sesim dış sesime fısıldıyor usulca: ​​mücadeleyi sürdürmek için önce hayatta kalmam lazım. Hal böyleyken, dış sesim akrobaside dünya rekorlarını kırıyor. 

Mutluluğumun sesi ise, sevincin ve neşenin barışçıl ifadesinin erkekliğe handiyse yasaklı olduğu bu topraklarda kadınlığa atfediliyordur belki. O zaman da sesim bir sözceden çok mırıltılar çıkarıyor; belki tizleşiyor zaman zaman, ip cambazı sesim doyasıya kahkaha atmayı özlüyor. 

Dış sesim için kimi zaman hırıltı, kimi zaman mırıltı derim. 

Dış sesim hırıltılar ve mırıltılar arasında kendince bir takım şeyler anlatıyor dünyaya. Fikrimin ve zikrimin ne olduğunu, önemini ve değerini yadsıyan bir damga vuruluyor sesimin tam orta yerine. Maruz bırakıldığı bu tantana içinde, hırıldayan ve mırıldayan dış sesim bana ait, benim sesim. Benim canım trans sesim, kendimi her duyduğumda göğsüme alıp okşadığım, onlar ne derse desin, ister Bey ister Hanım atfedilsin, Ari’ye ait olan sesim. Dış sesim dünyaya her açılışında, o meşum dünya bana bakıyor; mırıltılı ve hırıltılı, suskunluktan sıyrılmış bir çocuğun kocaman sesini duyuyor. 

Dünyanın sesi

Gırtlağımdan dünyaya açılan yeni bir evren kuruyorum durmaksızın. Dünyanın sesi asla susmaz. Şimdi yağmur yağıyor mesela, yağmurun sesi yok oysa ki. Ama yağmur damlaları, dünyanın, yani havanın, suyun, toprağın her noktasına değdiğinde bir ses çıkarıyor, biz ona yağmurun sesi diyoruz. Yağmurun sesini dinleyip romansa düşenler ile aynı sesi duyup telaşa kapılanlar olarak hepimiz bir arada, dünyanın sesinin hangi hissimizde tınladığına göre şekilleniyoruz. Bitmek bilmez bir şekillenme bu; geçişken, değişken, kendiliğinden. 

Sesimin dünya ile her karşılaşma anı da böylesi bir haller silsilesi içinde akıp gidiyor. Son bir yılda dördüncü kez değişen sesimin hikayesini anlatsam, dünyanın sesiyle çetrefilli ilişkim de çıkar belki ortaya. Bu hikayenin benim için çok büyük bir anlamı olmasının yanı sıra, dünyanın sesine karışmaya çalışan ve kimi zaman o sese kafa tutan, bu esnada nefessiz kalıp yorgun düşen gırtlağımdaki düğümleri çözmek için bir çaba içindeyim.

Kasetçalarda sesimi kaydettiğim çocukluk günlerimin ve yıllar sonra sahnelere çıkıp punk grubumla konserler verirken mikrofona haykıran ilk gençliğimin ardından, iş güç sahibi olup da konferanslarda ciddili konular konuşurken, araştırmalarımı anlatırken yine mikrofonlarda tınlayan tok sesimin serüveninde bu son yılın ayrı bir yeri var. Hormon kullanmaya başladığım bu yılın ilk aylarında sesimdeki hızlı değişimi henüz yeni yeni içselleştirmeye başlamıştım. 35 yıldan fazladır aynı sese sahiptim de hormonla değişti diyemem zaten, hep değişiyor ve dönüşüyordu. Ancak testosteronun etkisi için hızlandırılmış ergenlik dersek fena bir benzetme olmaz bence. Bu hızlandırılmış sürecin etkilerinden biri de ses tellerinde ve gırtlaktaki fiziksel değişim ve bunun elbette sese olan etkisi. Kişiden kişiye farklılık gösterse de benim pek de tiz olmayan ve derinden olan sesimi hızlıca etkilemeye başlamıştı; rahatlatıcı bir yanı da vardı bunun çünkü artık alışkın olduğum tonda konuşurken sesim daha yüksek yani daha kolay duyulabilir halde çıkıyordu. Gelgelelim serüvenimdeki pek çok şey gibi bu durum da dümdüz ilerleyemedi. Kısa bir süre sonra bazı nedenlerden ötürü hormona ara vermem gerektiğinde sesimdeki darmaduman değişimi belki de sadece ben fark ettim. Zira ne öncesi gibiydi, ne daha eskisi gibi, arada bir yerde, bekleme halinde bir sesim vardı artık, nereye eseceğini şaşırıp yavaş yavaş hortuma dönen bir rüzgar gibi uğultulu kalakalmıştım. İnternette bulunan yüzlerce (belki de binlerce) testosteron bazlı ses değişim videosunun ortak anlatısına bakarsak, sesinin değişimiyle birlikte daha rahat bir şekilde konuşan trans erkekleri görebiliriz. Elbette trans erkeklerin hepsi testosteron takviyesini tercih etmiyor, ancak kullananların deneyimlediği değişimleri kayıt altına alıp paylaştıkları videolardan bolca bulunuyor. Gırtlağımdaki uğultulu hortumun uzun sürmeyeceğini bilsem de sabrımı zorlayan anlara dünyanın sesi ziyadesiyle katkı sundu. Arada kalmışlığımı bir hata gibi yüzüme vurmaktan çekinmeyen dünya, bunu tercih etme ihtimalini dahi elimden almaya çalışıyordu. Ne idüğü belirsizliğimin, tahammülsüz bir dünyanın sesine karışamayışını deneyimlemek, çocukluğumun suskunluğundan daha büyük bir taş gibi oturdu içime. Dünya asla susmuyordu ama benim ses çıkarmam gittikçe zorlaşıyordu. 

Derken yeniden hormona başladım. Bir yıl içinde dördüncü kez ses tellerim ve gırtlağımla tanışmam gerekiyor, dünyanın da benimle tanışması demek oluyor bu, yine ve yeniden… Dünyanın sesine ses kattığımı söyleyebilirim, renk kattığımı dahi iddia edebilirim. Ancak bu kadar keyifli bir deneyim değildi, sadece bilmenizi istedim.

Benim sesim

Dile getiremediklerimi yok saymayın lütfen. Konuşmayı bilsem de sesimi duyurmak her zaman tercihim olmadı. Dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım, çok eksiği kalsa da şimdilik sesim buna yetti diyelim. Sesimin çoğulluğunu sahiplenmeyi öğrendim, her şeye rağmen. Bazen sadece ciddi konuştuğum için kızgın, sakin konuştuğum için özgüvensiz sanılıyorum. Varsın öyle olsun demeyi de öğrendim. İki cinsiyete bel bağlayan, o cinsiyetlere atanan seslerin rengine, tonuna, düzeyine göre bir takım farazi karakterler yaratan bir dünyada benim sesim, sadece benim mi bilmiyorum. Ama o benim canım trans sesim; mırıltılı, hırıltılı, uğultulu. 

Görsel: “I with in” by Kalki Subramaniam.

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.

Author

Bir Cevap Yazın