prof. dr. şahika yüksel, bianet’e translar hakkında verdiği röportajda “hayatta kalanlar” altbaşlıklı bölümde şöyle diyor: “…daha önce bir sağlık kurumuna başvurmamış veya başvurup destek almamış 141 transgender kişi arasında 21 yaşından önce intihar edenlerin oranı yüzde 76 olduğu görüldü. Bu oran yüksek gelmesin, tersine biz hayatta kalanları görüyoruz. Tabii bu nedenle intiharı tamamlanan ve ölen kaç kişi var bilmiyoruz.” bu istatistiği ilk okuduğumda algılayamadım, kendi kendime tekrarladım: hayatta kalmayı başarmış 141 trans yetişkinin içinde intihar girişiminde bulunanların oranı yüzde 76, yani hayatta kalanlarımızın çoğu intihar etti. hande kader’in ölümünün yedinci yılı anılırken, trans çocukların varlığı (yine) sorgulanırken, trans kadınların evleri mühürlenirken bu istatistik bize ne anlatıyor?
bir trans kadın olarak, hande öldürüldüğünde 17 yaşında olan ve hande’yi öldürülünce tanıyan biri olarak, her gün gelen kötü haberlere rağmen nasıl yaşıyorum? bir gün evden atılabileceğimi, evimin mühürlenebileceğini, öldürüle(bile)ceğimi, çocuk sahibi olamayacağımı ve evlenemeyeceğimi bilerek yaşamıma devam etmem gerekiyor. kaybettiğim şeylerin yasını tutmama ne vaktim ne iznim var, güçlü olmalıyım. oysa kalbim kaybettiklerimizin ve hayalini bile kuramadığım çocuğumun ağırlığı altında eziliyor. yas tutamıyorum, birlikte kayıplarımızı anıp üzülemiyoruz ve bu beni yavaş yavaş öldürüyor.
yas tutmak için neyin ve kimin yasını tuttuğumu bilmem gerekiyor, oysa, çoğu zaman, ölen transların ne ismini ne de hikayesini biliyor oluyorum. prof. dr. yüksel bizi “bu oran yüksek gelmesin” diye uyarıyor, çünkü bu oran yalnızca hayatta kalanlar arasında intihar girişimlerinin oranı. ölümle sonuçlanan intiharları da katınca oran daha da ürkütücü oluyor. ne kadar intihar dense de bu ölümler, cisheteropatriyarkal düzenin dolaylı yoldan işlediği cinayetler. bu düzende translar en sonunda bir sayı, bir isim ve bir öldürülme biçiminden ibaret kalıyor. ağustos ayıyla birlikte hande kader yeniden anılmaya başlandı, o meşhur fotoğrafıyla, polis saldırısının ortasında, yerde, ağlıyor, tam da muktedirlerin görmek istediği trans kadın profili: sadece adı, translığı, mağduriyeti ve belli belirsiz bir ölüm tarihi var. hande’nin fotoğrafını yeniden sahiplenebildik mi? gezi’deki haziran direnişi ruhu geride kaldı, faşist iktidar her gün daha sert saldırıyor ve translara uygulanan şiddet artmaya devam ediyor. mevcut bu durumun ışığında o fotoğrafı kuir bir manevrayla sahiplenemediğimizi hissediyorum, çünkü o fotoğraf hâlâ bize uygulanan şiddeti somutlaştırıyor. ben hande kader öldürüldüğünde açılmamıştım, mücadelede değildim, belki ondan bilmiyorum; hande’nin en sevdiği renk neydi, hande’nin hayalleri neydi, hande kimi seviyordu, süslenirken hangi şarkıyı dinliyor, hangi filme ağlıyordu, hande gülerken gözleri kısılıyor muydu? hande’yi neden sadece ağlarken, gaz yerken ve ölürken tanıyoruz? cesur olmak, direnen olmak, yaşama her şeye rağmen tutunan olmak çok önemli; ama tuttuğumuz yas, ki onu da tutuyorsak, hande’nin ve kaybettiklerimizin yası mı, yoksa ‘cesur ve mücadeleci trans’ idealinin mi?
