Denizkızlarının Ten Rengi ve Labirentten Çıkış Yöntemleri

Bir çocuk var. Kendine benzer hiç kimsenin olmadığını sandığı, böyle bir yakınlığı hiç deneyimlemediği, bir labirentin ucundaki dar ve karanlık bir dünyada yaşıyor. Yalnız. Yalnızlığı başkaları tarafından sürekli hatırlatılıyor ona. Dalga geçiliyor, oyunlara alınmıyor. Hırçınlaşıyor. Hırçınlaştıkça daha da yalnızlaşıyor. Bir şey var: bir duygu, içinde sıkışmış bir hikâye. Nefes almak için her yüzeye çıkma çabasında herhangi bir karşılık, bir cevap bulamadığı için daha da derinlere itiliyor. Bastırıyor çocuk hikâyesini. Bastırılanın sonu malum: çirkin bir maske takar ve geri döner. Bu geri tepmelerin birinde fazla ileri gidiyor çocuk ve apar topar ‘‘doktora’’ götürülüyor. Hasbelkader, doktor diye götürüldüğü psikolog anlıyor çocuğun çıkışsızlığını. Dinliyor onu. Görüyor. Bir roman öneriyor ona. Okuyor çocuk. Tam anlamlandıramasa da romandaki bir şey, bir ses, sayfalardan doğru çocuğun içindeki hikâyeye dokunuyor. Onu çağırıyor. Bir düğüm, yavaş yavaş da olsa çözülmeye başlıyor. 

Mevzubahis roman, benim için Jeanette Winterson’ın Vişnenin Cinsiyeti romanıydı. 14-15 yaşlarındayken ilk okuduğumda içimde var olduğunu bile bilmediğim bir yere gelip kurulmuş, haberdar olmadığım (o yaşlarda haberdar olduğum çok az şey vardı zaten) bir boşluğu doldurmuştu. Ondan önce okuduklarımda ya bir hakaret olarak geçiyordum ya da esamem hiç okunmuyordu. Kendimi henüz tanımasam da görebiliyordum. Edebiyatın ve altında bulunduğu çatı olan sanatın ne işe yaradığını, cevabı bildiklerini sanarak yanlı bir şekilde sorgulayanlara, naçizane bu hikâyeyi anlatmayı uygun buluyorum. Hayal kurmaya, kurduğumuz hayallerle kendimizi kandırmaya, onlara inanmaya, bu kandırmacadan ‘‘gerçeklikte’’ yaşadıklarımızdan çıkardığımıza yakın (belki de daha fazla) bir tatmin çıkarmaya teşne varlıklarız. Söylentiye göre dünya üzerindeki sözde üstünlüğümüzün sırrı da burada yatıyor. Çocuğun romanda bulduğu benzeyişin, var olabileceğine hiç inanmadığı birliğin mekanizması böyle işliyor. Çünkü bu karşılaşma sayesinde çocuk hayal kurmaya başlıyor. Bir gün yalnızlığına bir anlam ya da bir son bulabileceğine, kendini özgürce ifade edebileceği birliktelikleri olabileceğine dair bir inanç doğuyor içinde. Bu hayal mevcut durumuyla başa çıkmasına yardımcı, durumunu değiştirmek için bir arayışa girmesine destek oluyor. Düğümden çözülen ip, labirentten çıkış için bir yol göstericiye dönüşüyor.

İlk adımın ardından çıkış yolunda, karanlık yolun duvarlarına belli aralıklarla yerleştirilmiş meşalelere denk geldim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Vişnenin Cinsiyeti’nden sonraki ilk durağım Paranın Cinleri oldu. Murathan Mungan’ın bu kısa hatıratını bir dedektif gibi okuduğumu hatırlıyorum. Kendime yakın bir şeyler arıyordum satır aralarında. Buldum da. Üstü örtülü de olsa, içinde bulunduğumdan bambaşka bir sosyoekonomik çevrede geçse de olaylar bir ışık, bir sıcaklık, devam etmemi sağlayan bir güç oldu benim için. Kendime güvenim, yüzleşmeye cesaretim arttıkça puslu, mistik anlatımlar yetmedi; daha sert, daha doğrudan bir şeyler arar oldu aklım. küçük İskender’i buldum. Onun bıçak darbesi şiirleriyle yatıp kalktım yıllarca. Aklımda yazmak da vardı ama İskender gibi kendimi kesip, akan kanları kâğıda dökmek bana göre değildi. Belki canım çok tatlıydı, ya da o kadar şairliğim yoktu. Labirentin tünelleri çatallanırken yol ağızlarından birinde Karanlığın Sol Eli’ne denk geldim. Ursula K. Le Guin’le öğrendim hikâye anlatmanın tek yönteminin kan dökmek olmadığını; yalnızca içini açmanın değil, hayalindeki dünyaları açmanın ve bu dünyaların olasılıklarını araştırmanın da önemli olduğunu; böyle de yazılabileceğini. Genişledi yol, ferahladı. Bu genişlik bir sürü yazar tanıştırdı bana. Meşalelerin sayısı arttı, araları sıklaştı. Onların sayesinde tünelin sonuna daha az korkuyla ulaştım.  

