Ölüm, Yas ve Keşkeler Üzerine

12 Kasım benim için yılın en zor günü. Beş yıl önce 12 Kasım’da annemi kanser nedeniyle kaybettim ve o gün koca bir yıl içerisinde içimi dağlayan, haftalar öncesinde ağırlığı çöken ve zor, çok zor geçen bir gün olarak takvime işaretlendi.

Beş yıldır kendi meşrebimce bir yas tutuyorum. Daha doğrusu tuttuğumu sanıyorum/varsayıyorum. Annemin öldüğü o sisli ve soğuk İstanbul akşamından beri yas tutmanın ne demek olduğunu, yasın insana ne hisettirdiğini anlamaya çalışıyorum. Beş yıldır, hayatımın en karmaşık, en karanlık ve aydınlık, en öfkeli ve sevgi dolu, en candan ama en acımasız, en kavgalı ama huzurlu, en tekinsiz ama güvenli, hem mayın tarlası hem gül bahçesi ilişkisinin öznesini, annemi kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu anlamlandırmaya uğraşıyorum.

Bu yıl, annemin öldüğü günden beri en çok zorlandığım sene oldu. Nedeni üzerine kafa yoruyorum ancak yas tutmaya ara vermek zorunda kaldığım bazı olaylardan sonra, pandemiyle birlikte değişen, tepetaklak olan ruh halimin bunda payı olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi emin değilim, bir olasılık olarak aklımı meşgul ediyor bu. Yazı yazarak hayatını sürdüren biri olarak, bu yıl ilk kez annemin ölümü hakkında uzun uzadıya bir şeyler yazdım. Geçtiğimiz Cuma akşamı, 12 Kasım’da yani, önce Instagram’da ve Facebook’ta İngilizce bir post paylaştım; ardından Twitter’da benimle benzer süreçlerden geçen, bu süreçte hissettikleri, düşündükleri ve yaptıkları nedeniyle kendisini yalnız eden insanlara iyi geleceğini umarak bir zincir yazdım. İkisi de planladığım şeyler değildi. Önce biri, ardından diğeri, yazdıkça oya gibi işlendi. Su aktı, yolunu buldu yani. Son tweet’i attıktan sonra, beş yıldır ilk kez, gerçek anlamda öğüre öğüre ağladım. Son 10 yılın en büyük sinir boşalmasıydı sanıyorum. Dakikalar sürdü… Beş yıldır sırtımda taşıdığım yüklerin bazılarını mutfağın fayanslarına döktüm. Normalde değil birilerine ağladığımı söylemek, insanların önünde ağlamaya bile utanır, kendimi bir yere kapar, orada ağlar, kanlanan ve şişen gözlerim normale dönene kadar bekler ve hiçbir şey olmamış gibi çıkarım. Şu an burada sizlere bunu söylemek hem çok garip hem de iyi hissettiriyor.

Bu paylaşımların ardından tanıdığım/tanımadığım bir dolu insandan mesajlar aldım. Hepsi ebeveynlerini kaybetmiş kişilerdi ve büyük bir içtenlikle yazdıklarımın onlara neler hissettirdiğini ve kendi süreçlerini anlattılar. Annelerini kaybetmekten korkan, bu korkuyla yaşadığını anlatanlar da oldu. Her birini gözlerim dolarak okudum. Ayşe Egesoy’la Sezen Cumhur Önal tadında tınladığının farkındayım, ama samimiyetle yazdığımı bilmenizi istiyorum. Bana mesaj atıp içini açan herkese çok teşekkür ederim.

Yazdıklarımın birilerine iyi geldiğini görmek bana da iyi geldi. Yalnız olmadığınızı bilin istediğim için yazdıklarıma karşılık anlattıklarınız da bana iyi geldi. Bu döngüye vesile olduğum için çok mutluyum. Kendi kişisel deneyimime dair yazdıklarım sosyal medyada kaybolmasın, kayıtlı dursun, belki başka birilerinin de işine yarar diyerek, arkadaşlarımın da teşvikiyle hepsini bir araya toparlamaya karar verdim. Bu yazının, yas tutan ve bazı günler/geceler yalnız ve çaresiz hissedenlerin karşısına çıkmasını umuyorum. 

