Uyarı: Cinsel şiddet
Korkak, cibiliyetsiz ve tıynetsiz. Bu üç sıfatın üçünü de sonuna kadar hak eden Behlül Haznedar tarafından katledilse de, güzelim Bihter Ziyagil’in vefatı kayıtlara intihar olarak geçmişti. Efsanelere yakışır bir bölüm ile 24 Haziran 2010 tarihinde final yapan Aşk-ı Memnu dizisinde Bihter karakterine, Beren Saat can vermişti. Saat, sadece üç ay sonra başlayan yeni sezonda Fatmagül’ün Suçu Ne? dizisinin başrolüyle ekranlara dönmüştü. Fatmagül, yaşadığı sahil kasabasında yapılan bir düğün esnasında, birbirleriyle çocukluktan bu yana tanışan dört erkek tarafından tecavüze uğrayan bir kadındı. “Uyuşturucu etkisi altındaki” erkeklerin Fatmagül’e tecavüz ettiği anlara ekran başında sarsılarak tanık olmuştuk. İki sezon süren dizi boyunca, Fatmagül’ün hukuki mücadelesini ve dört erkekten biri olan, mevzubahis gece olaylara şahit olsa da engellemek için hiçbir şey yapmayan Kerim ile filizlenen aşkının hikayesini izledik.
Fatmagül’ün Suçu Ne? dizisi sorunlu pek çok noktası olmasına rağmen, Türkiye’de benim o güne dek hatırlamadığım kapsamda bir tartışmanın başlamasına vesile oldu. Failler ayrıcalıklı erkeklerse cinsel şiddetin nasıl kolayca örtbas edildiği, hiçbir madde kullanımının tecavüzün bahanesi olamayacağı, cinsel istismar davalarında indirime gidilmemesi gerektiği gibi argümanlar kamusal alanda kendine yer buluyor, toplumun gittikçe daha geniş kesimlerinde kabul görüyordu. Hatta dizide Fatmagül’ün davasının görüleceği bölümde, kadın örgütlerinin dahil olduğu bir eylemi izlemiştik. Dizi kurmaca olsa da, televizyonda gördüğümüz pankartlar, atılan sloganlar ve kalabalık gerçekti.
Tam da böyle bir dönemde, Ankaragücü futbol takımı taraftarlarının yazdığı bir marş, futbol stadlarında yankılanmaya başladı:
Hapı attık patladık,
Fatmagül’e rastladık
Fatmagül’ün suçu yok,
Biz onu Bihter sandık.
Marş, aynı oyuncunun canlandırdığı iki farklı karakterden birinin masumiyetini kutsarken, diğerine cinsel şiddeti reva görüyordu. Dizinin isminde saklı olan soruya da cevap veriyordu; Fatmagül’ün suçu yoktu. Suç, kocasını yeğeniyle aldatan Bihter’e aitti. Bihter’e tecavüz edilebilirdi, o zaman bir sorun olmazdı.
Hatırlaması bile acı veren bu marşa oldukça fazla tepki gösterildi. Taraftar grubu, marşın “sadece bir şaka” olduğu savunmasına sarılarak bu tepkilere yanıt verdi. Öyle ya, mizahın izahı olmazdı. Hatta başka taraftar grupları bu marşı oldukça yaratıcı bulup, yaratıcılarını tebrik etmişlerdi. Cinsel şiddete yükselen itirazı kamusal alana taşınan tartışmalar besbelli ki marşın sahibi Ankaragücü taraftarlarını teğet geçmişti. Hiçbiri, mizah uğruna cinsel şiddet faili addedilmekten bile çekinmemişti. Yıllar sonra, tecavüzcü addedilmeyi tercih etmenin kolaylığı ve rahatlığı bir başka ünlü tarafından sahiplenilmişti. Bu tekrar eden örüntüyü Hormonlu Domates Ödüllü Alişan şu sözlerle itiraf etmişti: “Bu gay rolünü unutturmam için esaslı bir cinsel ilişki sahnesi çekmem gerekecek sanırım. Ya da tecavüz sahnesi. Aksi halde bu rol benim peşimi bırakmayacak.”
