New York’ta Bir Papatya Falı: Seviyor… Sevmiyor… Sevemiyor…

İlker Hepkaner

The Boys in the Band filmi 1968 senesinde, farklı hayatlar yaşayan sekiz eşcinsel erkeğin New York’ta küçük bir apartman dairesinde arkadaşlarının doğum gününü kutladıkları bir geceyi anlatıyor. Hikaye zamansal ve coğrafi açıdan bugün yaşadığımız gerçeklerle doğrudan ilgili görünmese de geylerin kendileri sevmeleri konusunda çok önemli sorular soruyor. 

Filmin uyarlandığı tiyatro oyunu, 1968 yılında ilk kez sahneye konulmasından yarım asır sonra Broadway’de her biri açık eşcinsel olan oyuncu kadrosuyla yeniden sahnelendi. Oyunun aktör ve yönetmen kadrosu Ryan Murphy’nin Netflix ile yaptığı anlaşma çerçevesinde bu oyunu filme taşıdı. Filmin ritminin ve oyuncuların ilk saniyeden itibaren rollerinde inandırıcılık düzeylerinin yüksekliğinin nedeni yıllardır bu karakterleri oynuyor ve diğer oyuncularla birlikte çalışıyor olmaları. Daha önce de beyazperdeye uyarlanan bu eserin 2020 versiyonu da oldukça başarılı. Oyunda yer almayan flaşbek sahneler hikayeye sinematik bir değer katmış. 

The Boys in the Band‘in hikayesi, filmlerden ve oyunlardan alışık olduğumuz klasik bir fikrin etrafında dönüyor. Birbirinden çok farklı hayatlar yaşayan bir grup arkadaş, yaşlanmaktan nefret eden arkadaşlarının doğum günü için toplanır. Parti güzel başlasa da bu grubunun üyeleri, önce davetsiz bir misafir, sonra da partiyi veren ev sahibinin kışkırtmaları nedeniyle arkadaşlıklarına ve hayata dair içlerinde ne kadar zehir varsa dökerler ve olaylar gelişir. Tahmin edebileceğiniz üzere, partiye katılan kimse kendinden memnun değil. İşte hikayenin 1960’lar New York’uyla çok da alakası olmayan bizler için önemli hale geldiği nokta burası: Biz geyler kendimizi neden sevmiyoruz?

Filmde bir araya gelen karakterlerin bu soruya kimi cevapları var: Matt Bomer’ın canlandırdığı Donald’a göre ailemiz yüzünden bunu beceremiyoruz. Zachary Quinto’nun kendine hayran bıraktırarak, adeta döktüre döktüre oynadığı Harold karakteri suçu zamana ve kimilerimizin heteroseksüeller gibi yaşamak istemesine atıyor. Jim Parsons’ın canlandırdığı küfürbaz, alkolik ve seyirciyi gerim gerim geren ev sahibi karakteri Michael’a göre din ve Tanrı inancı bizi dışladığı için kendimizi bir türlü sevemiyoruz. Gençken bizi sevmiş gibi yaptıktan sonra bir kenara atan ve “heteroseksüel” bir hayat sürenlerin geylerin ruhlarında yaptıkları yıkıcı etki ise Bernard ve Emory karakterlerinin hikayelerinde keskinleşiyor. 

1968'ten beri hem sahnede hem de beyaz perdede var olmayı başarabilmiş uzun soluklu bir yapım olan The Boys in The Band bu kez Ryan Murphy tarafından ekrana taşındı. İlker Hepkaner, bu klasik eserin yıllar önce sorduğu soruların bugünkü karşılıklarına bakıyor.

Benim filmin hikayesini birazdan değineceğim aksaklıklara rağmen bu kadar beğenmemin altında bu kendini sevememe halini merkezine koyması ve bir beyin fırtınasına dönen diyaloglarda buna verdikleri yanıtlar yatıyor. 

