Yağmurdan kaçarken Türkiye’de doluya tutulan göçmenler

Göçmen ve mültecilerle ilgili yanlış bilinen gerçekleri düzeltmenin ne kadar işe yaradığından şüpheliyim. Zira göçmenler ağızlarıyla kuş tutsa kimseye yaranamıyor, yaranamaz da. Biz sabah akşam Suriyelilerin çok az bir kısmı vatandaşlık alıyor, hepsi hükümeti desteklemiyor, hastaneye gittiklerinde bu sizin vergilerinizden ödenmiyor diye kendimizi paralayıp medyadaki ve siyasetteki göçmen karşıtlığını, nefret dilini eleştirsek de sesimiz kendi yankı çemberlerimizde kalıyor gibi hissediyorum. Göçmen ve mültecilerin devlet ve politik liderler tarafından araçsallaştırılmasının ve şeytanlaştırılmasının toplumda bir karşılığı var çünkü. Ve bu karşılık gerçekliklere, argümanlara, falan da bağlı değil, çok daha ilkel bir ötekinden korkma ve tehdit olarak görme haline bağlı, asıl korkutucu olan da bu. Durum böyle olunca parmağına iğne batan bunu göçmenlerden biliyor. 

Seçim döneminde sırf AKP hükümetine karşı alternatif diye göçmen ve mültecileri göndereceğiz mesajını çok açık vermiş, hatta son tahlilde Zafer Partisi gibi göçmen karşıtlığını ultra ırkçı noktalara taşımış bir partinin başkanıyla aynı masaya oturmuştu Altılı Masa Cumhurbaşkanı adayı. Bu adaya oy vermek durumunda kalmak sadece bizim gibi mülteci haklarını dert edinenlere değil, empati yeteneği olan herkese ağır gelmiş olsa gerek, en azından gelmeliydi. Biz ‘kendimiz’ için daha az kötü bir alternatifi tercih ederken bu ülkede bizimle yaşayan vatandaşlık imtiyazı olmayan insanlar için nasıl bir gelecek kurmamız gerektiğini hesaba katmadık. Solcuların uzun zamandır feministlere ve LGBTİ+’lara dediği “bi devrim olsun sizin duruma da bakacağız” söylemi gibi, biz de “Bir cumhurbaşkanından kurtulalım yeni hükümetin göç politikalarına itiraz ederiz,” dedik. Eğer hükümet değişseydi söylediklerini yapabilir miydi, yaparsa biz ona ne kadar müdahale edebilirdik, onu bilmiyorum. 

Suriyelilerin Türkiye’de bu güvencesiz koşullarda da olsa bulunma hakkı bir süreliğine daha korunacağa benziyor, bu sevindirici. Ama sığınma ve mülteci politikalarını düzensiz göç ve sınır politikalarından ayırmak gerek. Türkiye’nin hem doğu hem batı sınırlarında çok ciddi hak ihlalleri devam ediyor. Daha yakın zamanda kaybolan Titan denizaltının arama kurtarma çalışmaları için Amerikan Sahil Güvenliği bütün gücüyle seferber olurken, 750 göçmeni taşıyan botun Yunanistan sularında batmasını Yunan Sahil Güvenliğinin ve Frontex’in sadece izlediğini hepimiz gördük. Ege Denizinde batan, daha doğrusu batırılan bot görüntülerine o kadar alıştık ki, yaşanan trajediler birkaç paylaşım dışında önümüze düşmüyor, haber niteliği taşımıyor bile. Kaldı ki halihazırda aynı şehirde yaşadığımız, aynı sokaklarda yürüdüğümüz yüzbinlerce yasal statüsü bulunmayan Orta Asyalı ev işçisi; fabrikalarda, çiftliklerde, tarlalarda çalışan, çobanlık yapan Afgan gençler… onların sınırdışı sayısı gün be gün artarken bunu konuşmuyoruz bile. 

