Nazek Alexander’ın hikayesi LGBTİ+’ların hakları konusunda pek de parlak bir karnesi olmayan Orta Doğu’da başlar. İçinde yaşadığı erkek egemen toplumun baskısı ve Suudi Arabistan’ın katı İslami kurallarının acımasızlığı da erken yaşlarda sırtında taşıması gereken çok ağır bir yüke dönüşür.
“Hem ailemin hem de yakın çevremin gözünde var olmaması gereken, yanlış ve değiştirilmesi gereken bir mahluktum” diye anlatıyor yalnız geçirmek zorunda kaldığı çocukluk ve ergenlik yıllarını.
Nazek tüm bu baskılara rağmen direnir ve yaşadığı toplumun içerisinde hayatta kalmasını sağlayacak yollar bulur. Ancak bunun pek de kolay olmadığını vurguluyor: “Bahsettiğim bu baskılar sadece aşağılamalarla ya da toplum dışına itilmekle sınırlı kalmadı ne yazık ki. Ailemiz için utanç kaynağı olduğumu düşünen abim beni öldürmeye çalıştı. Gerekçesi ise ‘feminen’ davranışlarımdı. Bir gün başıma bir yastık dayadı ve öldüğüme kanaat getirdiği ana kadar öylece bekledi.”
Abisi -ne mutlu ki- o gece arzu ettiğini elde edemez ve bayılmak onu ölümden kurtarır. O gün, o korkunç deneyime rağmen hayata tutunan Nazek, daha iyi bir hayat için yola çıkar ve bir daha da arkasına bakmaz.
“Coğrafya kaderdir” sözü sana kimi anlatıyor deseler, hiç düşünmeden Nazek derim. Ancak duyana o pek de iyi şeyler söylemeyen/çağrıştırmayan bu ifadenin yanına direniş ve umut kelimelerini de koyarım. Onun hikayesi bu iki kelime olmadan çok eksik kalır.
Zorla gidilen polis okulu ve evlilik
Nazek ailesinin zoruyla önce polis okuluna gider, ardından da zorla evlendirilir. Hala sevgiyle bahsettiği, tıpkı kendisi ve ülkesindeki diğer kadınlar gibi Suudi toplumunun eziyetlerinden muzdarip bir kadındı dediği eşinden iki çocuğu olur. Bu zoraki evlilik ve kurduğu mecburi aile, hem çevresinin hem de ailesinin doğduğu günden beri ensesinde hissettiği nefret dolu gözlerini başka yöne çevirmesini sağlar. Nazek, evli, çocuklu ama mutsuz biri olarak yaşamaya devam eder.
Günler günleri kovalar, mutsuz aile yaşamı sürerken ilk erkek arkadaşıyla tanışır. Onun hikayesinde yepyeni bir sayfa açmasına vesile olan bu ilişkiyi gözlerden uzakta, kapalı kapılar ardında gönüllerince yaşamaya başlarlar. Nazek o günlerde kendisini “crossdresser” olarak tanımlasa da bir trans kadın olarak uyum sürecine de farkında olmadan başlamış olur. Ancak bu ilişkinin Pedro Almodovar filmlerindeki gibi sürdüğünü sanmayın. Kadına karşı şiddetin sıradan, devlet ve dini kurumlarca desteklenen bir şey olduğu Suudi sosyal düzeni onu bu gizli saklı dünyasında da yalnız bırakmaz. Erkek arkadaşı bir süre sonra ona psikolojik, ardından da fiziksel şiddet uygulamaya başlar. Bildiği başka bir hayat, gidebileceği başka bir yer olmadığı için kalmaktan ve katlanmaktan o an için başka çaresi yoktur. Ta ki bir gün cep telefonu çalınıp, telefonundaki kişisel bilgileri tehlikeli ellere geçene kadar…
Suçlunun ve cis-erkeklerin güçlü olduğu sözde ahlaklı yapı, üzerine her geçen gün daha da şiddetli bir biçimde gelir. Telefonundaki “kadın kıyafetleri” ile çekilmiş fotoğrafları hırsızlar tarafından bir tehdit aracı olarak kullanılır ve kendisine şantaj yapılır. Nazek bu kişilerin telefonunun şifresini nasıl aşıp söz konusu içeriklere ulaştıklarını bugün hala bilmiyor. “Ancak bir şeyden emindim: Doğup büyüdüğüm ülkeyi, ailemi ve arkadaşlarımı terk etmenin vakti gelmişti” diye anlatıyor.