Bu marş kılıklı mütecaviz cishet erkeklik manifestosunu ilk duyduğumda yaşadığım şok, zamanla yerini şaşırtmayan bir öfkeye bıraktı. Mizah üzerine okumaya, bizi neyin neden güldürdüğüne dair düşünmeye başladıkça, mizahın gölgesine sığınarak kendi üstünlüğünü dayatma çabasının ne kadar yaygın olduğunu fark ettim. Mizah güç ilişkilerinden muaf değildi; bilakis onları tekrar tekrar, farklı şekillerde üreten, toplumsal yapının kurucu öğelerinden bir tanesiydi.
İnsanların hassasiyet gösterdiği konuları odağına alan, ancak hicivden farklı olarak çoğunlukla bu hassasiyetlere saldıran ofansif mizahın uzun bir tarihi olsa da, stand-up’ın popülerleşmesi ile birlikte ayrıksı bir mizah türü olarak yaygınlaştı. Ofansif mizahın şöhreti kadar, hedef aldığı kişi ya da gruplara zarar vermesi dolayısıyla eleştireni de arttı. Eleştirenleri, ifade özgürlüğünü kısıtladıkları için eleştirenler de. Altın çağını bir önceki yüzyılda yaşayıp bitirmiş ekşisözlük’e girip baktığınızda, ofansif mizahı canhıraş savunup, zamane insanının da olduk olmadık her konuda duyar kastığından yakınan binlerce sinir bozucu entry görebilirsiniz. Ama aslında benim bu yazıda üzerine bir şeyler söylemek istediğim, ofansif mizahın kabul edilebilirliği değil. Daha ziyade, ofansif mizah yapmanın kimlere hak görülüp, kimler için ağır bedeller ödemesi gereken bir yüke dönüştüğünü tartışmak ve bu tartışmadan mizahı bir mücadele aracı olarak kullanmak üzere neler öğrenebileceğimizi paylaşmak istiyorum.
Mehmet Ali Erbil zorla salam yedirip, Alevileri aşağılamanın bedelini ödemedi
Failliliğinin ayırdına varmadan önce, televizyonlarda sık sık izlediğim biriydi Mehmet Ali Erbil. Hoş, izlemek için özel bir çaba sarf etmem de gerekmiyordu. Gündüz kuşağından prime time’a, her yerde ve her kanaldaydı. Küçükken bendeki algısı şuydu; Mehmet Ali Erbil ailenin haşarı çocuğuydu, herkesi bir yerinden yakalayıp güldürürdü. Bazen sınırı aşardı, aştığında cezalandırılır, biraz dinlenir, sonra “büyük hasret sona erdi” kutlamalarıyla ekrana dönerdi.
Atik manevralarla orta yaşlı beyefendilerin ağzına zorla salam sokup yedirdiğinde, apar topar şovu iptal olmuşsa da tekrar ekranlara dönmesi uzun sürmemişti. Birkaç yıl sonra, bu kez sunduğu programa Erzincan’dan bağlanan ve telefonu kesilen konuklara “Onlar mum söndü mü oynuyorlar, ne yapıyorlar?” diyerek, Alevilerle dalga geçmeyi ve onları aşağılamayı seçmişti. Erbil’in bu sözlerinin ardından yeniden programı iptal olmuş, konu mahkemeye taşınmıştı. Ancak Mehmet Ali Erbil yine düştüğü yerden sekerek televizyon ekranlarına kavuşmanın bir yolunu bulmuştu. Gösterilen tepkiler ne kadar büyük olursa olsun, Erbil ne şöhretini ne de servetini kaybetti. Bir şeyleri kaybetmek bir yana dursun, ekranların önünde ve arkasında kadınları taciz etmeyi kendinde hak gören iktidarının etrafındaki koruma kalkanı hiç güç kaybetmedi.
Sevimsiz bir hatırlatma, bir nevi son dakika: Sırtı asla yere gelmeyen, ne yaparsa yapsın ne itibarından ne de kariyerinden bir şey kaybetmeyen Mehmet Ali Erbil bir kadın tarafından cinsel tacizle suçlanmasının hemen ardından Kanal D’de daha önce Fatih Ürek’in sunduğu Gelinim Mutfakta ile ekranlara geri döndü.