Uzun zamandır göçmenlerle çalışan bir araştırmacı olarak artık derimin bu konuda kalınlaştığına, kalbimin kuruduğuna inanıyorum. Bu yabancılaşma da ayrı üzücü bir tartışma. Özellikle göçü toplumsal cinsiyet perspektifinden çalışan araştırmacılar için şiddetin binbir türlüsünü dinlemek, bu konuda dişe dokunur bir fark yaratamayacağını bilmek oldukça zor ama, maalesef ki, ona da alışılıyor. Fakat arada bir kişiyle bağ kuruyorsunuz, onun sözleri size öyle bir dokunuyor ki bütün ördüğünüz duvarlarınız bir anda yıkılıyor. Böyle bir şey geçen sene başıma geldi. Taliban’ın Kabil’in yönetimini ele geçirmesinden sonra araya birilerini sokarak zar zor Türkiye’ye vize alabilmiş ve bütün nakde çevirebildikleri paralarıyla Beylikdüzü’nde ev alarak oturma izni almış bir çiftle tanıştım. İkisi de orta yaşlı, biri doktor biri bankacı, mesleklerinde önemli bir yere gelmiş insanlardı. Elbette Türkiye’de doktorluk yapabilmek için gereken denklik o kadar zorlu bir süreçle ve o kadar uzun yıllar içinde alınıyor ki, eşlerden erkek olan Zeytinburnu’nda atölyede çalışıyor, kadın ise çocuklara bakmak için evde oturuyordu. “Kabil’deyken çocukların bakıcıları vardı, ailemiz vardı, rahat rahat çalışıyordum fakat şimdi çalışamıyorum, evden yapacak iş bile bulamıyorum,” diye yakındı; kendi ülkelerinde özel okullarda en iyi eğitimleri gören çocuklarını burada devlet okuluna “Afgan istemeyiz” diyerek almamışlar bile. Bu işler, yasada yeri olsa da, okul müdüründe bitiyor çünkü. Çocukları okula yazdırabilirsem belki yarı zamanlı bir finans işi bulabilirim, sen hiç biliyor musun, diye bana sordu, bilmiyordum. Eşi olan doktorla da konuştuk sonra, Kabil’deki hayatlarını bir anda bırakmanın, oradaki mal mülklerine ulaşamamalarının, başka bir ülkeye gidememelerinin, bir anda sosyo-ekonomik sınıflarının değişmesinin nasıl bir şey olduğu hakkında. Doktorların elleri marifetlidir, atölyede çok başarılı olmuşsunuzdur diye şakalaştık. “Gocunmuyorum hiç,” dedi bana, orada zengin bir doktor olup Taliban’a eyvallah diyeceğime, çocuklarımı o ülkede büyüteceğime, atölyede namusumla çalışmaya hiç gocunmuyorum. Onurumla çalışayım da, her işi yaparım. Bir an Aydın Engin’in benzer bir sözü geldi aklıma, bir de tabii ki taksisiyle çekilmiş resmi gözlerimin önünden geçti. Tarihin bu acı tekerrürü, hem de milyonlarca kere, içimi acıttı. Sen kaçıyorsun senin ‘Batı’na, o kaçıyor kendi ‘Batı’sına, dünya da yuvarlak, aradığınız Batı’ya bir türlü ulaşılamıyor. O görüşmeden çıkıp otobüse bindiğimde telefonuma baktım, annem mesaj atmış, Aydın (Engin) vefat etti diye. İşte dedim, sabah akşam herkesin yakındığı “Geliyorlar Beylikdüzü’nde sitelerden ev alıyorlar, oturma izni alıyorlar, vatandaşlık alıyorlar” denen, onuruyla yaşamak için her şeylerini feda edip bir de sokakta gidin ülkenize diye arkasından bağırılan insanlar bunlar. Sanki dönecek bir ülkeleri varmış gibi. Bu farklı ülkelerden birçok göçmenden defalarca duyduğum bir söz, “Dönecek ülkemiz kalmadı ki.” Sanırım yurtdışında yaşayan birçok Türkiyeli de çok uzun zamandır tam olarak böyle hissediyor. 

Elbette Beylikdüzü Esenyurt dedikodularına vakıf olunca bu oturma izni, vatandaşlık ‘satın alma’ sürecinde nasıl farklı aktörler olduğu, durumun her zaman bu örnek kadar masum olmadığı da görüyorsunuz. Özellikle vatandaşlık konusunda daha da önemli çünkü kişiye sadece sosyal ve ekonomik değil politik haklar da veren bir statü. Yine de vatandaşlığın parayla satıldığı ülkelerde çıkıp da göçmenlere suç bulmak çok yersiz, hırsızın hiç mi suçu yok derler insana. Burada en başta pek işe yaradığına inanmıyorum desem de bir yanlışı düzeltmekte yarar görüyorum. Seçim sürecinde Suriyelilerin oy vermesi konusu çok tartışıldı çünkü. Elbette sadece vatandaşlık almış Suriyeliler oy kullanabiliyor, bu nedenle 10 milyon mülteci var söyleminin hiçbir siyasi ve oy karşılığı yok. Suriyelilerin tabii olduğu geçici koruma statüsü zamanla vatandaşlığa başvurma hakkı doğurmadığından, devletin kendisinin vatandaşlığa uygun gördüğü, nitelikli ve devlete değer kazandıracağı düşünülen Suriyelilere vatandaşlık veriliyor. Bu oran da diğer Suriyelilerle karşılaştırınca oldukça komik. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre Türkiye’de geçici koruma altında yaşayan Suriyeli sayısı 3,6 milyon ve bunlardan sadece 126,000’i oy kullanma yaşında olan Suriyeli vatandaş. Hatta devlet eliyle bu kişilerin üçüncü ülkeye yerleştirilme süreçleri tamamlansa dahi ülkeden çıkmalarına izin verilmediğini biliyoruz. Peki, Suriyeli değilse, kim bu sonradan vatandaşlık (satın) alan göçmenler? Bana kalırsa hükümetin cevap ve sayı vermesi gereken durum bu. Bir de elbette son iki yıldır artan Ukraynalı ve Rus göçmenlerin ülkede kalma hakkı, oturma izni, hatta belki bir gün vatandaşlığı konusu var ki, onu daha tartışamıyoruz bile. Yağmurdan kaçarken doluya tutuldular diye üzülüyoruz sadece, en azından en iyi diktatör başkasının diktatörü diyorlardır herhalde. 

