Bu yazının “Revolución iraní, islam político y capitalismo global” başlıklı İspanyolca orijinali 6 Ekim 2022 tarihinde jacobinlat.com sitesinde yayımlandı. Yazarların düzenlediği IV. Marksist Feminist Uluslararası Kongre‘nin gönüllülerinden biri olan feminist akademisyen Alanur Çavlin yazıyı Velvele için İngilizce versiyonundan Türkçeleştirdi. Makalenin yazarlarından Öztürk, Türkçe çevirisinde bazı düzenlemeler yaptı. Çevirinin son okuması İlker Hepkaner tarafından, Türkçe son okuması da Bawer Murmur tarafından yapıldı.
İran’da toplumsal bir devrim yaşıyoruz ama bu devrimi ve toplumsal hareketi feminist hareket olarak adlandırmak yüreklerde korku, dillerde tutulmaya neden oluyor. Tüm korkulara ve şüphelere rağmen, bariz olan tek bir şey var: Bu, İran’ın her yerinden kadınların ayaklanması. Jina Mahsa Amini cinayetinin ardından ülkeye hızla yayılan protestolar, son yıllarda kadınların zorunlu başörtüsüne karşı mücadelelerinin Enghelab Sokaklarının Kızları ve 2017 & 2019 ulusal ayaklanmaları gibi diğer benzer sivil itaatsizlik biçimlerinin devam ettiğini gösteriyor. Ekonomik, sosyal ve siyasi krizler bu hareketi hızlandırmış olsa da, ayaklanma kadınların sesiyle güçlü bir şekilde bağlantılı.
Mahsa’nın tektiklediği bu fırtınayı, (başka birçok kadını unutmadan), kim görmezden gelebilir? Bu hareketin temel sloganını olan Jin! Jiyan! Azadi! (Kadın! Hayat! Özgürlük!) sözcüklerini fısıldama dürtüsüne kim karşı koyabilir? Bu slogan ilk olarak 1987 yılında Türkiye’deki Kürt feministler tarafından ortaya atıldı. Daha sonra her cumartesi İstanbul’da bir araya gelerek sevdiklerinin zorla kaybedilmesiyle ilgili açıklama isteyen “Cumartesi Anneleri/İnsanları”, bugün sadece İran sokaklarında değil, tüm dünyada yankılanan bu sloganı attı. Mahsa’nın ölümü İranlılar için sıradan bir ölüm değildi. Bu, İran’da her gün işlenen ama medyaya yansıtılmayan devlet cinayetlerinden biriydi. Onun ölümü hepimizin ölümüydü. Mahsa’nın öldüğü hastanenin önünde toplanan orta yaşlı ve genç kadınlar, “Mahsa benim kızım olabilir, herhangi birimiz olabilir”, “Hepimiz Mahsa’yız!” diye bağırdılar. Bu nedenle Mahsa sadece bir kadın değil, İslam Cumhuriyeti’nin sistematik baskısına karşı direnişin sembolüdür. O tüm ezilenlerin, öğrencilerin, işçilerin, öğretmenlerin, marjinalleştirilmiş yoksulların, etnik azınlıkların sembolüdür. Bu grupların her biri İslam Cumhuriyeti rejimi tarafından şiddetle boyun eğdiriliyor. Bu yüzden bu sadece zorunlu başörtüsü için bir mücadele değil, İranlı kadınların her gün evde, işte, okullarda, sokaklarda, kişisel ve özel alanda yaşadığı tüm baskılara karşı bir mücadeledir. Siyasal İslam her yerdedir.