Bugün annemin ölüm yıldönümü. Beş yıldır neredeyse her günümü onu kaybetmenin ne demek olduğunu, bana neler hissettirdiğini anlamaya çalışarak geçiriyorum. Çok fazla acı, keder ve keşke dolu bir süreç. Bir zincirle benzer yollardan geçenlere yalnız olmadıklarını hatırlatmak istiyorum.

Yas çok duyduğumuz, bazı fikirlere sahip olduğumuz ancak gerçekten de ne demek olduğunu bilmediğimiz bir kelime. Hakkında konuşmamak gibi bir eğilimimiz var. Nedense hep gizli, tek kişilik bir süreç olarak kodladığımızdan ya da bize öyle olması söylendiğinden kendimize saklıyoruz. Hatta o kadar saklıyoruz ki bazen kendimizin erişmesi bile zaman alıyor, zor oluyor, geçe kalıyor. Ya da yas sizi sinsice tüketerek ya da çaktırmadan inciterek kendini var ediyor. Anlamak, ayırdına varmak bile mucize oluyor bazen. Benimki de öyle oldu/oluyor.

Annem iki yıl pankreas kanseriyle mücadele ettikten sonra, beş yıl önce 12 Kasım’da vefat etti. Tüm o iki yıl ama en çok da son 10 güne tanıklık etmek çok zordu. Doktor öldüğünü söylediğinde ilk hissim “Oh! Artık daha fazla acı çekmeyecek” oldu. Ağla(ya)madım. Gidip bir şeyler yedim. Herkese hastaneden bize gidiyordu. O kalabalıkla aynı çatı altında durmak istemedim. Hiç gücüm yoktu. Gidip hastanenin karşısındaki kafede birkaç arkadaşımla oturup bir sürü şey söyledim, yedim. Ağlayamadığım için suçluluk duydum. Suçluluk duydukça karnım acıktı. Bu döngü saatler sürdü. O kadar uzun sürdü ki mekan kapandı. Arkadaşlarımla vedalaşıp geç saatte eve gittim. Evde konu komşunun getirdiği yiyecekler mutfağa ve balkona yığılmıştı. Kimse ağlamıyor, insanlar bir şeyler yiyor, çay içiyordu. Ağlamayan ben ağlamadıkları için başkalarına sinirlendim. Sinirden oturdum yemek yedim. İştahım dağları deldi.

Ertesi gün cenazeyi memlekete götürmek üzere kalabalık bir grup yola çıktık. Hayatta ne kadar sevmediğim akrabam varsa bir aradaydık ve her saniyesi ben burada, şu an bu insanlarla ne yapıyorum diye söylenerek geçirdiğim kabus dolu, saatler süren bir yolculuk oldu. Yol, yıllarca ibne olduğum için aşağılandığım, parmakla gösterildiğim, şiddet gördüğüm memlekete vardı. Bir hafta boyunca erkeklerin olduğu (ilçenin en büyük düğün salonunun taziyeler için kullanılan salonundan bahsediyorum. Düğün ve Cenaze Kürdistan versiyonu için daha ideal bir yer bulunamaz.) taziye yerinde çay servisi yaptım. Cenaze annemindi ama ben “çay servisi yapan çocuk” olarak görünmezleştim. Hissettiğim acı da keza. Taziyeye gelenler babama, dayılarıma, hatta kuzenlerime başsağlığı diliyorlardı ama bana değil. Ben çay servisi yapıyordum. Çaylarına şeker isteyip istemediklerini soruyordum. Allah razı olsun diyorlardı ama kimsenin aklına başın sağ olsun demek gelmedi. Bana var olmayı çok görenler bu kez de acımı yaşama, yas tutma, üzülme, ağlama hakkımı elimden alıp sırtıma bitmek bilmeyen çay servisini yüklemiş oldu. 

Akşamları da herkesin kardeşimi teselli edişini, bana da uzak bir akraba muamelesi yapmasını izledim. Evde, ev halkından bana nasılsın diyen olmadı. Bir noktada kendi annemin ölümüne o kadar yabancılaştım ki kardeşimi, teyzelerimi, yengelerimi ve kuzenlerimi teskin etmeye başladım. Hiçbiri de itiraz etmedi. Çay ve meyve servisi yapıp, fırından ekmek almaya gidip, çoğunu tanımadığım ya da hatırlamadığım insanların annemle ilgili anlattıklarını dinliyordum. Başınız sağ olsun filan diyordum insanlara. Onlar da dostlar sağ olsun diyorlardı. Sinirden kahkaha atasım geliyordu ama kazara gülsem görünmezliğim anında buhar olup uçacak ve azar işitecektim. Bu işler ailemde böyle olurdu. 