Son olarak da gelelim güvenlik meselesine, malum sınır namustur. Bu ülkede güvenli ve özgür yaşamak Türkiyeli kadın ve LGBTİ+’lar için nasıl imkansızsa, nasıl bir şiddet ve cezasızlık sarmalında yaşıyorsak, bizden yasal olarak çok daha kırılgan olan göçmen ve mülteciler için durum daha da vahim. Göçmenlik statüleri içinde en imtiyazlı olan yabancı öğrencilerin bile başına neler gelebildiğini, Karabük’e öğrenci olarak gelen Gabonlu Dina’nın tecavüz edilerek öldürülmesi örneğinde gördük yine yakın zamanda. Dina’nın yaşadıkları özellikle Afrikalı kadınlar arasında o kadar yaygın ki, bu gerçeklikle yüzleşsek ülkeyi kapatıp çıkmamız gerekir. Keza göçmen lubunyalar da çok ağır bir yoksulluk ve şiddetle mücadele ediyor, hem de çoğunlukla Türkiyeli lubunyaların hayatta kalmasını sağlayan sosyal ağlara ve dayanışmalara sahip olmadan. Çoğu göçmen cinsiyet kimliğini ve cinsel yönelimini saklayarak fabrikalarda, atölyelerde, hizmet sektöründe iş bulmaya çalışıyor mesela. Bu nedenle kendi ülkelerinden kaçıp başka bir ülkeye gelmiş insanların aynı psikolojik ve fiziksel şiddet sarmalında yaşamaları göç denen olgunun kendisini, daha iyi ve özgür bir hayat vaadini sorgulatıyor. 

Seçimin hükümet tarafından dayatılan ikinci bir gündemi olan LGBTİ+’ların şeytanlaştırılması ve kriminalize edilmesini tam da bu noktada mülteci karşıtlığından aslında ayıramayız. Çünkü farklı taraflar tarafından öne sürülse de aynı ötekileştirme ve günah keçisi yapma süreçlerinin işlediğini görüyoruz. Yani hiç kimsenin de çıkıp haklarını savunacağız demediği en kırılgan grup aslında göçmen lubunyalar. Bu sorumluluk sivil topluma hizmet sağlayıcı olarak taşeronlaştırılmış durumda. Bu da maalesef ki sivil topluma, özellikle bu konularda çalışan kurumlara yönelik devam eden baskının hak savunuculuğu faaliyetlerine pek izin vermemesinden kaynaklanıyor. Tüm bunlara rağmen uluslararası camiada Türkiye hala kadın ve LGBTİ+ mülteciler için “güvenli ülke” kabul ediliyor. Bu nedenle kadın ve LGBTİ+ mülteciler başka ülkelere gönderilmede önceliğe sahip olsalar da Türkiye’de hala çok uzun yıllar geçiriyorlar. Üçüncü ülkeye gitmek aslında gerçekliği olmayan ama insanı bir umutla hayata bağlayan bir gelecek vaadi sanki. Seçim sonrası gitsek mi kalsak mı tartışmaları yapılırken ülkeden çıkmanın bile bir imtiyaz olduğunu aklımızın bir tarafında bulundurmakta fayda var. 

Böyle yazılar genellikle “Neyse ki dayanışmalarımız var” diye bitirilir, adettendir. Elbette feminist dayanışmamız var, lubunya dayanışmamız var, bunlar çok kıymetli. Deprem dönemi yine gördük ki bize bizden başkasının bir hayrı yok. Ama mesele bizden olmayanlarla, yabancı olanlarla konuşma, tanışma ve dayanışma kanallarını nasıl güçlendirebileceğimiz. Herkes canının derdine düşmüşken bu kanallar kurulmadan zaten bir yere varamayacağımız kesin. Müşahitlik yaptığı sandıkta Zafer Partisi’nin Yeşil Sol Parti ve Türkiye İşçi Partisi’nin toplamından daha fazla oy aldığı biri olarak söyleyebilirim ki, hem Türkiye hem dünyada hiçbirimizin öngöremediği düzeyde artan ırkçılık, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerle mücadele edebilmek için şapkamızı önümüze alıp yeni dayanışma modelleri üzerine ciddi ciddi düşünmeye başlamalıyız. 

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS”.