Siyasal İslam, 1979 devriminin yenilgisinden sonra İran’da ortaya çıktı. Siyasal İslam, uzun zaman önce İran sınırlarını aşan, sağ politikanın bir manevrası olarak tüm dünyaya ve özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya, başta Kürtler olmak üzere azınlık haline getirilmiş halklara ve yoksul halk sınıflarına boyun eğdirmek ve bölgedeki anti-kapitalist sol hareketleri devirmek üzere yayılan burjuva ve gerici bir siyasi harekettir. İslamcı rejimler tarafından desteklenen dünya görüşü, yüzyılın başından beri Taliban tarafından yerle bir edilmeden önce Afganistan da dahil olmak üzere Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde ataerkilliğe karşı savaşan kadın örgütlerine yönelik 20. yüzyılda aralıksız yayılan heteropatriarkal kapitalizmin kültürel hegemonyasının bir başka tezahürüdür.
Sorunsalları tarihsel bağlamında ele almak elzemdir, çünkü kapitalizm ve özellikle ataerkillik, olanı ve olamayacak olanı doğallaştırma eğilimindedir. Bu nedenle, 8 Mart 1979’da rejimin kadın düşmanı önlemlerini protesto eden kadın yürüyüşleri, Fars, Kürt, Afgan, Arap, Türk, Amazigh kadınları ile birlikte “kadın” olmanın ve özellikle “Müslüman bir ülkeden kadın” olmanın ne anlama geldiğinin doğallaştırılmasına karşı durmadan savaşan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın diğer birçok toplumunun kadınları gibi sürekli unutuluyor. Sanki Fransız, Bask, Katalan ya da İngiliz kadınlara “Hıristiyan ülkelerden kadınlar” ya da doğrudan “Hıristiyanlar” diyormuşuz gibi!
Siyasal İslam, insan haklarına aykırı ve kadını insan statüsünden yoksun bırakan şekilde farklı sağ akımları içine alan bir rejim ve ideolojidir. Avrupalı, sosyalist, ırkçılık karşıtı, sömürgecilik karşıtı ve sömürgecilik sonrası feminizmlerin bu bağlamın özgüllüğünü anlamaları ve böylece hiçbir tür özcülüğü yeniden üretmemeleri önemlidir: “Kadın doğulmaz, kadın olunur” prensibi radikal feminist pratiğin tohumu olmalıdır. Bizim için “Siyah” veya “Müslüman kadın” olmadığı gibi, “kadın” da yoktur ve buna inanmak bir fetişizm egzersizidir. Kadınlar çoğul olarak; biyolojik veri olarak değil, sosyal sınıflar olarak vardır. Tıpkı Siyahların ve Müslümanların biyolojik veri olarak değil, sosyal sınıflar veya gruplar olarak var olmaları gibi. Varlığımızı biyolojik varlığa indirgeyerek doğallaştırmıyoruz.
Kadın ve erkek olarak doğulmaz, aksine ataerkil, kapitalist ve sömürgeci tahakküm dinamikleri içerisinde bu kimlikler bizlere dayatılır. Benzer şekilde, İslam’ın hükmettiği ülkelerde yaşayan kadınların, bu ülkelerde hayatlarımızı sürdürmekten memnun, ebedi ve gerçek Müslümanlar olarak tanımlanması ve Siyasal İslam’ın dini inanç ve düşüncelerimizi temsil ettiği varsayımlarını kesinlikle reddediyoruz.
Herhangi bir ülkede kadına yönelik şiddetin siyasal yapılarını bulanıklaştıran, görünmez kılan ve doğallaştıran din, kültür, her türlü toplumsal olgu ya da kimlik niteliğinin fetişleştirilmesine karşı mücadele etik-politik bir görevdir. Kendimizi sosyalist feministler olarak tanımlarsak bu sorumluluktan kaçış yoktur. Siyasi kimlikler her zaman siyasi yapılara aittir; ufkumuzda çok kültürlü kimlik politikaları değil, herkes tarafından hayal edilmesi, örgütlenmesi ve inşa edilmesi gereken yeni siyasi, ekonomik ve sosyal yapılar vardır ve olmalıdır. Özgürleşme ve özgürlük için düşünmek, konuşmak ve savaşmak için belirli bir kimliğe sahip olmak değil, durumsal, yani bağlamına oturan bir bilgiye sahip olmak gerekir. Bu nedenle, küresel feminist hareketin, halklarının özgürlüğü için savaşan Kürt kadınlarını dikkatle izlemesi, sayıları hiç de az olmayan İranlı, Afganistanlı, Türkiyeli, Amazigh, Mısırlı ve Tunuslu kadınları anlamak için okuması ve onları dinlemesi, Siyasal İslam’ı ve tıpkı emperyalist rejimlerde olduğu gibi Siyasal İslam’ın da para, silah ve inanç yoluyla toplumların çeşitli sektörlerinde hegemonya yaratma yollarını anlaması, üzerlerine tartışması ve bunları görünür kılması gerektiği konularında ısrarcıyız.
