Mertcan Karakuş a.k.a. Zakkum Kök
Mozaik: 1. isim Türlü renklerde, küçük küp biçiminde mermer, taş veya pişmiş toprak parçalarının yan yana getirilmesiyle yapılan resim ve bezeme işi. Şapkalı a’ya taktığından beri sağı solu belli olmayan, bileşik fiilleri bir yıl ayırıp bir yıl birleştiren sevgili TDK mozaiğin birinci anlamını böyle vermiş. Bu iş için kullanılan mermer parçaları için de yine aynı kelime kullanılıyormuş kendilerine göre. Yan yana gelen farklı renklerdeki bu küçük parçalar birleşir, bir şekil oluşturur. Zaman zaman bu şekillerden bir anlam çıkarırız kendimizce. Beyin böyle çalışır; parçaları birleştirir, boşlukları doldurur, anlayabileceği bir şeye dönüştürür karşısındakini. Anlamlandırmak, tanımlamak yönetimi, başa çıkmayı kolay kılar. Bir de bakmışsınız ki farklı renkli kırık kiremitlerin düzenlenişi, binlerce yıl öncesinden sarhoş bir iskeleti (Hatay’da bulunmuş Neşeli İskelet mozaiği, kalp, ben) resimlemiş. Bu süreçte de parçaların sağı solu törpülenmiş, girintiler çıkıntılara, çıkıntılar girintilere uydurulmuş olur bittabi. Ancak Dil Kurumunun önerdiği gibi bir tek mermer olanlar değil, çakıl da olsa bütün küçük parçaların da ayrı ayrı mozaik olarak adlandırılması elzemdir.
Kelimenin mecaz anlamı olan ‘‘değişik dillere ve kültürlere sahip insan topluluğu’’ da (bu hafta sponsorumuz TDK), yalnızlığı ve güzelliğine (ki ikisi de su kaldırır görecelikte kavramlardır) rağmen üçüncü Dünya ülkeliği her gerdan kırışında kendini gösteren Türkiye’yi tanımlarken sık sık kullanılır. Bu ‘çeşitliliğin’ hikaye anlatıcılığımızda bir takım yansımaları olmuştur. Tekrar sayısını anlatmaya hiçbir temcit pilavının ömrünün yetmeyeceği zengin kız vs. fakir oğlan (FINISH HIM!) basmakalıbından itibaren, türlü sosyoekonomik sınıflardan gelenlerin dramatik karşılaşmalarını pek sever, pek tüketiriz. Bazıları, gerçek hayatta iki cihan bir araya gelse bir araya gelemeyecek bu ‘mermer’ parçalarının karşılıklı elektriğinden kendi kendine çıkıverir hikaye. Dolayısıyla biraz üstünkörü, biraz kolaycıdır bu yöntem. Biraz zengin kızın (kadın hep eksiktir ya onlara göre, o eksikliği zenginlikle tamamlarlar) şaşalı hayatını anlatırsın, biraz fakir oğlanın çektiği sıkıntıları. Sonra iki ayrı dünyayı çarpıştırırsın: Hop! Nur topu gibi bir filminiz, diziniz, romanınız, öykünüz olur.
Seslerin, farklılıkların bir yandan daha duyurulabilir, diğer yandan arada kaynamaya daha müsait olduğu günümüzde, birçok potansiyel gerilim, birçok potansiyel taraf çıktı ortaya. Artık sadece sınıf farkıyla (Marx affetsin) anlamlandırılamıyor çatışmalar; daha sofistike (sınıf çatışması yeterince komplike değilmiş gibi) bir hal aldılar. Hem ana akımda, hem de internet televizyonlarında yayımlanan birçok dizi bu ‘yeni’ çatışmalara dayıyor sırtını. Kimisi aynı ikilileri bozuk plağa çevirirken, bazıları özgün gerilimler yaratıyor. Dizilerde çerçevelenen portrelerin gerçekliklerini tartışmaksa boş geliyor bana, zira portrelerin gerçeğe yakınlıklarıyla değerlendirildiği zamanlar çok gerilerde kaldı. İç tutarlılıkları konuşulabilir, ya da attıkları taşların ürküttükleri kuşlar ama ‘gerçeklikleri’ ‘‘aslında kaşık da yok’’ çağımızda abesle iştigal. Hikayelere, hikayeymiş gibi davranmak, yani onların bizde oluşturduğu yankıları dinlemek daha uygun sanki. Buradan sonrası bir takım yansımalardan oluşacağı için okuyana anlamlı bir resim sunar mı, emin değilim; zorunda mıdır, ondan da.
