Rüyalarım, Aşkım ve Sandman

Sandman’le henüz tanışmamış, ekran uyarlaması sayesinde o heyecanı ilk kez yaşayacaklara çok özeniyorum. Ancak bu münasebetleri sadece bir Netflix dizisiyle sınırlı kalacaklar için derin, karanlık bir odada güneş gözlükleriyle oturmalı bir üzüntü duyuyorum. Diziyi izleyip de çizgi roman serisini es geçmek büyük kayıp. Yazıyı yalnızca dizi için okumak isteyenleri şimdiden son üç paragrafa yönlendireyim. Çünkü genel olarak çizgi romandan, Sandman’i içine doğduğu tek boyutlu endüstriden ayırıp efsaneler arasına katan o şahane evrenden bahsedeceğim.

Benim kendisiyle ilk karşılaşmam, ellerinin güzelliği sebebiyle dersi asla dinleyemediğim (yoksa ders dinlemeye ne kadar bayıldığım, mezuniyet notunun 0,04 puan üstüyle diploma almamdan bellidir) bir hocam sayesinde oldu. Gördüğüm ilk ciltleri, bir anlatının iki boyutta ne kadar iyi tasarlanabileceğine örnek olsun diye derse getirmişti kendisi.

O zamanlar ‘ciddi’ kitaplar okumayı hedeflemiş, geç ergen bir lubunya olduğumdan kırılası burnumu (ki iki defa kırıldı. Evren? Enerji?) çizgi romanlara kıvırıyordum. Ayrıca seri Türkçeye henüz çevrilmemişti. Hem İngilizceme yeterince güvenemediğimden hem de dünyanın parası çizgi romanların boyut olarak çorlanmaya müsait olmamalarından dolayı ilişkimiz fazla ilerleyemedi. Samimiyetimizin gelişmesini ise çalışmaya başladığım zamanlar bana her türlü desteği sağlayan iki okul arkadaşıma borçluyum. Kadıköy’de henüz üç adet barın olduğu yıllarda, şimdilerin hipster yuvası Yeldeğirmeni’ndeki beş metrekarelik bir çatı katında, kırık bilgisayar ekranlarımızdan (iPhone 7 henüz çıkmamıştı) dizi izleyip naciye eşliğinde derin konulara daldığımız bir dönemde, tüm seriyi benimle paylaşmışlardı. Sandman evrenine giriş biletimi onlar hediye ettiler. Girer girmez de kıyısına köşesine, her bir galaksisine âşık oldum.

Beş metrekarelik evlerde (Hekate herkese sınıf bilinci nasip etsin, etmediklerine itinayla laf sokulur) derinleşen dostluklar sayesinde ulaştığım bu ilk okumadan sonra, hem dijital mecralarda hem de basılı halini elime geçirdikçe, farklı yaşlarımda tekrar tekrar okudum seriyi. Her okumada daha önce hiç fark etmediğim bir detay çarptı gözüme. Neil Gaiman ince ince işlediği bu evrende, insan türü olarak başımıza gelen ya da içimizden geçen (bazen de her ikisi birden) birtakım olguların insan biçimli varlıklara dönüştürülmüş halleriyle karşılaştırıyor okuyucuyu. Hem de bunu, bu kadar iyi bir yazarın kolayca kapılabileceği bir girdaba kapılmadan, bir hikâye anlattığını hiçbir zaman inkâr etmeden yapıyor. Bitmesin diye sindire sindire okunan sayfalar boyunca The Endless (Sonsuz) kardeşlerin birbirine ve biz ölümlülere dolanan hikâyelerini takip ediyoruz. Serinin on cildi içlerinden birine odaklansa da yedi kardeşler: yaş sırasına göre Destiny (Kader), Death (Ölüm), Dream (Rüya), Destruction (Yıkım), Desire (Arzu), Despair (Çaresizlik) ve Delirium (Hezeyan). İki elementle, sadece konuşma baloncukları ve çizim kullanarak bu kadar komplike karakterlerin olduğu, bu kadar derin bir hikayeyi nasıl anlatırsınız? Bu sorunun hayli ikna edici binbir farklı cevabı Sandman’in sayfalarında bizi bekliyor. 

