‘‘Kamboçya’nın ölen halkından ne kaldı geriye?
Asyalı bir çocuğu kucağına almış bir Amerikalı kadın oyuncu fotoğrafı.
Tomas’tan ne kaldı geriye?
TANRININ CENNETİNİ YERYÜZÜNDE İSTEDİ diyen bir mezar yazısı.
Beethoven’den ne kaldı?
Bir kaş çatış, olmayacak bir saç yelesi ve ‘Es muss sein!’ diyen kasvetli bir ses.
Franz’dan ne kaldı geriye?
UZUN DOLAŞMALARDAN SONRA DÖNDÜ diyen bir mezar yazısı.
Böyle uzar gider bu liste. Unutup gitmeden önce kitsch’e dönüştürecekler hepimizi. Var olma ve unutuluş arasındaki durak kitsch’dir.’’
Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (Çev: Fatih Özgüven)
Romanı ilk okuduğumda çok etkilenmiştim bu bölümden. Haftanın beş günü sabahın köründe ‘‘andımız’’ okumaktan gelen bir kulak alışkanlığı olsa gerek ki; vurucu bitişli, aynı kalıbı tekrar eden, kümülatif söylevleri pek severdim o zamanlar. Bir takım hafıza kaydırmaları yüzünden (kitsch kelimesini klişe* olarak hatırlıyormuşum) zor da olsa yıllar sonra tekrar bulup okuduğumda; biçimini hala takdir etsem de (n’aber Pavlov), anlattığını doğru bulmuyorum artık. Kitsch’e dönüştürülemeyecek, bir mezar taşına, bir gazete manşetine, bir ölüm haberine sığdırılamayacak hayatlar; geride her tür sınırı aşacak güçte miraslar bırakanlar da var. Arkadaş gibi.
Doğduğunda Zekai koymuşlar adını. 1948’de, Bursa’da dünyaya gelmiş. İşçi bir baba ve ev kadını bir annenin yedi çocuğundan beşincisiymiş. Liseyi Bursa’da tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın ve Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun olmuş. TRT’nin Ankara bürolarında çalışmış. İlk şiiri 1965 yılında, henüz 17 yaşındayken arkadaşı Ömer Zafer Göktürk ile birlikte çıkardıkları, yalnızca tek sayı basılan Kent 16 dergisinde yayımlanmış. Niye Kapalı Kapılarınız – Bulamıyoruz imiş adı. Zamanın edebiyat dergilerine ilk girişi ise, 1967’de Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası şiirinin Soyut dergisinde yayımlanmasıyla olmuş. Bu ilk çıkıştan sonra şiirleri ve yazıları Soyut, Forum, Papirüs, Yordam, Dost ve Yansıma dergileri ile Ulus gazetesinin kültür-sanat sayfalarında boy göstermiş. 1973’te de ölmüş.
Böyle yazınca ne kadar sıradan, hatta dönemin koşullarında yaşayan bir şair için ne kadar klişe bir hayat gibi görünüyor, değil mi? Öyle değil ama. Satır aralarında, satırların anlattıklarından çok daha büyük bir hayat gizli. Mesela henüz çocukken, kemik hastalığı sebebiyle aylarca hastanede yatmış. Bu deneyimin insanı, hele de yaşı küçük bir insanı ne kadar yalnızlaştırabileceğini ilk elden biliyorum. Ben doğmadan yıllar önce dünyayı terk etmiş birçok arkadaşım gibi, Arkadaş’la da çakışıyor yollarımız, üst üste biniyor hikayelerimiz. Sonra 1971’deki SBF yurduna yapılan polis baskını ve gözaltılar var. Arkadaş bu baskında ağır işkenceye maruz kalmış. Sonra dönemin sert gerçekçi, ağır siyasi şiirler furyasına uymayan, aşırı ‘‘duygusal’’ şiirleri sebebiyle çağdaş şairler tarafından ciddiye alınmaması var. Ötekileştirme ve yalnızlaştırmanın sanat diline çevrilmiş hali. Satır aralarına da gerek yok. Arkadaş’ın hikayesinin ağırlığını anlamak için, özgeçmişindeki sayılar arasında yapılacak basit bir matematik işlemi bile yeterli. Ölüm tarihiyle doğum tarihi arasında yirmi beş yıl var. Yalnızca yirmi beş yıl! Bu gencecik büyük şair yirmi beş yaşında neden ölmüş?
Bu sorunun birden fazla cevabı, birden fazla muhatabı, cevap niyetine ortaya atılan birden fazla senaryo var aslında. Bunların hiçbiri de ne bir diğeriyle uyuşuyor, ne de yeterli açıklamayı sağlıyor. Net olan tek bilgi, bir gün yapımına katkıda bulunduğu bir programı izlemek üzere, evinde televizyon olmadığı için televizyonu olan bir yere gittiği ve o gece eve dönmediği. Buradan sonrası, faili meçhul cinayetlerden bildiğimiz üzere çatallı, çetrefilli bir yola dönüşüyor. Kimi kaynaklara göre 29 Nisan sabahı, ağır yaralı bir halde sokakta bulunmuş. 5 Mayıs 1973’te de, Numune Hastanesi’nde ölmüş. Kimi kaynaklarsa bulunduğunda yaralı olmadığını ve zaten ölmüş olduğunu söylüyorlar. Adli tıp raporundaki ölüm sebebi ise kafa travması. Eğer yaralıysa yaralara ne sebep olmuş, eğer değilse kafa travmasının nasıl oluşmuş bilen yok.
