Karanlık Kuyularda Yaşam Haklarımızı Aramak

Şiddet tekerrür eden bir gelenektir. Toplumsal eşitsizliği beraberinde taşır. Sosyal kapsayıcılıktan uzak politikaların yeniden üretilmesine izin verir. Devlet-aile ilişkiselliği arasında gerçekleşir, toplumsalda öncelikli olarak kadınlar ile LGBTİ+’lar üzerinde pekiştirilir. Kimlikler, bedenler, inançlar, kültürler kişilerin geleneksel olanın dışında kalan bir alanda kendisini var ettiği/etmeye çalıştığı oluşlardır. Ne gelenekseldir ne de farklı… Kişilerin yaşam hakkı içerisinde hepsi güvence altında tutulmalıdır. Şiddetin siyaseti toplumsal nefreti yeniden üreterek öfkelendirdiği halkların birbirinden kopmaması için tutundukları nedenleri de ortadan kaldırır. Şiddetin birleştirici olmaktan uzak, her anlamda zarar verici bir şey olduğu ayrımına varabildiğimizde ancak güçlü sayılırız. Şiddet ekerek, toplumu belirli çıkarlar doğrultusunda birbirinden koparma çabaları belirli bir noktaya kadar işlevselliğini korusa da sonucunda yıkılacak olan yine toplumdur. 

Geleneksel yaşam kodlarına hakim anlayışın, kuşaklar arasında farklılıklar göstererek olumlu değişkenlikle ilerlediği; fakat bugün cinsiyet/cinsel yönelimler, din, dil ve ırk bağlamında siyasala alet edilerek toplum olarak geçmiş karanlık çağlara doğru geri taşındığımız gerçekliğinin de içindeyizdir. Bu tezatlığı yaratan formun müttefikleri ise aile ve devlettir. Ailenin toplumsal, sınıfsal aidiyeti ne olursa olsun, ezbere tutunduğu gelenekler devletin mirası olarak hükümetler aracılığıyla aktarılarak yerini her daim korur. Toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında sürekli olarak yeniden üretilmeye çalışılan eşitliğin ise salt “kadın” ve “erkek” (ve hepsinin hetero sayılması) üzerinde kurgulanarak kadınlara ve LGBTİ+ çocuklara/yetişkinlere aslen ait oldukları kimlikleriyle hane içinde ve kamusal alanda yer verilmediği gibi, günü gelince onları kapı dışarı eder. Ruhen güçlü ve şanslı olanlar hane kapılarını günü gelince kendileri vurup çıkabilirken, ruhen güçlü ve şanslı olmayanlar hane içinde yaşayacakları her türlü şiddeti de içeren hayatlarını çetin şartlarda sürdürmek zorunda kalabiliyor.

Çok uzak zamanlardan bahsetmiyorum. Çünkü kadınlar ve LGBTİ+’lar her çağda potansiyel tehlike olarak lanse edilmeye çalışılıyor. Dünyanın elindeki -belki de- en parlak/en kuvvetli malzemeyiz, birilerinin başı sıkıştığında kriminalleştirilerek topun-tüfeğin önüne servis ediliyoruz. Bilmiyorlar değil elbette; biz kışlalarımızı çoktan terk ettik, farkındalar. Fiziksel veya ruhen, biz doğuştan göçmeniz. Dünyadaki tüm göçmenlerle eşitiz. Yurtsuzlaştırılmayı, aidiyetlerimizden koparılmayı, benliğimizi bulmaktan çok uzaklara itilmeyi, korkutulmayı, ölüme sürüklenmeyi hepimiz çok iyi biliyoruz. Ama bu demek değil ki insan haklarından en çok ve sürekli LGBTİ+’lar sorumludur. Akıl sağlığımızı korumakta bile zorlanmaya başladığımız şu günlerde, sırtımıza bindirilmeye çalışılan vicdani yükleri göğüsleyebilecek en ufak bir inisiyatifimiz kalmadı. Tersini iddia etmek; uçucu hatıraların altında, toplumdan kendisini soyutlayarak inzivaya çekilmiş geleneksel emekli solcu çabaların bayatlığından kaynaklı. Dünya her gün güncellenirken, düştüğümüz karanlık kuyularda haklarımızı arıyoruz. Çünkü korumamız gereken, bir an olsun vazgeçmeye niyetlendiğimizde içerisinde haklarımızı aradığımız kuyunun üzerinin örtülebileceğinin ve uzun yıllar sürebilecek bağnaz inançlar uğrunda mahkum edileceğimizin farkındayız. Tıpkı İran gibi… Bunun üzerine eleştirilerek vicdani hizmet yükünü ele almamızı kimse sadece LGBTİ+’lardan beklememeli. Yaşam hakkı çağlar boyunca herkese tanınmayan/herkesin erişemediği/kişinin kendisi için yaratmasına izin verilmediği bir hak sorunudur. Bu sorunu her kim/kimler teşkil ediyorsa, hesabı ondan/onlardan sorulmalıdır. 