Suriyeli göçmen ve mülteciler başlattıkları muz yeme akımının bedelini sınır dışı edilerek ödeyebilir
Yokuş aşağı frensiz düşüşteki Türkiye ekonomisinin nabzı pazarlarda tutulur, bu bir ana haber geleneğidir. Domatesin, biberin kilo fiyatıdır enflasyon artışının en bariz göstergesi. Ekim 2021’de İstanbul Esenyurt’ta yapılan bir sokak röportajı tam da bu geleneği yaşatıyor, vatandaşa ekonominin ahval ve şeraiti soruluyordu. Röportaj esnasında vatandaşa uzatılan mikrofon, ekonomideki kötü gidişatın faturasını Suriyeli göçmenlere şu sözlerle kesiyordu: “Sen burada kiracısın, biz burada ev sahibiyiz. Sen benden daha rahat yaşıyorsun. Ben muz yiyemiyorum. Kilolarla muz alıyorsunuz pazarlardan”.
Uzun süredir ülkede yolunda gitmeyen her şeyin sebebi zaten Suriyelilerden biliniyor. Mülteci ve göçmen düşmanlığının körüklenerek artması sonucu, başta Suriyeli göçmenler olmak üzere pek çok mülteci ve sığınmacı Türkiye’nin dört bir yanında nicedir saldırıya uğruyor. Böyle bir iklimde, muz mahrumiyetinden de Suriyelileri suçlu bulan sokak röportajını alaya almak, TikTok kullanan bazı Suriyelilerin seçimi oldu. Türkiye’de yaşayan Suriyeli göçmenlerin, mevzubahis röportajın sesini kullanarak muz yediği TikTok videoları ufak çaplı bir akıma dönüştü. Orient TV muhabiri Majed Shamaa’nın haberleştirmesiyle akımın bilinirliği daha da arttı. Shamaa, hazırladığı video haberde, marketten muz çalıp kaçarken görülüyordu. Mehmet Ali Erbil’in ne zorla salam yedirmesi ne de Alevilere hakaret etmesi onun ekranlardaki gücünü azaltamamışken, Suriyelilerin başlattığı muz yeme akımı günler içinde onların yaşam hakkını tehdit eder hale geldi.
İyi Partili İlay Aksoy’un, Shamaa’nın haberini 29 Ekim 2021’de sosyal medyada hedef göstermesinin ardından, İstanbul’un çeşitli semtlerinde yaşayan 11 Suriyeli, polisin yaptığı operasyonla gözaltına alındı. Yedisi, “Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik Etme veya Aşağılama” suçundan yasal işlem yapılarak İstanbul İl Göç İdaresi’ne gönderildi. Operasyonlar sadece İstanbul’da değil, İzmir’de de yapıldı. Muhabir Shamaa ise Gaziantep’teki Geri Gönderme Merkezi’ne yollandı ve sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Türklerin yoksulluğu ile dalga geçtikleri söylenen Suriyeliler ise bugünlerde marketten muz almaya korktuklarını dile getiriyor.
Avukatı, hem Esad’a, hem de gönderilmesi planlanan yer olan İdlib’te Tahrir el-Şam’a muhalif olan Shamaa’nın, sınır dışı edilmesi halinde infaz edilebileceğini açıkladı. Shamaa ise olaylar üzerine şunları söyledi: “Ben içinde mizahın olduğu programlar yapıyorum ve amacım insanları güldürmek. Gazetecilik yaparken, insanları güldürmek ve düşündürmek benim işimin bir parçası. Gerçekten Türkiye halkını aşağılamış olsam hak ederdim ama ben burada gazetecilik yaptım.”
Ofansif mizah toplumda dile getirilmeye korkulan, tabu sayılan, konuşulması güç meseleleri ve o meselelerin öznelerini hedef alırken, çoğu zaman hedef alınan grup ya da kimliklerin toplumsal konumuna saldırıyor. Bu saldırının hedefinde yer alanın sahip olduğu ayrıcalıklar, onun gücünü korumasına, yer yer pekiştirmesine bile vesile olabiliyor. Kanımca, Mehmet Ali Erbil’in salam yedirmesinin bir televizyon kazasından ibaret kalması, bu ülkede geçerli akçe olan tüm kimliklere aynı anda sahip olmasıyla ilgili.