İnsan beyni boşlukları doldurmakta ustadır; ancak her beyin kendince kurar bağlantıları, köprüleri. ‘‘Arkadaşları’’ iki yıl önce maruz kaldığı işkencede başına aldığı darbeleri, polis şiddetini mesul tutuyorlar ölümünden. Hikayedeki açıkları, bile bile görmezden gelinen noktaları önceden tanıyan bizler ise bunun bir nefret cinayeti olduğundan neredeyse eminiz. Trans seks işçileri müşterileri tarafından katledildiğinde de katil korundu çünkü. Gencecik insanlar aile baskısı yüzünden kendi hayatlarını aldıklarında da yalapşap bir araştırmayla üstü kapandı. Bizzat kendi ailesi tarafından öldürüldü Ahmet Yıldız ve katil babası Yahya Yıldız asla yakalanmadı. İçinde yaşadığımız gerçek-ötesi çağda, gerçeğe ulaşmak giderek zorlaştırılıp önemsizleştirilse de; parayı veren normu belirlese de Arkadaş’ın ölümüyle sonuçlanan o gece gerçek nelerin yaşandığını bilenler var mutlaka: katil ya da katiller, olası şahitler ve onların buz tutmuş vicdanları.
Arkadaş’a karşı işlenen suç o gece yaşananlardan ibaret değil, tabii. Varlığını yok sayarak onu alkole, tek başına karanlık sokaklara iten sistemden başlıyor ipin ucu. Sonra aileye uğruyor, oradan da hakkında arkasından fısır fısır konuşup sonra aralarından atan ‘‘arkadaşlarına’’ kadar dolanıyor. Lisede ilk açıldığım zamanlara gidiyor zihnim. O zamanlar aramızdan su sızmayan, şimdi isimlerini bile hatırlamadığım ‘‘arkadaşlarımın’’ kendilerine açıldığımın ertesi günü kapı duvara dönen yüzlerini hatırlıyorum. Ortak zeminimizin altımdan bir anda nasıl da çekiliverdiğini… Neyse ki ben o dönemi, beni anlamaya çalışan, benden yüz çevirmeyen arkadaşlarım sayesinde atlatabildim. Arkadaş gibi birçoğumuz atlatamadı. Aile durağınaysa uğramaya bile gerek yok, o zaten AİLE. Belki de ömür boyu içinden çıkılamayan bir çukur, karanlık dipsiz bir kuyu.
Arkadaş’ın ardında miras bıraktıklarıysa ne satırlara sığar, ne de hayatlara. Her şeyden önce şiirleri kaldı geriye. Tüy kadar hafif kelimelerle, incelikle, korkusuzca kurulmuş kağıt kesiği dizeleri var. Varlığının ayıplandığı, görmezden gelindiği bir zamanda yaşamış olsa da (ki o zaman hayli genişliyor, günümüze kadar yayılıyor maalesef) cesaretiyle bütünleşerek zamanın ötesine geçecek, belki de yüzyıllarca yaşayacak şiirler bunlar. Kendi kendine koyduğu adı var sonra. ‘‘…Bir film sahnesini andıran o büyülü anda, bizim için yazıldığına adım gibi emin olduğum dizelerin, kendine verilen adı sevmeyip ‘Arkadaş’ demiş ve kimliğindeki adını tek harfe indirgemiş şairi…’’*2 Kendi içine çevirdiğin gözünün; sana verilen isimlerden, takılan lakaplardan, atılan laflardan çok daha ötesini görebileceğinin kanıtını miras bırakmış bize. Yasal vasileri mezar taşına yazmasa da, dilinden anlayanlar o A.’yı hep hatırlayacak. O isim atanmış her tür kimlikten daha uzun yaşayacak. Zarafeti, içinin ta içi gülen gözleri, mücadelesi… Boyun eğmeyenler, her türlü baskıya rağmen hak arayanlar, ses çıkaranlar için çizilmiş birer yol haritası, birer kullanma kılavuzu hepsi.
Olması gerekenden çok çok sonra bir de belgeseli oldu Arkadaş’ın. Hem geç, hem güç bilinir ötekilerin değerleri zaten. Bazen de hiç bilinmez. Öğretilmez. Arkadaş da Merhaba Canım şiirinde ‘‘ve bir gün elbette Zeki Müren’i seveceksiniz’’ diyordu. Toplumun LGBTİQA+’ları değersizleştirmesine kafa tutuyordu iki satırda. Belgesel adını bu şiirden alıyor. Arkadaş’ın ‘‘arkadaşlarının’’ anlattıklarından çok, anlatmadıkları, anlatamadıklarıyla şekilleniyor belgeselin çizdiği tablo. Homofobi yüzünden nasıl yalnızlaştırıldığını, girdiği odaların nasıl sessizleştiğini görüyorsunuz bu karanlık resimde. Aradan geçen onca zamana rağmen hala, ısrarla susuyor tanıklar, failler. O sessizlikte Arkadaş’ın şiirleri çınlıyor, onlar tamamlıyor diğerlerinin yarım bıraktıkları cümleleri. Sessizliğin gizlemeye çalıştığı gerçekleri yine onun dizeleri açık ediyor. Erk simgesi simsiyah bir boğa oturuyor içinize, boynuzları ciğerinize batıyor, soluğunuz kesiliyor.