Ne annemin mezarında yalnız kalabildim, ne herhangi bir odada. Hollywood filmlerinde gördüğümüz o cenaze sahneleri var ya, hepsi yalan. Kimse sizi mezarın başında mevtayla iki kelime etmek için yalnız bırakmıyor. Zaten kimse mezarın başında konuşmuyor, kaz, cesedi yerleştir, toprakla ört, kapa, dua. kapanış. O kadar yalnız kalamıyordum ki sinir krizlerinde tuvalete gidiyordum ama iki dakika sonra biri kapıya vuruyordu. Ne yaşadıkları şeyin parçası olmama ne de kendi başıma acımı yaşamama, düşünmeme izin veriyorlardı. Alabildiğine bencillik.

İstanbul’a döneceğimiz son gece kavga çıktı. Dayılar, teyzeler, yengeler… saatler süren tartışmalar. Kolonyayla ovulan bilekler, şakaklara yapılan masajlar… Ağzım açık, utanarak izledim herkesi. Annemin cenazesini saçma sapan bir şeye dönüştürmelerine hayretle baktım. Memlekette geçen o bir haftayı tek kelimeyle anlatmam gerekirse “haksızlık” derim. Hayatımda uğradığım ve sindirmekte zorlandığım haksızlıklardan biri, listede en tepelerde ve kocaman. Ailenin utanç kaynağı, istenmeyen ibnesine reva gördükleri her şeyin özeti. O haftada hissettiğim o haksızlık duygusuyla beş yıl geçti. Beş yıldır o cenaze haftası biri bana sarılsa, nasılsın dese, benle ağlasa nasıl olurdu diye merak ederek geçiriyorum. Bu kadar basit ve insani bir şeyi benden esirgeyen herkese hala çok kırgın ve kızgınım. Acıma erişmeme mani oldukları için. Beni yok saydıkları için.

LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılık deyince herkesin aklına benzer şeyler geliyor: şiddet, ölüm, işten kovulma, aşağılanma vs. Ancak fobiler sanıldığında çok daha sinsi bir biçimde günlük hayata/ilişkilere sirayet etmiş oluyor. Bir taziye evinde size misafir muamelesi yaparak çıkıyor ortaya mesela. Annenizin taziyesinde hem de. Size annenizi uzaktan bir akraba gibi hissettiriyor. Annenizin kaybına sizi yabancılaştırıyor. Size eliyle yerinizi gösteriyor, haddinizi bildiriyor ve sen buraya, bu fotoğrafa ait değilsin diyor. Bunu söylerken ağzından asla kelimeler çıkmıyor. Sessizliklerle, sorulmayan sorularla, kaş göz işaretleriyle, müstehzi gülümsemelerle yapıyor. Ya da tiksinti dolu bir bakışla. Sizi sürekli huzursuz ve istenmeyen hissettirmek bir ata sporu adeta. Hiçbir şeyde iyi ol(a)mayanların en büyük başarısı bu kategoride altın madalyalık performanslar göstermek oluyor. 

Benim yas sürecim beş yıldır eksik bir parçasını aradığım bir yapbozda yaşamak gibi bir his sanırım. Erteleye erteleye, düşe kalka, ağlaya zırlaya, öfkelenerek, susarak, anlatmaya çalışarak ama beceremeyerek geçiyor.

Beş yıldır en manasız, en olmadık an ve yerlerde annemi kaybettiğim gerçeği gelip boğazıma sarılıyor. Otobüs durağı, devlet dairesi, dans pistleri, bir flörtün öpüşü, bir sevişmenin en ateşli anı, sinema salonları, bir romanın 55. sayfası, yemek pişirdiğim bir an, bir kavganın ortası… Bazılarından utanarak, bazılarını öteleyerek geçti yıllar.