Toplumsal güç ilişkileri bağlamında dezavantajlı konumda olan kişi ya da topluluklar ofansif mizahın nesnesi olmak yerine, ofansif mizahı kullanan özneler olmayı da tercih edebiliyor. Fakat ötekiler, bir başkasının elinde oyuncak olan ofansif mizahı bir güldürme tekniği olarak kullandıklarında bunun bedelini çok ağır ödüyor. Kendilerine oluk oluk akan nefretle muz yiyerek dalga geçen Suriyelilerin sınır dışı edilmesi ihtimali bunun en çarpıcı örneklerinden.
Bir mücadele aracı olarak mizahın potansiyeli
Mizahın en önemli işlevlerinden biri, aynı kahkahayı paylaşanların ortak bir kimliğe ait hissetmesini sağlamaktır. Zira aynı şeylere güldüğümüzde müştereklerimizi keşfeder, birbirimize yakınlaşırız. Mizah ortaklaştırdığı kadar, ayrıştırır da. Çünkü mizah sıklıkla, güçlü olanın kendi gücünü tesis etmek için öteki üzerinde üstünlük kurma aracı olarak (da) kullanılır. Bu sadece mizahı üreteni değil, tüketeni de bağlar. Bir başkası üzerinde üstünlük kurma iddiasındaki bir şakaya gülersek eğer, ‘bak ben de gülüyorum, ben o aşağıladığın değilim, sendenim” demiş oluruz. Dolayısıyla mizah tek kişilik bir spor değil, maruz kalan herkesin etki edebileceği kolektif bir çabadır.
Nasıl ki, on yıllar boyunca yüzlerini siyaha boyayarak siyahları karikatürize ettiğini sanan beyazların devri sona erdi, LGBTİ+’ların gerçekliğini reddeden, deneyimlerimizin meşruiyetine ve varoluşumuza saldıran mizahın da tükenmek üzere olan bir ömrü var. Ancak bugünün dünyasında, bunu sağlamak pek de kolay değil. Sanıyorum pek çoğumuz aşinayız, mizaha yapılan politik her müdahale “hassas”, “duyar kasan”, “espriden anlamayan”, “kezban”, “alıngan” gibi sıfatlarla itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Bu itirazın şaka kaldırıp kaldıramamakla ilgili değil, şakalarla kurulan iktidarı reddetmek olduğunu ısrarla hatırlamakta fayda var.
Gülmenin, bizi iyileştiren bir tarafı olduğuna inanıyorum. Dileğim, mizahın yarattığı yeni mücadele alanlarının çoğalması. Bunun yolunun da, bir biçim olarak ofansif mizahla kavgaya tutuşmaktan geçmediğini biliyorum. Mizahı üretenin toplumsal konumu, mizahın hedefinde kimlerin yer aldığı, mizahın yıkıcı bir biçimde mi, yoksa yeni iletişim olanaklarına imkan verecek şekilde mi kullanıldığı gibi unsurları hesaba katarak mizahla olan ilişkimizi belirleyebileceğimizi düşünüyorum. Bu yüzden, Netflix’e yaptığı stand-up gösterisinde translara nefret saçarak milyonlar kazanan Dave Chapelle’e, zengin erkeğin fakir kadınla aşk yaşadığı yaz dizisinde cast’ı hazır olan karikatürize eşcinsel karaktere ya da nefret nesnesine dönüştürülen kimi siyasilere alel tecel şalvar fotoşoplayan karikatür dergilerine gülmeyi reddetmenin ve ötekilerin mizahını sahiplenmenin hayati olduğunu düşünüyorum. Adımın duyar kasana çıkmasından zerre çekinmeyerek, LGBTİ+ bakışıyla mizah üzerine bir şeyler söylemeye devam etmek istiyorum.
Fulden Ergen’in Nesli Uras’la birlikte hazırladığı #ÜzerineBirŞeyler adlı podcast’in Dave Chapelle ile ilgili bölümünü dinlemek için tıklayın.
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.
2 Comments