Serinin genel adı Sandman halk masallarından geliyor. Uykudan önce gözlerimize kum üfleyerek bizi rüyalar ülkesine gönderen bir varlık, İskandinav masalları başta olmak üzere birçok kültürün masallarında,  yüzyıllardır dilden dile geziyor. Bu kumdan sabaha kalan tortular da çapaklarımızı oluşturuyorlar. İsimden de anlaşılacağı üzere, hem çizgi roman hem de dizi yedi sonsuzdan bir tanesine, rüyalar kralı Dream’e odaklanıyor. Ancak seriyi feminenfobinin politik ortamlarda bile ayyuka çıktığı bir dönemde okuyan ben, Desire’ın adını anmadan geçemeyeceğim. Bu arada isimleri İngilizce kullanıyorum çünkü bir kelime oyunu hayranı olarak hepsinin D harfiyle başlamasının çeviriye kurban gitmesine gönlüm razı olmuyor. ‘‘Hem erkek hem kadın, ne erkek ne kadın’’ bir karakter Desire. Arzunun cinsiyetler ötesi doğası non-binary Desire karakteriyle tasvir ediliyor. Onu sayfalarda ilk gördüğümde kendime ne kadar yakın bulduğumu, bu yakınlığın kendimi anlamakta bana ne kadar yardımcı olduğunu anlatsam bu yazı uzar gider. Bu etkilenişin, Marvel sinematik evreninin yaratılışından ve Marvel’ın iki saniyelik sahnelerde şöyle bir bahsi geçen ‘‘kuir’’ karakterlerle ağzımıza çaldığı iki parmak ballardan yıllar önce olduğunu da hatırlatmak isterim. Desire ve Despair’in çizgi romanda ikiz kardeş olmaları da arzunun yıkıcı yüzüyle henüz tanışmamışlara bir nevi ön gösterim niteliğinde. 

Çizgi romanın gücü yalnızca yarattığı derinlikli karakterlerden gelmiyor. Birbirinden yetenekli çizerlerin döktürmelerinin yanı sıra, Neil Gaiman’ın yer yer şiirsele varan detaycı kaleminin etkisi de, genelde çizgi roman dünyasında rastlanmayan edebi bir deneyim sunuyor. Antik mitolojiden semai dinlerin efsanelerine, Shakespeare’den glam rock şarkılarına uzanan bir referanslar dünyasında geçen hikâyelerin en büyük özelliği; yaratılan gerçeklik içerisinde, bütün bu referanslara eşit değer vererek yaklaşabilmeleri. Bu eşitlik yanlısı tutum çizgi roman hayranları camiasının peynirli cips kokan eril tayfasını rahatsız ediyor, tabii ki. Yazar Norman Mailer’ın sözleriyle, ‘‘entelektüeller için yazılmış bir çizgi roman’’ etiketiyle yaftalanıyor seri. Günün sonunda ‘zavallı’ kızı kurtaran parlak zırhlı şövalye masallarından çok da ileriye gidemeyenlere fazla geliyor bu girift yapı. 

Seride birçok LGBTİQ+ karakter olması da bu hazımsızlıkta pay sahibi. Mevzubahis eril tayfanın dışında durumdan rahatsız olan bir zümre daha var: Concerned Mothers of America (Amerika’nın İlgili Anneleri). Bu muğlak ismin arkasına saklansalar da asıl dertleri Gaiman’a gönderdikleri bir mektupta ortaya çıkıyor. Yazarı Hristiyanlık karşıtı ve eşcinsellik yanlısı propaganda yapmakla suçluyorlar ve kitaplarını boykot etmekle tehdit ediyorlar.  Sandman’in sayfalarında boy gösterdikten sonra kendi çizgi roman serisine taşınan Lucifer, yıllar sonra ekrana uyarlanınca, aynı ekip bu sefer Million Moms (Milyon Anneleri (?)) adıyla bir karalama kampanyası başlatıyor. İşkilli Hristiyan annelerle eril çizgi roman hayranlarının ortak bir özellikleri olmasını beklemiyor insan ama muhafazakârlık her alanda benzer arızalar yaratabiliyor. Neyse ki iki grubun da çabaları boşa çıkıyor ve Sandman gerek çizgi roman, gerekse edebiyat alanlarında tarih yazıyor.