Kamusal alandan itilerek yok sayılmaya çalışılan kişilerin kadınlar ve LGBTİ+’ların olduğunu her defasında çekinmeden niyetini ortaya koyan bir yönetim, tutunduğu radikal İslam/din yasaları bağlamında tahayyül ettiği Türkiye hayalini bizlere her fırsatta açıklamalarla, hedefe koymakla ve/veya yasaklamalarla göstermekte.

Örneğin; Ensar Vakfı’nda 45 çocuğa tecavüz edilmesi. Gülistan Doku’nun bulunamaması. Ahmet Yıldız’ın katili olan babasının yakalanamaması. Yakılarak öldürülen Hande Kader cinayetinin ardının sorgulanmaması. Trans intiharlarının hesabının verilmemesi. Bağı olan ya da olmayan erkekler tarafından katledilen kadınların cinayetlerinin aydınlatılmaması. Suç kapsamında sayılamayan/sayılmayacak gerekçelerle Gülşen’in tutuklanması… 

Yani sıralanan örneklerin, biriken dava dosyalarının, toplum içerisinde suç makinesi gibi gezmelerine izin verilen insanların ne önü var ne de ardı! Bu örneklere ek olarak ise geçtiğimiz haftalarda yapılmasına mani olunmayan, aksine nefret videosunun RTÜK tarafından “kamu spotu” kabul edilip yayınlanmasına müsade edilerek alenen desteklenen LGBTİ+ karşıtı “Büyük Aile Buluşması” gibi çağımızda karşılığı olmayan kötü bir performansı okumak/izlemek/yaşamak zorunda bırakıldık. Türkiye şimdi de sözde “kadının ve erkeğin birlikteliğinden oluşan aile kurumunu güçlendirecek değişiklikler” ile LGBTİ+’lara yönelik ayrımcı bir tasarı ile karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Hükümet, özünde zaten dejenere olmuş aile yapılarını iyileştirmeye çabalamak yerine, LGBTİ+ çocukların güvenliğini bir kenara atıp LGBTİ+ yetişkinleri bu çürümüşlüğün içerisinde kavgaya tutuşturuyor ve Talibanizm inşasına tuğla üzerine tuğla diziyor.

Afganistan, Çeçenistan, İran gibi ülkelerin çerçevelerine baktığımızda dünyanın başka karanlıklarında hak mücadelesi veren kadınların ve LGBTİ+’ların olduğunu bilmek/görmek; tutucu/başka bir seçim hakkına olanak tanımayan inanç politikalarıyla sırtları enkazdan doğrulamayan yönetimlerin belki bir gün gemilerinden kaçtıklarına da hep birlikte şahit olacağız. O zamana kadar, artan baskılara karşı ve bile isteye yıpratılan hayatları yeniden canlandırmak adına gereken mücadeleler ancak dünyadaki tüm toplumların birlikteliğiyle mümkün olacak gibi görünüyor. Umuyorum ki; başka bir zamanda kapatıldıkları karanlık kuyuların kapaklarını açabilmeyi başarmış toplumlara emek vermiş olanlar, birimizin bile tutsak olduğu bu dünyada aslında hiçbirimizin özgür olmadığını hatırlar ve Türkiye’deki kadın ve LGBTİ+’ların onurlu mücadelelerine daha fazla kulak kesilirler. Çünkü bu karanlık kuyularda haklarımızı ararken kullandığımız el feneri bu sınır ötesi dayanışma. Öyle olmaya da devam edecek.

Author

1 Comment

Bir Cevap Yazın