Adı geçince dahi tüyleri diken diken etmesine rağmen gerçekliğini şiddetle koruyan “normal” hayatın lubunya hayatla ilişkisi geylerin kendilerini sevmesinde önemli bir rol oynayabiliyor. Cis heteroseksüellerin “hayat tarzınızla bir problemim yok ama bunu kendinize dair tek şey haline getirmeyin” tavrını hem kendi aramızda hem de onlarla yüzleşerek eleştiriyoruz, ama onların bizlere yaptıkları bu sözel baskının sonuçlarını kendi aramızda tartışıyor muyuz? “Bizi böyle kabul edeceksiniz” dayatmamızın yanına, biz de kendimizi böyle seveceğiz kararını ekleyebiliyor muyuz? Film bu kararı ekleyemediğimizi iddia ediyor. Hikayenin geylerin kendilerini sevebilme yetisine dair söylediği şeylerden bir tanesi bu.

Hikayenin kimi tüh dedirten dönemeçleri yok değil: Hala dolapta olanlara veya seks işçiliği yapanlara tepeden bakan tavrı, sınıfsal ve etnik ayrımcılık konularına kısacık girmesi ve kimi karakterleri diğerlerine göre gölgede bırakması izleyicilerin hoşuna gitmeyebilir. Ama zaten bu filmde, hiçbir hikayede olmadığı gibi, mükemmel kimse yok. Her karakter bir yerden irinini akıtıyor.

The Boys in the Band’i izleyenler bir anda çat diye kendini sevecek diye bir iddiam elbette yok. Ancak kendini sevememenin nedenleri ve sonuçları üzerine hikayenin geçtiği bağlamdan kopuk olarak kimi soruları kendimize sorabiliriz: Kimimiz neden yaşlanmaktan bu kadar korkuyor? Şu hayatta en çok kime aşık oldun sorusuna neden kimi zaman verilen cevaplar artık hayatımızda olmayan, bizleri zamanında dışlamış, hor görmüş, hatta zorbalığa uğratmış, bir çoğu heteroseksüel olan kişiler olabiliyor? İnançlı geylerin açmazını, inançsız geyler körüklüyor olabilir mi? Yani inançlı bir arkadaşımız kendisini bir camide veya kilisede gey olduğu için rahatsız hissederken, benzer bir hissi ona dindarlığı üzerinden inançsız olanlarımız hissettiriyor olabilir mi? Sosyal konumu bizden daha dezavantajlı durumda olan arkadaşlarımıza bir tekmeyi de biz mi atıyoruz? Harold ve Michael yoksulluk, yaşlanma, alkolizm, madde bağımlılığı, Yahudilik, Katoliklik gibi konularda birbirlerine girdikten sonra “yarın telefonda konuşuruz” dediklerinde aralarındaki sorunlar hallolmuş oluyor mu? Dostlukların verdiği kredileri sonuna kadar sömürerek yaptığımız “eleştiriler” gerçekten onların iyiliği için mi, yoksa birbirine sürekli kötü şeyler söylemek, birbirimizi eleştirmek ama buna rağmen hayata devam etmek bizim kendi “normal”imiz mi?

Kendimizi bu denli sorgulatacak bu sorular, filmin bize tuttuğu büyük boy aynasında gördüklerimizin belki de yarısı. The Boys in the Band başka bir zamanda ve mekanda geçmesine rağmen bugün de geçerliliğini koruyan yakıcı dertlerle dolu bir film. Tekrar tekrar izlendiğinde yakalanacak bir dolu ayrıntısı, ağır bir New York diliyle yazılmış  ve oyuncuların altından ustalıkla kalktığı performansları yapımın “sadece bir Netflix filmi” olmadığını gösteriyor. 

The Boys in the Band geçmişten bugüne milyonlarca kez denense de doğru yanıtı bir türlü bulunamamış soruları yeniden soruyor. LGBTİ+ mücadelesinin sanki hiçbir zorluk çekmeden bugünlere geldiğini sanan çoğu gey bugün topluluk içindeki diğerlerine zorbalık etmekte beis görmez, normları yıkmak için yola çıkmış insanlar yeni normlar yaratırken, hem Türkiye’de hem de dünyada cis gey erkek merkezciliği ve madilik kültürü asap bozucu noktalara gelmişken, The Boys in the Band belki ayağımızı frene basarız diye umut ediyor. Bize doğru tuttuğu ayna gözlerimizi mi kamaştırır yoksa gerçekten kendimize mi bakarız, orası artık bize kalıyor. 

Author

Bir Cevap Yazın