Bizim radikal feminist praksisimiz anti-kapitalist mücadeleyi amaç edinir ve Marksist analizimiz siyasal İslamın, soğuk savaş sonrası küresel kapitalizmin yapılarına entegre olmalarını sağlamak için şiddetle militarizmin konuşlandırıldığı bu bölgelerin seçkinleri ve sağcı kesimleri tarafından kullanılan bir yönetim ve kontrol aracı olduğuna tekrar tekrar işaret etmekte ısrarcıdır.
Mahsa’nın Sakkız’daki mezarında yas tutan kadınlar, başörtülerini çıkardılar ve sanki tüm kimliklerini ve kişiliklerini sömürgeleştiriren vücutlarına vurulmuş bir zincirden ziyade Kürt dansının bir parçası olarak gerçek işlevini bulmuş mendiller gibi gökyüzünde salladılar. Bu olağanüstü mesaj, sokaklarda öfkeli yumruklarla ve saçlarında rüzgarla yürüyen kadın ve erkeklerle İran’ın her yerine ulaştı: “Baskı altında yaşamayacağız!” Uzun süredir sessiz sedasız olan üniversiteler ve okullar şu anda başörtüsünü çıkarıp bölümlerinde ayaklanan kadınlarla dolu ve İran’ın en küçük ve en yoksullaştırılmış şehirlerinde bile bu bağırışları yankılanıyor. Ve fakat İran’da ilk defa “erkek kardeşim” yerine “kız kardeşim” diye bağıranların sesini duyuyoruz.
İnsanlarda hem umut hem korku bir arada görülse de bu şanlı ayaklanma Kürtler, Türkler, Farslar, Gilakiler, Lorlar, Beluçlar gibi halklar arasındaki birliği ve dayanışmayı ifade etmektedir. İslam Cumhuriyeti bu görkemli gösterileri savaş alanına çevirirken insanlar birbirlerine şu mesajı göndermektedirler: “Korkma! Korkma! Hepimiz birlikteyiz!” Bu ayaklanmalar sırasında feminist aktivistler, gazeteciler ve öğrenciler de dahil olmak üzere birçok insan öldürüldü ve tutuklandı. Ayaklanmanın ilk günlerinden itibaren İslam Cumhuriyeti’nin internete erişimi kısıtlamasından ötürü İran’dan haber almak zorlaştı. Ve hepimiz biliyoruz ki ister Evanjelik, ister Anglikan, ister Katolik olsun, kapitalist demokrasilerin en sevilen taktiklerinden biri iletişim ve medyayı engellemektir, Ukrayna nekroliberal savaşında tanık olduğumuz gibi İslam Cumhuriyeti de benzer bir yöntemi seçmiştir. Belki de bu erişim kısıtlaması nedeniyle Kürdistan’ın birçok şehrinin tamamen grevde olduğunu ve bu nedenle İslam Devrim Muhafızları Ordusu Irak Kürdistanı’nı bombalarken rejim güçlerinin sokaklarda protesto yapan düzinelerce Beluciyi öldürerek Zahedan’u (Güneydoğu İran) kan gölüne çevirdiğini bilmiyor olabilirsiniz.
