Türkiye’de ısrarcı olmak

Çocukken okuduğum tarih kitaplarında “sürgün edilenler” olduğunu gördüğümde, bunun neden hapis gibi bir ceza yöntemi olduğunu pek kavrayamamıştım. Nazım’ın şiirlerini anlayarak okuyabilecek yaşlara geldiğimde ilk kez jeton düştü: Bu ülkenin tarihinde, burayı çok seven insanları öldürmezse ya mapus etme ya sürgüne gönderme geleneği vardı. Kimi zaman hapiste “özgür olmayı” göze alan nice insanın bir umuda sarıldığı; bazen siyasi bir rehine olmamak için uzaklarda başka türden bir tutsaklığı seçenlerle dolu, pek de aydınlık olmayan bir geçmişimiz ve bugünümüz var. 

Pınar Selek’in ismini ilk defa lisede okulun karşısındaki sahaftan, Oktay’dan duymuştum. Hakkında bir belgesel çekildiğini öğrenince bana hayat hikayesini, çocukken sokakta yaşadığını, akabinde kağıt toplayıcılığı yaparken tanıştığı Pınar’ı anlatmıştı. O yaşlarda bir gün dönüşmeyi temenni edebileceğim, kendime bir rol model seçmem elzemse tahayyülümde ilk sırada yer vermem gereken kişinin Pınar olduğunu anladım. Pınar Selek’in hikayesiyle beraber bir fikir kemikleşmeye başladı bende: Mümkün olduğu müddetçe Türkiye’yi terk etmek istemiyordum. 

Pek canlı hayal gücüm, gittiğim yerden bir gün geri dönememe ihtimaliyle ancak bu şekilde baş edebildi. Keza sürgün, ideallerinize sarılmayı seçen biriyseniz, üç potansiyel gelecekten birisi Türkiye’nin direnenlere sunduğu menüde. Nedense ölmekten veya hapse girmekten değil de en çok bu olasılıktan korktuğumu fark ettim. Bir Fransız lisesine gidiyordum, okuduğum sınıfta hiç yurtdışı başvurusu yapmayan tek kişi bendim. Tabii bu duyguyu evhamlı evhamlı yaşadığım 2000’lerde Türkiye biraz daha başka bir yerdi. Herkes gitmek istemiyordu henüz. O yaşlarda aslında dik bir duruşun, yalnızca ana akımın değer olarak belirlediklerini değil, tüm azınlıkların haklarını savunabilmenin ağır bedelleri olacağını kabul ettim. Hızlı bir dönüşüm sürecine girdim. Bir Beyaz Türk olarak bana atanmış nezih güzergahtan ilk ara sapağa, bir gün sonunun uçurum olabileceğini bile bile saptım. Öğrendiğim hikayeler arttıkça yalnızca isyanım artmadı, Türkiye’deyken Türkiye hasreti duymaya başladım. Bu kuvvetli ama sessiz kalması gereken, dile getirilince nehrin akışının tersine yüzdüğüm için herkesin dalga geçtiği fikre sıkı sıkı tutundum yetişkin hayatımda. Her geçen gün kafamdaki minik kuruntu sıradan insanların gündelik yaşamına dönüştü. Sevdiğim çoğu insan başka bir ülkede yaşıyor bugün. Bu yazı kalma arzusuna dair bir sessizliği, herkesin gitmeyi konuştuğu bir dönemde kırmak için yazılıyor. 

Ben kendi memleketimde insan gibi yaşayıp, onurlu bir şekilde ölmek istiyorum. Evet, 13. Cumhurbaşkanının Kemal Kılıçdaroğlu seçilemediği seçimin ardından, en büyük hayallerimden biri sadece mevcut hayatımı en temel şartları çerçevesinde sürdürmek. Bu kadar sade, yalın, bu kadar sindirmesi zor olan katı bir gerçek bu. Seçimin ertesi günü bu satırları yazarken sıkı sıkı sarıldığım şey, Türkiye’de yaşama arzumun ta kendisi.

Gidip de geri dönmek

14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerini takip eden hafta herkes “Git, gidelim, gideceğiz, gitmeliyiz” der ve ikinci turun ardından bu hususta toplumsal mutabakat imzalanırken, ben her yerde Reyhan Karaca’dan “Gidesim Gelmiyor” açıp, herkesin neden gitmek istediğini anlattığı bu ortamda neden geri döndüğümü, kalma ısrarımı haykırmak istiyorum.