Dört diziyi göz önüne alıyorum yansımalarıma ayna olarak: senarist/terapist hanımın (ismini söylersem kapıda belirir diye korkuyorum, öyle bir maruz kalmaktır) üç dizisi ve yeni çıkan ‘arthouse’ kuzenleri. Birbirlerini tanımazlıktan gelseler de ortak noktaları hayli fazla. Öncelikle hepimize hayırlı/uğurlu olsun, geleneksel değerlerimize akıl sağlığı da eklenmiş. Kenarından köşesinden bir terapi odası, bir kişilik bozukluğu, hatta daha ‘entelektüel’ olanında Freud’dan, Jung’dan sulandırılmış enstantaneler… Kağıt üstünde çok olumlu görünüyor ama akıl sağlığı bu: kafatasında durduğu gibi durmaz. Bu vurgu, bu görüntüler terapiye ulaşım şansı olmayan (altın çok pahalandı, terapi hep pahalıydı) milyonlarca eve ulaşıyor. Milyonlarca evde, milyonlarca travmayı tetikliyor. Dolayısıyla da milyonlarca insan çözme fırsatı elde edemeyecekleri travmalarla baş başa kalakalıyorlar. Naçizane aklıma gelen tek çözüm yolu, senarist/terapist hanımın, dizilerini izleyip rahatsızlananlara bedava terapi uygulaması ki yöntemleri dizideki gibiyse durumu daha da vahim hale getirebilir bu çözüm.
Bir de kullandıkları ‘ama’lar ve o ‘ama’ların yerleri var. Türbanlı ama zeki, okumuş ama ayrımcı, oyuncu ama içten, hoca kızı ama elektronik müzik dinliyor… Her nedense (dikkat: burada tecahül-i arif kullanılmıştır) çoğunlukla kadın karakterlere iliştirilmiş ‘ama’lar. Erkek karakterlerde ise hep aynı vurgu var: erkek ama duygusal. Anna Karanina’nın ilk cümlesini biraz değiştirirsek buraya da uygulayabiliriz: tuzukuru erkekler birbirine benziyor, mutsuz kadınlarınsa kendilerine özgü ‘ama’ları oluyor herhalde. Kadınların hep tek bir şey olmalarına izin var. Bir şey daha olmaları bir tür şaşırtma efekti olarak kullanılıyor. Erkeklerse paşa gönüllerinin istediği her şeyleri olabiliyorlar. Onlara da bir tek duygularını (öfke hariç) göstermek yasak. Seyirciden empati bekledikleri anlar hariç tabii. ‘‘Kadınların başlarına açtığı’’ türlü belalara rağmen şiddete başvurmadıkları için sadece alkış beklemekle kalmıyorlar, her hamlelerinde tekrar tekrar bise de çıkıyorlar.
LGBTİQA+ ile (daha doğrusu sadece ilk iki harfle) camdan cama bir bakışma var ama henüz dişe dokunur bir temsil görülmüş değil. Ön koltuk dolu, bunlar nasıl olsa arkada gitmeye alışkın denmiş de, hiç de açık olmayan, yalnızca bilenin görebileceği imalarla onların da gönlünü (ya da reytingini) alalım diye düşünülmüş sanki. Özellikle ‘entel’ kuzen bu konuda çok açık fikirli: Onun da lezbiyen arkadaşları var. Eşcinsel müzisyenlerin şarkılarını dinliyor sonra. Daha ne yapsın? Ana akım zaten sansüre teslim. Dillerine acı biber sürüverir babaları. Son tahlilde hepsinde bir eksik kalmışlık bir yarım bırakılmışlık duygusu; ister video çağının gürültülü özgüveniyle, ister fotoğrafın sakinliğinde çekilmiş olsun. Bazılarındaki eksikler binanın çöküşüne sebep olsa da hepsinde ata sporumuz malzemeden çalmak baki. Oysa mozaik pastayı ayakta tutan malzeme, içine katılan bisküvi parçalarıdır. Büyüklüklerini de doğru ayarlamak gerek, un ufak olursa dişe gelmez. Yoksa ne kadar buzlukta tutarsan tut, yaptığın tatlının kıvamına muhallebi denir.