Nazek’in zorla gönderildiği ve bir talihsizlik, bir işkence olarak gördüğü polis okulu, ironik bir biçimde hayatını kurtarmasına ön ayak olur. Okulun ardından, henüz trans kadın olarak açılmadığı ve hayatta kalmak için “cis-hetero bir erkek” rolü yaptığı dönemde okuldan mezun olur ve emniyet kuvvetlerinde çalışmaya başlar. Kaderin cilvesi olarak bu iş, ona ülkeden kaçmasına yardım edecektir.
Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye
Eline pasaportunu alıp yurt dışına çıkma lüksü olan birçoğumuz Nazek’in Türkiye yolculuğunu anlamakta güçlük çekebiliriz. Çünkü onun anlattığına göre Suudi Arabistan’dan başka bir ülkeye yolculuk etmek sadece emniyet güçleri tarafından verilen bir izne bağlı.
Telefonunun çalınması ve özel bilgilerinin polise sızdırılmasını takip eden sürecin pek de iyi sonuçlanmayacağını öngören, hatta bundan adı kadar emin olan Nazek, o yıllarda Suudi Arabistan’da çalışan ve ülkedeki tek arkadaşı olarak gördüğü cis-heteroseksüel bir Türkiyelinin desteği ve görev yaptığı polis güçlerinden bir kişinin onun için düzenlediği, gerçekliği şaibeli belgelerle Türkiye’ye kaçmayı başarır.
İlk günden itibaren geride bıraktığı yakınlarının, eşinin ve çocuklarının başına geleceklerden korksa da onlar bu durumdan haberdar olmadığından, kaçış sürecinin acısı doğrudan yaşamazlar.
Nazek Türkiyeli arkadaşının yardımıyla önce İstanbul, sonra Bodrum, ardından tekrar İstanbul’da çözüm yolları arar. Bu esnada kendisine “yardım” eden Türkiyelilerin niyetlerinin farklı olduğunu, ona yardım etmek değil, ondan faydalanmak istediklerini anlar.
Hollanda başta olmak üzere Avrupa ülkelerine yaptığı vize başvuruları ikamet ettiği ülkede olmadığı gerekçesi ile geri çevrilir. Ülkesini terk ederken yanında Türkiye’ye götürdüğü birikiminin hızla eridiğini gören Nazek, vizesiz gidebileceği ve kimliğini özgürce yaşayacağını düşündüğü ülkeleri araştırmaya başlar; dünyanın diğer ucundaki Yeni Zelanda bu ülkeler arasındaki en makul seçenek olarak öne çıkar. Türkiye’de yaşayamayan, AB ülkelerine de gidemeyen Nazek için Yeni Zelanda bir anlamda mecburi istikamete dönüşür.
Gidilebilecek en uzak yere gitme planı
Nazek, Türkiye’deyken onu maddi olarak sömüren sözde dostlarından yakasını kurtarıp Yeni Zelanda’ya doğru yola çıkar. Gittiği yerde ne ile karşılaşacağını bilmese de, bu ülkenin onu idam edecek olan Suudi Arabistan’dan uzaklığı mutlu ve umutlu olmasına yeteri kadar ikna edici bir sebeptir. Üstelik bu süreç düşündüğünden daha kolay olur. Yeni dünyanın küçük ülkesine vardığında, dil okulu için bir süreliğine orada olacağını söyler ve ülkeye girmeyi başarır. O anı anlatırken, sınır polisiyle yaptığı o kısacık konuşmanın kendisine bir ömür kadar uzun geldiğini söyleyip ağlamaya başlıyor.