Çocukluğumdan beri yurtdışında yaşama fikri önüme bir Türkiyelinin en ideal yaşam koşullarına erişmesi gibi sunuldu. Yıllar ilerledikçe bu argüman güncel konjonktürden fazlasıyla beslense de buna pek ikna olmadım. Fakat 2010’ların sonuna doğru bu fikri, durduğum yerde savunmak anlamsızlaştı. Bir seneliğine de olsa, gitme vaktim gelmişti. Yüksek lisans başvurularımı yaptım. En çok istediğim programdan kabul geldi. Kendi aramızda “master genre” diye kısalttığımız, söylemesi zor ama hayallerimi süsleyen ismiyle Türkçesi “Sosyal Bilimler – Toplumsal Cinsiyet ve Sosyal ve Siyasi Değişimler: Ulusötesi Perspektifler” olan programa kabul edildim. Fakat sosyoloji çıkışlı olmadığım için beni bir yıl değil, iki yıllık kabul edebileceklerini söylediler. Paris dışı, tek yıl okumaya yönelik bütçemi yeniden hesapladım. Ucu ucuna geçinecektim ama mümkündü. Bu fırsatı tepemezdim.

Göç etmekten korkan biri olarak, göç, sınıf, de-kolonyalizm, toplumsal hareketler, Latin Amerika, Ortadoğu çalışan bu bölüm bir nebze yaraya parmak basmak gibiydi. Ayrıcalığın, kesişimselliğin ne olduğunu bu sırada hepten pekiştirerek öğrendim. Hem yaptığım okumalardan hem de aniden beliriveren “altımdaki zeminin kayması” hissiyatından, bu kavramlar kemikleşti bende.

Hayatımda ilk defa deneyimlemem gereken bir sürü şey vardı. Aynı anda ev işlerinin tümünü üstlenmem, kira ödemem, geçinmem, bütün hayatımı anadilim olmayan bir dille sürdürmem, hiç aşina olmadığım bürokratik süreçleri kavrayıp gerçekleştirmem, param olsa bile aylar süren kağıt işleri hallolmadıkça kendi ülkeme dönememem, bu esnada hem eksikliklerimi kapatıp hem de benden daha zor durumda olan Türkiyelilerle dayanışmam gerekiyordu. Birkaç defa çalışmayı denedim fakat çok az para için çok büyük emek harcamak, zaten yoğun programımı iyice sekteye uğrattı. Mental ve fiziksel sağlığım sık sık bozulmaya başladı. Param yetmediğinden çok az içip, psikolojik durumumdan ötürü çok ve kötü sarhoş olmaya başladım. Çoğu zaman öfkeli ve sessizdim. Sürekli uyuyakalıyordum. Daha önce hiç hissetmediğim bir yalnızlık beni yavaş yavaş yutmaya başladı. Denedim, olmadı, denemeyi bıraktım. Kalan son enerjimle tezimi teslim edip, mezun olmayı başardım. Son altı ay yalnızca gün saydım, ne olur artık bitsin diye. Döndükten sonra toparlanmam orada geçirdiğim vakitten daha uzun sürdü.

Kampanyayla 25 sente mozarella ve çok ucuza kaliteli şarap, fırından taze kruvasan almak vs. elbette özlediğim şeyler. Ama bunları Paris’te “Türk Mahallesi”nde dereotu bulunca mutluluktan ağladığım, beyaz peynir bulamayıp Feta’ya tamah ettiğim günlerin abartılı coşkusuyla kıyaslayamıyorum.

Üstelik varsayılanın aksine Fransa’da sokaklarda neredeyse hiçbir zaman rahat da yürüyemedim. Evime hemen her dönüşümde laf atma, takip ve tacizle yüzleştim. Bir dile akademik hakimiyetiniz, aksanınızın ne kadar iyi olduğu falan o dilde öz savunma yapabilmek için çok yetersizmiş. Hayatımda ilk kez, tacize defalarca kez susmak zorunda kaldım. Bir gün neye sinirlendiğini bilmediğim bir evsizden ufak bir yumruk yedim. Bir ara hastalandım, sesim tamamen kısıldı ve bir eczaneye pastil almaya gittim, eczacı bana reçete sorup doktora gitmedim diye ilaç yerine çok pahalı bir bal satmaya çalıştı. Bankadan mesai saatleri dışında para çekemediğim için defalarca zor duruma düştüm. Kendileri için çok genelgeçer bilgi ve imkanların yabancılara aynı erişilebilirlikte olduğunu bilmeyen kimi Fransızlar beceremediğim şeylerle ara sıra dalga geçti. Küçük bir işlem için dört beş saatlik sıraları ayakta beklemem gerekti. Yabancı olunca oranın yerlilerinin üzerine bile düşünmediği sıkıntılar yaşandığını ayrıcalıklı ve kağıtlı bir göçmen olarak deneyimledim. 