kayıplarımın, kayıplarımızın hüznüyle yazdığım bir yazıyla onları romantize edip etmediğimi, durumu bencilleştirip bencilleştirmediğimi çok düşündüm. vardığım sonuç, kaybettiklerimizi istatistik olarak kullanmak ve onların adını yalnızca sloganvari bir şekilde yaşatmak, fotoğraflarını trajik yazılarla paylaşmak ve kaç kere bıçaklanıp nerede yakıldığını anlatmak onları romantize ettiği oldu. anılarını, insanlıklarını, hiç ulaşamayacağımız ve ulaşmamızın gerekmeyeceği bir yere kaldırıyoruz; çünkü her gün bir trans ölüyor, kaybettiğimizin hande veya başka bir kişi olması söylemimizde ve düşüncemizde neyi değiştiriyor? sokakta saldırıya uğradığımızda bile devlet tarafından kriminalize ediliyoruz, buna karşı verdiğimiz mücadeleden gurur duyuyorum fakat şu soru da aklımı sürekli meşgul ediyor: sokakta rahatça yürüyemiyor oluşumuzun yasını birlikte tutabildik mi ya da tutabiliyor muyuz? birimizde açılan yara hepimizde kanıyor. bu yaraların farkına varıp onları iyileştirebildik mi? yasımızı ve hüznümüzü sahiplenmek bu yüzden hem bireysel hem kolektif bir eylem oluyor. ölen ve öldürülen transları birer sayı olmaktan çıkarıp onları tanıyarak, onlarla derin bir bağ kurarak birlikte tutacağımız yas, kolektif hafızamız, içimizde biriken umutsuzluk, yalnızlık, korku, özlem ve acının çıkabileceği ortak alanlar bizi birbirimize bağlayacak. kaybettiklerimizin yasını birlikte tuttuğumuz ve yaralarımızı birbirimize gösterdiğimizde bir araya gelip yaşama tutunacağız.
yastan, ölümden kaçmak onlarla ilk karşılaştığımızda verdiğimiz bir refleks de olabilir. trans ve/veya kadın cinayetleri haberlerinde, ve uğradıkları tacizlerde bunların bir gün benim de başıma geleceğini, eninde sonunda beni bekleyen kaderin bu olduğunu hissediyorum. yaşamak istiyoruz, mutlu olmak; yeterince zorluk çektik, daha fazlasına katlanmak çok zor. günlük faaliyetlerimizin hepsinin üzerinde şiddetin izi varken bunları görmezden gelerek yaşamaya çalışıyoruz. oysa biz yasımızı ne kadar görmezden gelirsek o bize o kadar tutunuyor. yası kabullenmek gerçekle göz göze gelebilmek demek, yaralanıp mutsuz olmamız için her türlü neden var. bu, stereotipik melankolik trans imgesinden farklı, bu sefer küçümsenen haklı melankolimizi sahiplenir bir tavırla, bir yandan bizi sahip olduklarımızdan ayıran sistemin farkında ve ona öfkeli olarak, bir yandan da zorunlu ayrılıklarımızın acısını çekmekte kendimizi özgür bırakarak, zaten sesimizi bizimle ilgili tartışmalarda bile kesen natrans dünyaya karşı kalbimizin en derinlerinden gelen hislerimizi dinlemek demek. çocuğunu devletin öldürdüğü bir anneyle seçilmiş kardeşini sistemin öldürdüğü bir trans arasında bağ kuracak olan da bu acı. belki, ruhumuzun derinlikleriyle kuracağımız, birbirimizin yüreğine dokunacağımız bu ortak yasımız bizi bedenlerimizle de eşsiz bir şekilde ilişkilendirecek. geride kalan translar olmadan hem geçmişteki hem gelecektekileri kimler yaşatacak?
birlikte yas tutabileceğimiz alanların oluşturulması, bunun tam da kayıplarımıza sebep olanlar tarafından yasaklandığını görünce daha da anlam kazanıyor. kadın cinayetleri sonrasında bazen ülkece bile tuttuğumuz yas bizi birbirimize yakınlaştırıyor, öldürülen kadınların hatırasını yaşatmamızı ve dayanışmanın yeni yollarını bulmamızı sağlıyor. haziran direnişi sırasında katledilenlerin acısı yüreğimizi yakarken mücadelemizi de güçlendirmedi mi? şimdi, faşist devlet propagandası, berkin elvan’ın acısına ve anısına ortak olan herkesi terörist diye yaftalıyor. biz belki de devletle mücadeleyi sürdürürken kayıplarımızın yasını tutacak vakti bulamıyoruz, fakat devlet tam da yasımıza ve kaybettiklerimizin hatırasına saldırıyor. sokakta saldırıya uğrarken bile kriminalize edilen taraf biz oluyoruz, saldırıya uğrayan trans kadın arkadaşlarımızın acısını paylaşamadan onların “kadın kılığında erkekler” değil de kadın olduklarını anlatmaya girişiyoruz. her trans cinayetinden sonra medyada bu haberin transların atanmış adıyla ve atanmış cinsiyetiyle verildiğini görüyoruz. kaybettiklerimizi adlarıyla, cinsiyetleriyle, oldukları gibi, hatırladığımız gibi anmak için bile mücadele etmemiz gerekiyor; ve bu mücadele içinde, adını adımız gibi savunduğumuz transın acısını hissedecek vakti bulabiliyor muyuz? yas tutmamız ve hatırlamamız politik bir eylemdir, özellikle de devlet bizi yasımızdan alıkoymaya ve neyi nasıl hatırlayacağımıza karar vermeye çalışırken. birlikte yas tutabileceğimiz ve hatırlayabileceğimiz alanları çoğaltma; transları bir istatistik olmaktan çıkarıp hem yaşamımızı hem de ölümümüzü daha güçlü sahiplenmemiz umuduyla…
Fotoğraf: Akın Çeliktaş