Ocak 1989’dan Mart 1996’ya kadar 75 fasikül olarak yayımlanan orijinal seri daha sonra on kitap olarak (diğer kardeşlerin hikâyelerinin toplandığı Endless Nights’ı da sayarsak on bir) basıldı. 2000 yılında da Türkçeye çevrildi. İlk çeviri o zamanlar yalnız ve birçok şeyden bihaber ülkenin çizgi roman konusundaki ilk kilometre taşlarından biri olan Arkabahçe’den geldi. Sonraki çeviriler de Laika ve İthaki yayınevlerinden çıktı. 2022 yılındaysa serinin hayranlarının imkânsızlığına olan inançlarına rağmen ve büyük film stüdyolarının adlarının geçtiği birkaç başarısız girişimden sonra The Sandman adıyla, bir Netflix dizisi olarak ekrana uyarlandı. Önceki girişimler hep Neil Gaiman’ın seriye olan bağlılığına ve bu nedenle uyarlamaları yapmaya kalkışanlarla anlaşamamasına takılmışlardı. Bu girişimlerden birinde Gaiman’a önerilen senaryonun, serideki üç karakterin (hepsi erkek) gece yarısına kadar bir hedefe ulaşmak için birbirleriyle giriştikleri bir yarışı anlatan bir senaryo olduğunu belirtirsem, neden reddedildikleri daha anlaşılır olur sanırım. 

Diziyle ilgili haberler sosyal medyada dolanmaya başladığında ilk merak ettiğim şey Desire’ı kimin oynayacağı oldu. Kadro açıklanınca açık non-binary oyuncu Mason Alexander Park’ın ismini görünce bayrakları sandıktan çıkardım. Rolü, sosyal medyada hayli aktif olan Neil Gaiman’a attığı bir tweetle kapmış olması, içimde bir yerlerde Gülden Karaböcek’ten Ben Olmalıydım çalmasına sebep oldu ama yine de sevindim. Ayrıca çizgi romanda beyaz ötesi olan yedi ana karakterden biri de dâhil olmak üzere, birçok beyaz karakterin siyah oyuncular tarafından; çizgi romanda ‘erkek’ olan birçok karakterin de kadın oyuncular tarafından canlandırılacağı duyuruldu. Zamanında düşünülmemiş olsa da uyarlamalarda yapılan böyle düzeltmeler hem gerekli hem de umut verici. Peynirli cipslerini püskürterek bu duruma ateş saçanlaraysa tek bir şey söylenebilir: EŞİTLENECEKSİNİZ! Bütün bu güzel haberlerden ve öngörülen yayın tarihinin bir-iki kez ertelenmesinden sonra, Netflix’in derya deniz sermayesinin de katkısıyla dizi 5 Ağustos’ta, on bölüm olarak yayınlandı.   