O dönem Fransa’da yolumun kesiştiği pek çok insan Türkiye’yle eskisi gibi bağlar kuramıyor, burada kendisine ait şeyleri artık bulamıyor, yeni bir rota çizmek istiyordu. Onları anlıyor, destekliyor ve takdir ediyorum. Öte yandan ben istemediğim bir şeyi bir denemeye karar verdim ve bana göre olmadığını teyit ederek döndüm. Döndükten sonra kendi sözüme alternatif bir gerçeklikle Fransa’da tutunamadığım için döndüğüme dair iğnemeleri dinlemek zorunda kaldım. Bazen benim arzumun ne olduğu hiç gündemleştirilmeden “yine gidersin üzülme,” dendi; bazen kendim için değil sadece partnerim burada olduğu için döndüğüm varsayıldı. Neden Türkiye’ye döndüğüme dair hiç soru veya yargı yöneltmeyenler halihazırda göç deneyimi olan arkadaşlarımdı. Hayat şartlarında kimi iyileşmeler olsa da bazı sıkıntıların soğuk yüzünü onlar daha iyi biliyordu. Ve Türkiye’de kalanlar son beş senede öylesine gitmek istiyordu ki, göçmenliğin o kadar da kolay olmadığı üzerine her konuşulduğunda insanlar bunu konuşmamızdan rahatsızlık duyup bizi susturdular. Türkiye’den gidişimin yaklaşık üçüncü ayında “Sen burada yaşamıyorsun, Avrupa’dasın, bu konuda fikir beyan etme” argümanıyla tanıştım. Üstelik Türkiye’de olsam iki kadeh rakıyla devireceğimiz konular hiç olmadığı kadar gözümde büyürken…

Bu susturma refleksi bir ebeveynin depresyonda olduğunu anlatmaya çalışan çocuğunu “Kendini şanslı hissetmelisin, her şeyin var” diye geçiştirmesine benziyor biraz. Üzerine konuşamamak sorunu çözmediği gibi göçmenleri yalnızlığa sürüklüyor. Bu kadar göç veren bir ülkenin mensupları olarak Türkiye’den göçün o kadar kolay olmadığını, giden herkesin çok mutlu olmayabileceğini, koşullar biraz daha iyiye gittiği anda ülkesine dönmeye hazır binlerce göçmenin olduğunu konuşmamız gerekiyor. Tam olarak şu an konuşmamız gerekiyor ki geri dönme umudunu kaybettiği için yasta olan insanlar gitmenin sorunları çözdüğü algısının altında boğulmasın. İstese bile gidemeyenler bunu kendi yetersizlikleri olarak değerlendirmek durumunda kalmasın.

Türkiye diasporası

Son yirmi yılda geldiğimiz noktada herhangi bir Türkiyelinin erişebileceği en yüksek mertebe Batı’ya göç etmektir inancı bir hayli kuvvetlendi. Türkiye’deki sürgün dinamikleri arasına artık bir tür rıza inşası süreci de eklenmiş durumda. Başarılı, nitelikli ve açık fikirli herkesin kendi rızasıyla ülkeyi terk etmesi bekleniyor. Giden herkes bunu çok istediği için yapıyor çünkü en ideali gitmek fikri zihinlere yerleşti (ya da yerleştirildi). İmkanları varken Türkiye’den ayrılmayı arzulamamak bir tür ahmaklık olarak kodlanmaya başlandı. 

Gurbette olmanın kendine has bir psikolojisi var. Sürekli olarak size evi hatırlatan bazı şeylere sarılıyorsunuz. Kültür sanattan yeme alışkanlıklarına kadar Türkiye’deki halinizin bir parodisiyle baş başa kalabiliyorsunuz. Benim ev rutinim menemen harcı, tarhana, “Dadı” ve “Tatlı Hayat” tekrar izlemeceleri, Okan Bayülgen’in 2010 öncesi program tekrarları gibi şeyler üzerine kuruluydu. Bir noktada tünelin ucu “Serdar Ortaç’la Hep Beraber” izlemeye kadar çıktı. O sırada ev arkadaşım Büyük Ev Ablukada bağımlısıydı. Başka bir yakın arkadaşım her sabahlamada poğaça diye sayıklayarak sızıyordu. Pikniklere zorla meze götürüp, beğenmeyene bozulan bir teyzeye dönüştüm ve bu süreç hiçbir şekilde kontrolümde değildi.

