Hatay’ı yazmak: Uzun bir yolculuk

Ben lisede iyi bir okurdum. O zamanlar içimde bir yerde bunu hissediyor ama dillendiremiyordum. Kendime pay vermeyi ya istemiyor ya bundan çekiniyordum sanırım. Bir gün edebiyat öğretmenim bir öyküden bahsetti. İlk kez yaşadığım yerde, Hatay’da geçen öyküleri onun sayesinde okudum. Başta tuhaf gelmişti bu. Sonradan sonraya, yaşadığım coğrafyaya dair fikirlerim şekillenirken ben de bir gün yaşadığım yere dair bir şeyler yazacak mıyım, diye düşünmeye başladım. Bunu yaparsam iyi bir yazar olacağımı düşündüm durdum ama hiç yaz(a)madım. Anneannemden ve dedemden dinlediklerim, kendi anılarım, kafamda kurduklarım yazıya gelirse, sihir gerçekleşecekti. Zaman var, diyordum ama zaman durdu. 6 Şubat’ın üzerinden, ben bu satırları yazmaya çalışırken, tam üç ay geçti. Şimdi kendi şehrimden kilometrelerce uzakta, kirada bir evde bu satırları yazmaya çalışıyorum. 

“Ben orada doğdum. Orada büyüdüm. Orada öldüm.
Ondan sonrası bütünüyle kendi içimde çıktığım uzun bir yolculuktur.” 
Murathan Mungan, Paranın Cinleri

Aklım okuduğum kitaptaki cümlede. Yıllar sonra her şeyi bırakıp, -kendi özgürlüğümü bile- şehrime döndüm. Döndüğüm yer küçüklüğümden beri kendime sormak zorunda bırakıldığım sorularla doluydu: “Ben kız gibi mi konuşuyordum? Dudaklarım neden kıpkırmızıydı, ruj mu sürmüştüm? Kız mıydım? Top muydum?” O sorularla baş etmeyi öğrenmiş, iyi bir oyuncu olmuştum. Yine de kendimi saklamam, sakınmam gerekiyordu insanlardan. Sürdürdüğüm bu oyunu tek bilense şehrin kendisiydi. İlk kaçamaklar, Antakya’nın sokaklarındaydı. İlk bakışmalar, öpüşmeler. Şahidi binlerce yıllık şehirdi. O zamanlar ruhuma doğru akıyordu sanki Asi. Aklımda kurduğum tüm düşüncelere ulaştırıyordu beni. Ters köşe yapıyor, duygularımla yüzleştiriyordu. Sonra da gidiyordu. Tıpkı okuduğum kitabın, Sen De Gitme Triyandafilis’in ismi gibi. Giden gidiyordu. Ardından, “Gitme,” desek de. 

Her şey gibi ben de gittim. Önce İstanbul’a, hayallerimi yaşamaya. Ama beni ben yapan yer, orası değilmiş. Anlamam yedi senemi aldı. Memleketime döndüm ben de, en iyi bildiğim yere. Sonra 6 Şubat yaşandı. Bu sefer zorunlu olarak gittim, aklımda bambaşka sorularla. Şimdi hayatımda ne oyunumu bilen bir şehir ne de beni oradan oraya götüren bir nehir var. Sabah uyandığımda hâlâ kendi odamda mıyım, bu eşyalar benim mi, diye soruyorum mesela. Taksiye bindiğimde ve taksicilerle sohbet ettiğimde Ankara’nın da eskisi gibi olmadığını, çok kalabalıklaştığını, dışarıdan gelenler yüzünden düzenin bozulduğu cümlelerini işitiyorum. Bir devlet dairesine gittiğimde “Depremzedeyseniz buraya,” diyorlar. İnanmayan gözler soruyor, “Depremzede misiniz?”, başımı evet anlamında salladığımda “İkametgah,” diyor buz gibi ses. O ikamette nelerin yaşandığını bilmiyor. Bir yer olarak anlıyor; yıkık, dökük, dümdüz, anlamsız bir yer. Göç etmenin ne demek olduğunu en çok böyle anlarda anlıyorum. 

Kendi yaşadığım ülke sınırları içinde de olsam kendi sınırlarımın içinde değilsem yabancıyım. Göç etmek artık bir şehirden diğerine isteyerek gittiğim bir gerçeklik değil. Zorunda kaldığım, bilmediğim, yeni ve bir o kadar zor bir deneyim. Artık ne oyunlarını bildiğim bir yerdeyim ne de kurallarını. Yabancı, tuhaf, kırıcı, bağıran bir sürü ses, buraya ait olmadığımı söylüyor. Ama bu sesleri bastıran, unutturan bambaşka sesler de var. Geldiğimde etrafımı saran lubunyaların sesi mesela. Ki bu sesler, yabancı değilmiş; bendenmiş, tanıdığım, bildiğim, içimde yankılanan seslermiş; kırıcı değilmiş, yapıcı, onarıcı, saran, sarmalayanmış; bağırmıyormuş, sakince konuşuyor ama şen kahkahalar atıyormuş. Lubunya bir arkadaşımın çağrısı sayesinde tanıştığım tüm bu sesler, benim yani bizim sesimizmiş. Artık bu sesin benim için neden önemli olduğunu anlıyorum. Kendime pay vermiyordum, demiştim ya, artık kendimi de payımı da görüyorum. Dayanışma içinde olmanın ne kadar kıymetli olduğunu anlıyorum. Bu kahkahalarla lubunya olduğumu, bundan gurur duymam gerektiğini fark ediyorum. Bir çağrı sayesinde ne kadar çok olduğumuzu biliyorum artık. 

Şimdi bu satırları tamamlamaya çalışırken Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda oy kullanmaya gidiyorum şehrime. Lubunya Deprem Dayanışması’nın bilet desteğiyle. Yoksa nasıl gidecektim, işten avans mı alacaktım, bilmiyorum. Ülke dışına çıkıyorum gibi geliyor artık. Şehrime gitmek o kadar zor ki. Önce uçakla Adana’ya, oradan bir başka ulaşım aracı bulup Hatay’a, sonra yine Adana, oradan da Ankara. Git gel, aynı döngü. Ne zorluk olursa olsun, gideceğim yer hangi soruları barındırırsa barındırsın bu süreçte öğrendiğim kendi sesim, yalnız olmadığımı söylüyor bana. 

Yaşadığım coğrafyaya dair yazabildiğim, içimde dönüp duran cümlelerden yakalayabildiklerim şimdilik bu kadar. O sihir gerçekleşti mi, bunu başarabildim mi, bilmiyorum. Dile ve yazıya gelmeyen çok şey var, bunu biliyorum. Şu an bana ses etmediler, kovaladım ama yakalayamadım. Sözün de dile gelen şeylerin de bir zamanı var elbet. Şimdinin zamanı bana bu cümleleri kurdurdu. Fark ettiğim onca şeyin bana söyledikleri, zaman geçtikçe artacak, biliyorum. O zamanlar geldiğinde umarım yine karşılaşırız. Sesimizin ve kahkahalarımızın yankılandığı yarınlar diliyorum. Çünkü artık biliyorum ki bir aradaysak şen kahkahalarımızın yankısı daha bir başka. 

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS”.

Author