Utandıklarımdan neden utandığımı düşündüm uzun uzun. Acı, yas, ölüm gibi şeylerin hep ulvi, ilahi yorumlanması, günlük hayata dair görülmemesi gibi şeylerden dolayı olabileceği geliyor aklıma ancak emin de değilim. Lakin, acının/yasın hayatımın her yerini ele geçirdiğini biliyorum. Yas/acı bir örümceğin sabırla ördüğü ağı gibi. Çoğu zaman görmüyorsunuz, farkına bile varmıyorsunuz. Bir anda o ağ her yeri kapladığında şaşırarak fark ediyorsunuz. 

Ölüm, kayıp ve yasla ilgili herkesin bir fikri var. Tıpkı depresyon hakkında olduğu gibi. Konuşmak iyi gelir diyorlar. Zaman zaman evet. Ancak bu deneyimi yaşamamış kişilerin sözleri size ulaşamıyor genelde. Yoga yap, yürüyüşe çık, kendini bir şeyle meşgul et… İyi niyetlerinden şüphem olmasa da bu önerilerin işe yaramadığını her seferinde anlatmam gerekiyor. Bu açıklamaları tekrar tekrar yapmak ne kadar yorucu oluyor ki çoğu zaman sosyalleşmekten kaçınıyorum. Daha dışarı çıkmadan yorulmuş oluyorum çünkü. Kaç buluşmayı kapıdan çıkarken iptal ettiğimi hatırlamıyorum. En yakınınızdakilerle bile konuşmak zorlaşıyor çünkü. Ben aynı evi, yatağı paylaştığım kocamla konuşamıyorum mesela. O evdeyse ve bir nedenden ağlayasım geldiyse görmesin diye banyoya giriyor, kapıyı kapatıyor ve bitince çıkıyorum. İçim sıkıldıysa balkona atıyorum kendimi. Birini kaybetmenin ne demek olduğunu bilmediği için ne diyeceğini de bilmiyor zaten. Sarılıyor, bazen saçımı okşuyor, çoğu zaman uzun uzun ve sessiz bir biçimde yüzüme bakıyor. Bir şey diyecek olsa da zaten saçma sapan, işlevsiz kelimeler dökülüyor ağzından ve ben bir tur da ona sinirleniyor oluyorum. 

Ben bazen, özellikle sarhoş ya da kafam yükseklerdeyken annemin öldüğü gerçeği birden aklıma gelince ve dilimden birkaç kelime dökülünce insanların “yine başladı” der gibi baktıklarını düşünüyor (sanıyor) ve utanıyorum. Size de oluyorsa bilmenizi isterim: BUNDA UTANILACAK BİR ŞEY YOK!

Yasın/acının/özlemin bir reçetesi yok. Bir tane yolu/yöntemi yok. Çaresi tek bir yerde değil. Ve yaşadığımız ayrımcılıklardan, travmalardan bağımsız da değil. Her kaybın ardından üzüleceğiz diye bir şey de yok. Bazen acı/yas öfke olarak da vücut buluyor. Ama “neden bitmiyor” çok haklı bir soru ve bunun için kendinizi dövmeye gerek yok. O su öyle akacak, akıyor. Suçumuz yok.

Yaşadığımız bütün dışlanma, ayrımcılık, şiddet deneyimlerinin üstüne sevdiğiniz birini kaybettiğinizde o haksızlık duygusu gelip buluyor yine sizi. Haksızlığa uğradığınızı düşünmekten doğal bir şey yok. Çünkü yaşadığımız o boktan şeyler gibi bu da haksızlık. Hele o sevdiğiniz kişi hayatınızın en karmaşık ilişkisinin aktörü, uzun yıllarınızı kavgayla, didişerek geçirdiğiniz, ve nihayet artık birbirinizi anlamak için bir yol bulduğunuzda öldüyse. Ben annemi nihayet ikimiz için yeni bir sayfa açacakken kaybettim. Kursağımda kalan hevesi tarif edemem. Kanser benden bu fırsatı çaldı. Beş yıldır, annem yaşasaydı neler yapardık, neler olurdu diye düşünmeden geçen bir günüm bile yok. Yaşadığım ülkeye gelemedi, binbir zorlukla ve sıfırdan yarattığım hayatımı göremedi, nihayet kendimi güvende hissettiğim bir yerde yaşamamın keyfini süremedi. Kansere çok kızgınım. Hayatta en çok bu hastalığa kızgınım. En nefret ettiğim insana bile dilemeyecek kadar tiksiniyorum. 