Gurbette bir yandan da Türkiye’de asla bir araya gelmediğiniz insanlar, kendi yaşadıkları zorluklarla hayatınıza dahil oluyor. Dayanışma arzusu ile çözüm arayışı ön planda olmayan bir dert ortaklığı arasındaki sınırlar silikleşiyor. Durumu biraz daha iyi olanlar, daha zor koşullardaki başka göçmenlere evlerini, maddi kaynaklarını, arkadaş gruplarını açıyor. Türkiye’de ne oluyorsa, oradaki hayatınız da bundan etkileniyor. Dahası 6 Şubat’ta yaşadığımız depremler gibi memleketinize özgü büyük kriz anlarında başka türden bir yabancılaşma deneyiminin ortasına düşüyorsunuz. Bazı dertleri yalnızca aynı memleketten insanlarla paylaşabilmeniz mümkün. Ve derdinizi paylaşmak istediğiniz insanların dertleri sizin de derdiniz olmaya başlıyor, sonuçta dayanışma bir yerde böyle bir şey. Fakat göçün kendisi çok dertli ve yıpratıcı. Çok ağır travmalar dinlemek, kötü de hissetseniz başkasının derdinden kendinize sıra veremediğiniz/sıranın gelemediği gerçekliklerin ortasına düşmek zorunda kalabiliyorsunuz.

Günümüzde oldukça geniş bir Türkiye diasporası var artık. Gitmek koşulsuz ve salt başarı, Türkiye’de kalmak ise tutunamamakmış fikrini sineye çekme vaktimiz geldi. Farklı gerekçelerle kalmayı isteyen veya kalmak zorunda olan yüzbinlerce nitelikli insan yaşıyor bu ülkede. Her siyasi hezimetin ardından da, bilhassa mücadelelere katkısı oldukça kısıtlı olan bir grup insan “Ben zaten giderim,” deme ihtiyacı duyarken, Türkiye’den göç etme fikri her gün daha fazla apolitik bir refleks olarak kök salıyor. “Kaç, kendini kurtar” mottosunda oldukça bireysel bir perspektiften gitmiş olanların yaşadığı sıkıntıları da anlatmasını engelleyen, kalanların Türkiye’nin dönüşmesi umuduna ket vuran bir tutum var. Bu tutum kalanın inadı ve zorunluluklarını da gidenlerin yaşadıkları zorlukları da silikleştiriyor. Daha da fenası, gitmek için gerekli imkanlara herkesin sahip olamayacağı unutuluyor. Yabancı dil bilmeyen, tanınır bir üniversite diplomasına erişimi olmayan, yoksul, makul bir neden olmaksızın vizesi reddedilecek olan, mesleğini yalnızca Türkiye’de sürdürebilecek insanlar hep “diğer taraf”mış gibi bir tepkisellikle karşılaşıyoruz. 

Oysaki son birkaç yıldır koşullar acayip değişti. Her isteyen gidemiyor, Türkiye’de kalmak isteyen herkes kalamıyor. Türkiye’ye sahip çıkmamak kalanın da gidenin de hayatında yeni zorluklara dönüşüyor. Hareketliliğimizin üzerindeki karar yetkisini büyük ölçüde kaybetmiş durumdayız. Özellikle lubunyalar için bundan sonraki dönem oldukça farklı olacak. Göçün artacağı ama çözüm de olmadığı zor bir dönemeçteyiz. Velvele’nin, bu yazımın da parçası olacağı “Göçü Konuşmak” dosyasının bu yüzden önemli bir ihtiyacı görünür kıldığını düşünüyorum. Zira ben de bu yazıyla bugüne dek bir tartışma zemini olmadığı için taşıdığım bir yükü sırtımdan atıyorum. Evinden, yurdundan uzaklaşmak zorunda kalan lubunyalar olarak birbirimizi dinlemeli, anlamalı, matemlerimizi buluşturmalı ve yalnızlıklarımızı bölüşmeliyiz. Bu ve dosyadaki tüm yazıların, söyleşilerin, anlatıların çok ihtiyacımız olan o tartışma zemini örecek taşlar olmasını umuyorum.

Foto: Aydın Kiraz

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS”.

Author

  • Hazan Özturan

    Biseksüel, feminist ve otistik aktivist. Merhaba! Spektrum ve Özgür Eller Otizm İnisiyatifi'nin kurucularından biri. Aynı zamanda editör, yazar ve sinema eleştirmeni. Galatasaray Üniversitesi ve Paris Cité Üniversitesi mezunu. İstanbul'da yaşıyor.

1 Comment

Comments are closed.