Merhaba Canım belgeseli, Arkadaş gibi büyük bir şairin hikayesine dev spotlarla ışık tutmaya çalışan bu yapım Documentarist’in 2021 gösterim programına alınmadı. Önce özel çağrı göndermiş olmalarına rağmen hem de. Sessizliğin ağırlığına mı katlanamadılar; dünün devrimci genci, bugünün festival sponsoru abilerini kızdırmak mı istemediler, bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki kendi sesi, kendi kelimeleri olanların, Arkadaş gibilerin ne festivalinize, ne suya sabuna dokunmayan tanıklıklarınıza, ne de yıllar sonra bile sürdürdüğünüz suskunluğunuza ihtiyaçları var. Onlar son bulmaz, hikayeleri sonsuza kadar yaşar şiirlerinde, şarkılarında, filmlerinde, romanlarında… Asıl konuşmaya, özeleştiri yapmaya ihtiyacı olan sizlersiniz. Yüzleşmek iyileşmenin ilk aşamasıdır. Homofobinizle yüzleşip onun sonuçlarını anlarsanız iyileşmeye doğru bir adım atmış olursunuz. Sessizliğin ne size, ne mücadeleye ne de değişime bir faydası var. Gerçeğin üstünü örtmeye çabalayan incecik bir buz tabakasıdır sessizlik. Ama unutmayalım buz saydamdır, kolayca kırılıverir ve
‘‘…bir gün değişir elbet
güneşe ve penise tapan rüzgarın yönü’’*3
*Wikipedia’dan topladıklarım ve Tasarımda Anlam derslerinden (Aren Kurtgözü hocama sevgiler) hatırladıklarımla kitsch ve klişe kavramları hakkında meraklısına notlar:
Kitsch kelimesi, sonuna balık istifi sıkıştırılmış sesli harflerden de anlaşıldığı üzere Almanca kökenli. Kelime ilk olarak 19. yüzyılın sonlarında, Münih sanat pazarlarında kullanılmaya başlanmış. Popüler zevke hitap eden, ucuz ve çok satan resim ve çizimleri tanımlıyormuş o zamanlar. Sosyoekonomik kast sisteminin alt katmanlarına hitap ediyormuş bu üretimler. Sanayi devrimi, seri üretim, plastik gibi bazı malzemelerin üretimde yer almaya başlaması ve medyanın etkisi sonrasında kitsch sanat üretimleri, ironik ve esprili doğalarıyla yüksek pazarda da takdir görmeye başlamışlar. Böylece 19. yüzyılın burnu havada estetik anlayışına küçük nanikler de yapmışlar. Bu eserlerin önemli özelliklerinden biri anlamda yorumlamaya açık pencere bırakmamaları, ne söyleyeceklerse en direkt şekliyle söylemeleri. Ayrıca kitsch kavramı, RuPaul’s Drag Race’le kelime dağarcıklarımıza yapışan ‘camp’ kavramıyla da akraba kabul ediliyor.
Klişe (orijinal yazılışı cliché) ise Fransızca (e’nin üzerindeki şapkaya tikeliniz) kökenli. Kitsch’ten yaklaşık elli yıl önce, matbaa jargonundan giriş yapmış hayatlarımıza. Fransızca basmak anlamına gelen clicher fiilinin üçüncü çekimi. Jargonda belli harfleri ya da imajları arka arkaya basmaya olanak sağlayan şablon tabletler için kullanılıyormuş. Türkçedeki kaşeyle de bir akrabalığı olduğunu düşünüyorum ama ispatlayamam Günümüzde ise, bir zamanlar anlamlı olsa da artık temel anlamını yitirecek kadar fazla kullanılmış, hatta bu yüzden sinir bozucu hale gelmiş şeyleri tanımlamakta kullanılıyor. Bir kavramı ya da söylemi klişe yapan şey aşırı kullanımın yanında, tahmin edilebilir ve yaratıcılıktan uzak olması da aynı zamanda. Fransalı şair Gérard de Nerval ‘‘Bir kadını bir gülle kıyaslayan ilk kişi bir şairdi. İkincisiyse bir aptal,’’ sözüyle yaklaşmış konuya. Yüzyıllar sonra ‘‘kadınlar çiçektir’’ sloganını ortaya atanlar ne oluyor, artık siz hesap edin.
*2 Bawer Çakır’ın Bianet’te yayımlanan yazısından.
*3 Merhaba Canım şiirinden.
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.