Labirentten çıkıp (bu ülkede ne kadar çıkılabiliyorsa) hikâye anlatmaya kalkıştığımda; ben de, hem kendi çocukluğuma hem de benimle benzer dar alanlarda var olmaya çalışan çocuklara ekmek kırıntıları bırakmak istedim. Ancak ne zaman kendimi, yaşadıklarımı birebir yazmaya kalkışsam aynı duvara tosladım. Yazdıklarınızı kurgunun (ki kurgunun yaşanandan bağımsızlığı ne kadar mümkündür, bilemiyorum) içine bile saklasanız, tekrar tekrar yaşıyorsunuz ve bu tekrarın bedeli kaldırılamayacak kadar ağır oluyor çoğu zaman. Yazmak yalnızca kendini anlatmak değil çünkü, aynı zamanda kendini anlamaya çalışmayı, kendinle hesaplaşmayı da içeren bir eylem. Her cümlede yaşananın başka bir yerine takılıp düşebiliyorsunuz ve kalkmanız her zaman mümkün olmuyor. Bu noktada hikâyenizle aranıza mesafe koymak, belli bir uzaklıktan bakmak işe yarayabiliyor. Başarısız birçok denemeden, sonuçsuz arayıştan sonra bu mesafeyi fantastik edebiyatta buldum. Belki de beni kabul etmeyen ‘‘gerçeği’’ bu şekilde dönüştürmeye çalıştım. 

Lilly Wachowski, Netflix Film Kulübü’ne verdiği kısa bir röportajda bu durumu şöyle özetler: ‘‘Translar (bu durum özellikle ben ve Lana için geçerli) kelimelerin olmadığı bir boşlukta varlık gösterebiliyorlardı. Dolayısıyla her an hayal dünyasında yaşıyorduk. Bu yüzden bilim kurguya ve fantastiğe yöneldim, bu yüzden ‘‘Dungeons and Dragons’ oynuyordum. Hep yeni dünyalar kurmakla ilgileniyordum.’’ Varlıkları devlet tarafından tehdit olarak görülüp kenara, köşeye itilenlerin, dışlananların sanatın görece güvenli gölgeliğine sığınmaları gibi,  queerler de fantastikte kendilerine bir yer arıyorlar. Kulağa kaçak dövüşmek gibi tınladığının farkındayım ama aslında bu da yüzleşme yöntemlerinden biri. Hatta Ursula K. Le Guin’e göre ‘‘fantezi belki de gerçek hakkında konuşmak için kullandığımız en eski edebi araç.’’ Ben de bu aracı kendim gibi queer karakterler yaratmak için, onların hikâyelerini anlatmak için kullanıyorum. Böylece kendimce güvenli bir alandan derdimi anlatabiliyorum. 

Bu aracın getirdiği bazı kolaylıklar olmasına rağmen, ciddiye alınmamak gibi çok önemli bir sorunu da var aslında. Kurulan fantastik dünyayı hayata hiç sirayet etmeyen, fizik kurallarından azade kendi yağıyla kavrulup pişiyormuş gibi algılayan okurlar çoğunlukta. ‘‘Gerçek’’ hayattan kaçarak buldukları bir yudumluk nefesi o okurlara çok görmemekle beraber, bu bile bile lades çok ciddi sonuçlar doğurabiliyor. Fantastiğin kural tanımazlığı unutulup, fanteziyle yaratılmış dünyalardan birindeki o dünyaya özel koşulları aşırı benimseyerek, gerçek hayattaki birtakım politik mekanizmalardan hiç de uzaklaşamayarak bu koşulları muhafazakarca savunabiliyorlar. 

Oysa her fantastik yapı, katı duvarlarla örülmüş bir binadan çok, diğer dünyalara açılan birer kapı gibidir. Siyah denizkızlarına karşı çıkanlar bunu görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Evrile evrile bir çocuk masalındaki bir karaktere dönüşmüş kadim bir tanrıçanın, o çocuk masalının binlerce versiyonundaki bir karakter temsilini o kadar sahiplenmişler ki kendi dar bakışlarının göremediği bir şekilde hayal edilmesine köpürebiliyorlar. Neyse ki fantastiğin bir başka özelliği de farklı zihinlerde, farklı algılarda başka başka çiçekler açabilmesi ve bu çiçeklerin tohumlarını yine başka başka iklimlere ulaştırabilmesi. Yalnızca gerçek ya da gerçekten kaçış fanteziyi var etmiyor. Fantezi de bu tohumlar vasıtasıyla gerçeği etkiliyor; simyanın kimyaya dönüşmesi ya da kafaya düşen elmaların uzaya çıkan roketlere ilham vermesi gibi. Tam da bu yüzden fanteziyi de, fantastiği de ciddiye almak gerekiyor. Siyah denizkızları, ekranlara yansıtılmalarından yüzyıllar önce, fantastiğin özgür dünyasında zaten var olagelmişlerdir. Varlıklarının kimsenin onayına ihtiyacı yoktur. Yazının başında bahsi geçen o çocuk maalesef hala bir yerlerde var ve karanlıktan çıkabilmek için siyah denizkızlarına, queer süper kahramanlara ihtiyaç duyuyor. Gözlerinizi kapatmazsanız, çocuğu da, siyah denizkızlarını da görebilirsiniz.

Author

Bir Cevap Yazın