Dünyanın birçok yerinde İran ayaklanmasına destek ve dayanışma gösterileri yapılırken, alternatif-sağ, kadın düşmanı ve pro-faşist hareketler bütün dünyada İran’daki “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketine karşı “Erkek, Vatan, Refah” diye bağıran monarşistler ile, tıpkı #BlackLivesMatter (Siyah yaşamlar önemlidir) hareketine #AllLivesMatter (Tüm yaşamlar önemlidir) ile karşı çıktıkları gibi ya da #NotAllMen (Bütün erkekler öyle değildir) söylemi ile feminist hareketin söylemlerine ve şiddete karşı mücadelesine karşı çıktıkları gibi yayılıyor. Bu arada kürtaj ve hemcinsler arası evlilik hakkı yasaklanıyor, bazı gruplar internette translara saldırıyor ve beyaz üstünlüğü savunucuları sokaklarda yoksulları dövüyor. Yoksulluk, yoksunluk ve dışlanmanın her geçen gün arttığı koşullarda ataerkil ve etnik, ırksal ve cinsiyet üstünlükçü toplumsal yapıların güçlenme eğiliminde olduğu düşünüldüğünde, tüm bu olaylar da yine bu gerici dalganın bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Tamamen mecazi olmayan bir şekilde, bu siyasi hareketlerin ve partilerin tüm dünyada Pehlevi tarzında erkek merkezli bir milliyetçiliğin egemenliğini yeniden kurmaya çalıştığını söyleyebiliriz. İslam Cumhuriyeti kadınları başörtüsü takmaya zorladıysa, Pehlevi rejimi batı ülkelerine modern ve kabul edilebilir bir yüz göstermek için kadınları başörtülerini çıkarmaya zorladı. Her iki rejimin de kadınları seçme ve bedenlerini kontrol etme hakkı olmayan cinsel nesneler olarak algıladıkları açıktır.
İran dönüşü olmayan bir noktada. Halkın öfkesi rejimin zorlayıcı gücünden daha büyük hale geliyor. Ve Siyasal İslam ideolojisinden tamamen kopmuş yeni neslin cesareti göz önüne alındığında, İslam Cumhuriyeti’nin uzun süre ayakta kalamayacağını ön görebiliriz.
Jina Mahsa Amini sadece bir birey değil, adı İslam Cumhuriyeti tarafından tutuklanan, işkence gören ve öldürülen tüm diğer kadınların isimleriyle birleşmiş durumda. Mezarına yazıldığı gibi, adı ölümsüz olacak. Onun adı bizim simgemiz. Onun adı, dünyanın her yerindeki ataerkil ve kapitalist rejimlerin temellerini yıkmamızın işaretidir.
Görsel: Arxiu
Alanur Çavlin: Sosyolog ve Feminist akademisyen. Hacettepe Üniversitesi, Nüfus Etütleri Enstitüsü’nde öğretim üyesidir. IV. Marxist Feminist Uluslararası Kongre bileşenlerinden ve Ailenin Karanlık Yüzü: Ensest Türkiye’den Araştırmalar, Saptamalar, Örnekler ve Öneriler (Metis, 2018) kitabının yazarlarından biridir.
Laya Hooshyari: Eleştirel psikolog ve feminist aktivist. Manchester Üniversitesi’nde eğitim alanında doktora öğrencisi.
Jule Goikoetxea: Bask’lı siyaset filozofu, yazar, feminist akademisyen ve aktivist. LISIPE Feminist Düşünce koleksiyonunun editörü ve Bask Ülkesi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi doçentidir. Aynı zamanda BIBA Bilbo-Barcelona Eleştirel Teori Grubu’nun bileşenlerindendir.
Özgür Güneş Öztürk: Barselona merkezli Col·lectivaT işçi kooperatifi eş kurucularından biri ve çalışanıdır. Aynı zamanda Lleida Üniversitesi’nde kadrosuz akademisyen ve Kamu Yönetiminde LGBTİ Politikaları Lisansüstü programı teknik-akademik koordinatörü olarak çalışmaktadır. BIBA Bilbo-Barcelona Eleştirel Teori Grubu’nun bileşenlerindendir.