Beş yıldır annemle ilgili her cümleye “keşke” ile başlıyorum. Onun o kadar genç ölmesini sindiremiyorum. Onunla yarım kalmış her şeyi düşünüp öfkeleniyorum. Her gün bu hayat böyle nasıl geçecek diye kendime soruyorum. Bu Allah’ın cezası hayat bu keşkelerle nasıl geçecek? Bilmiyorum. Bu toplumun, devletin, eğitim sisteminin, dinlerin benim varlığımı, inandıklarım, hissettiklerim ve sevdiklerim yüzünden aileme düşman etmesinin hesabını kime soracağımı bilmiyorum. Kimin yakasına yapışsam bunu düzeltebilir, kime bir yumruk atsam içim soğur hiçbir fikrim yok. Beni, benim gibilerin hayatlarını böylesi büyük savaşlara, evlerimizi savaş meydanlarına, aldığımız nefesi zehire dönüştüren bu sistemin ateşine odun atan herkese kızgınım, öyle de kalacağım. Annemi bana düşman eden her şeye öfke duyacağım. Öfkemden de acım gibi utanmıyorum.

Her şey gibi ölüm de, yas da, acı da politik. Eğer egemen konumunda değilseniz zaten aldığınız nefes bile politik. Ben, gözyaşlarımı saklamamı söyleyenlere inat bağıra bağıra ağlamak istiyorum. Sevdiğiniz birini kaybettiyseniz, yukarıda yazdıklarıma benzer şeyler hissediyor ama bunu herkese anlatamıyorsanız, bu kayıp birçok duygunun yanı sıra kalbinizi kırdıysa, durup durup ağlayasanız geliyorsa bilin isterim ki yalnız değilsiniz. Bunlarda anormal bir şey de yok.

Acımızı, yasımızı dört duvar arasında, kendi başımıza yaşamak zorunda değiliz, değilsiniz. Bu sonsuz mutlu, sürekli eğlenen modern insan miti de yalan dolan. Kimse o kadar mutlu değil, olamaz da. Ben bu rolü yapmayı reddediyorum. Bu yüzden başkalarının “mutluluklarına” bakıp daha da üzmeyin kendinizi. Ölüm gerçek, herkes için var. Hayatın nazik ve adil davranmadığı insanlarız. Kırgınlıkları, üzüntüleri, öfkeleri birbirine işlemekten doğal bir şey yok. Ancak gücünüzün yetmemesi de normal. Yardım istemekten çekinmeyin. Konuşmak, dertleşmek istemekten sıkılmayın. Birilerinin yanında ağlamaktan utanmayın. Zamanı bilemem ama yüklerimizi paylaşmayacaksak zaten dayanışma vs. deyip durmayalım da bir zahmet. Birbirimize uzatacak elimiz yoksa, siyasetimiz de yalan.

Yas tutan, kaybının ardından bakan, susan, ağlayan, iştahı açılan/kesilen, gülen, duran, kaçan, sıkılan, usanan herkese sabır ve güç diliyorum. İnanmayacasınız belki ama ne hissettiğinizi tahmin edebiliyorum. Bu sözlerim sizi sevgiyle kucaklasın umarım. Gözlerinizden öperim.

Son olarak…

Anneciğim keşke şimdi burada, yanımda olsaydın. Keşke bu kadar erken ölmeseydin. Keşke birbirimize şefkat ve sevgi göstereceğimiz daha uzun zamanlarımız olsaydı. Keşke ailenin senden esirgediklerini benden esirgemeseydin. Keşke seni ne kadar sevdiğimi sana bir kez daha söyleyebileydim. Seni affettiğimi ve her gün amansızca özlediğimi bil isterim…

Oğlun. 

Görsel: Edvard Munch, “The dead mother and her child” (Ölü anne ve çocuğu) (1897-1899)

Not: Annemin ölümünden birkaç gün sonra YouTube’da tesadüfen Eleni Vitali’nin Gramma Kai Grafi şarkısına denk geldim ve bu şarkı o günden beri yasımın fon müziği oldu. Bu yazıyı onunla bitirmek istiyorum. Sözlerinin hiçbir alakası yok ancak şarkıyı ilk dinlediğimde ruhumu saran kalp kırıklığı çok tanıdık.

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.

Author

  • Bawer

    Velvele Kurucu Yayın Yönetmeni, gazeteci, çevirmen, editör, LGBTİ+ ve göçmen halları aktivisti.