Bunca hayran lakırdısından sonra on bölümlük diziyi iki günde bitirmiş olmam şaşırtıcı olmaz sanırım. Şaşırtıcı olan onca yükselen beklentiye ve Netflix’e rağmen dizinin hayal kırıklığına uğratmaması. Çizgi romanın grafik dili de dâhil olmak üzere, hikâyeye, karakter yapılarına, benim gibi aşırı hayranları bile memnun edebilecek kadar sadık kalınmış. Bu demek değil ki iki boyutlu çizim dili direkt diziye geçmiş. Öyle ustalıklı yöntemler bulunmuş ki (örnek: Dream ve Lucifer arasındaki düello sahnesi) izlerken iyi bir romanın çok iyi bir çevirisini okuyormuş gibi hissediyorsunuz. Dizi on kitabın ilk ikisine, Prelüdler Noktürnler ve Bebek Evi’nde süregelen ana hikâyeye odaklanıyor. İki kitabın aranağmesi olarak çekilmiş Kanatlarının Sesi adlı altıncı bölümse mütevazı, sakin ama bir o kadar da güçlü bir bağlama olmuş. Bütün diziyi izlemeye niyeti olmayanlar bile yalnızca bu bölümü açıp kısa film niyetine izleyebilirler. 

‘Tartışmalı’ oyuncu seçimlerine gelirsek, diziyi izleyince bu tartışmaların ne kadar boş olduğu daha da anlaşılıyor. Bir kere Dream’i oynayan Tom Sturridge, sesi de dâhil (bir çizgi romanda kahramanın sesini nasıl duyarsınız sorusunun cevabı için bkz:. Dream’in konuşma baloncukları) sanki bu rol için laboratuvarda üretilmiş. Kıskançlıktan yeşile dönen gözlerime rağmen (lens değil, tamamen haset) Desire’ı oynayan Mason Alexander Park’ın da hakkını teslim etmeli. Ana akım ölüm temsillerinden farklı olduğu için canlandırması zor rollerden biri olan Death’te, Kirby Howell-Baptiste gayet ölçülü ve temiz bir iş çıkarıyor. Game of Thrones’taki gönüllerin leydisi Gwendoline Christie’yi Lucifer olarak izlemek de ayrı güzel. Tek eleştirim, çizgi romanın ilerleyen bölümlerinde önemi ayyuka çıkan Hekate’nin ekran uyarlamasında yeterince yaratıcı seçimler yapılmadığı olabilir. ‘Ortaçağ cadısı’ kıyafetleri çizgi romanla uyumlu ama Jole Coen’in The Tragedy of Macbeth’indeki muhteşem tasvir ortadayken oradan biraz feyz alırlar diye bekliyor insan. 

Ben, Velvele’nin tatilde olmasını fırsat bilerek yazının sağına soluna ekleme yapıp eklediklerimi hale yola koymaya çalışırken, yayınlanan on bölüme ek bir bölüm daha geldi. Bu bölümdeki iki hikâye ana akstan bağımsız gibi görünse de aslında ilerleyen ciltlerde Dream’in başına örülen çoraplara ilk ilmekleri atıyorlar. Neil Gaiman bunu çok sık yapıyor. Küçük yemlerle, ipuçlarıyla, önceki bölümlerde gözden kaçma ihtimali yüksek olan detayları sonradan büyüterek okuyucunun hafızasını sürekli canlı tutuyor. Bu iki bağımsız hikâye de serinin üçüncü cildi Düş Ülke’den. Ancak bu ciltte öyle bir bölüm var ki kısa kurgu dalında Dünya Fantastik Edebiyat Ödülü alan tek çizgi roman olarak tarihe geçti. Shakespeare’in A Midsummer Night’s Dream’ini (Bir Yaz Ortası Gecesinin Rüyası) bambaşka bir yerden görüp, bambaşka bir seviyeye çıkaran bu bölüm, yeni sezon gelirse eğer muhtemelen ilk bölüm olacaktır. Kitapların sayısını hesaba katarsak, bir de Death’in kendi çizgi romanları gibi yan üretimleri de sayarsak (önce Netflix ikna olmalı, tabii) diziyi daha nice nice sezonlar bekliyor. Tam ‘‘çizgi romana fazla mı sadık kalmışlar acaba,’’ diye düşünürken finalde Dream’in yaşadığı kırılma da yeni sezonları dört değil sekiz gözle beklememize sebep oluyor. 

Author

1 Comment

Bir Cevap Yazın