Pasaport kontrolünden sonra valizini almak yerine Yeni Zelanda polisine gidip başından geçenleri anlatan Nazek, orada hemen iltica başvurusunda bulunur. Ancak ne yazık ki bu andan itibaren yaşadıkları pek çoğumuzun algısındaki sevimli, gelişmiş, medeni ve özgürlükçü Yeni Zelanda algısıyla pek uyuşmuyor. Günlerce göz altında tutulur, çevirmen bulamaz, kötü muameleye maruz kalır, fakat bu zorlu sürecin sonunda ülkede kalmasına izin verilir.
Gözaltında tutulduğu yerden salındığında başına gelecekleri kestiremediği gibi, resmi kurumlardan başta pek de destek görmez. Yeni ülkesindeki ilk dönemleri gitgide öyle bir karanlık hale gelir ki, intihar girişiminde bulunur. Şükür ki bu kalkışma niyetlendiği gibi sonuçlanmaz ve tıpkı abisinin girişiminden sonra ikinci kez ölümü alt eder. Üstüne üstelik o günlerde Yeni Zelanda polisi aldığı bir ihbar üzerine Nazek’i öldürmek için Suudi Arabistan’dan yola çıkan abisini, aktarmaya yapmak için indiği Singapur’da durdurmayı başarır ve ülkeye gelmesini engeller.
Oldukça zorlu geçen günlerin ardından Nazek, yeni hayatına yeniden başlar. Artık doğumunda atanan cinsiyete mahkum olmadığını ve hissettiği, ait olduğu kimliğine sahip olabileceğini fark eder. Önce Yeni Zelanda’dan cinsiyet uyum sürecinin masraflarının ödenmesini talep eder; bu talebine olumlu yanıt alır. Ardından geleceğini planlamaya koyulur ve hep istediği makyözlük mesleği için bir makyaj okuluna kaydolur.

Geleceğe doğru
Onun hikayesini dinlememe ve yaklaşık iki saat süren sohbetimize ön ayak olan da yeni mesleği oldu. Velvele için Auckland Pride’ı takip ederken, yanımıza gelip yüzümüze gökkuşağı makyajı yapmak istedi. Bu tatlı talebi geri çevirmem elbette ki asla mümkün değildi. Bu sayede tanıştık ve orada başlayan sohbet, bizi Onur Yürüyüşünü takip eden günlerde sık sık bir araya getirdi ve yakınlaştırdı. Bu yakınlık onu Yeni Zelanda’ya getiren sürecin detaylarını benimle paylaşmasına vesile oldu. O sohbetlerin birinde “Benim hikayemi de yazsana” dedi ve bu yazıda dilim döndüğünce sizlere Nazek’in kıtalararası onur mücadelesini aktarmaya çalıştım.
Nazek, sarı saçları, artık usta bir el olduğunu bağıran havalı makyajı, zevk sahibi kıyafetleri, ışıl ışıl gülümsemesi ve sıcak kanlılığıyla bir anda hayatıma girdi ve uzun yıllara yayılacak bir dostluğun da temelini atmış olduk.
Sayısız zorluğu, şiddet deneyimlerini, korkuları ve kaygıları okyanusları aşar gibi aşan bu kadın, arkasında bıraktığı geçmişten sadece eski eşi ve çocuklarını özlüyor, onlar için endişeleniyor. Onları bir daha göremeyecek olmak canını acıtsa da umutla geleceğe bakmaya devam ediyor ve kendi olma mücadelesinin gururla sürdürüyor.
Fotoğraflar http://www.renews.co.nz sitesinden.