Hali vakti yerinde insanlar vardır, tuzu kuru insanlar, mutlu insanlar, mutlu olduğunu zanneden insanlar. Pek düşünmezler zamanı, boşlukları, canlılıkları… İhtiyaç da duymazlar. Bindikleri alametin kendilerini varacakları yere kadar götüreceklerinden emin, günlük telaşlarında kaybolurlar. Ama herkesin bir ânı vardır. Sürünerek gittikleri yolda elbet yükselecekleri tümsekler, tepeler hatta dağlar karşılarına çıkar. Çoğunun gözü yemez, engebelerin etrafından dolanmayı tercih ederler. Yalnızca tırmanmayı seçenler yükselir ve yükseldikçe bakış açılarının nasıl genişlediğine şahit olurlar. İşin kötü yanı yükselmeyi tercih edenler pek nadir bulunur, haliyle tümsekler, tepeler, dağlar yalnız insanlarla doludur. Kimse de oralarda bir ömür boyu kalamaz. Vakitleri gelince usul usul düzlüğe inip kalabalıklara karışırlar. Takip de yeni indi düzlüğe. Hem de yüksekçe bir dağın tepesinde geçirdiği uzunca bir zamandan sonra, yüzünde hınzır bir tebessümle. Karşılaştığı insanlar merakla karşıladılar bu durumu. Onlar için tümsekler, tepeler, yalnızlıklar, inişler, çıkışlar bir şey ifade etmez. Depresyon diye bir kelime uydurmuşlardır, yükseklerden düzlüğe inmekse depresyona girmektir onlar için. İnişten sonra beklenense karanlık bir sessizlik, asık bir surat, daha çok yalnızlık ve iletişimsizliktir. Buradaki çelişkiyi fark etmişsinizdir; düzlükteki insanlar için inişler=depresyona girmek, bu durumda depresyon=düzlük, halbuki tümsekleri, inişleri, çıkışları deneyimlememiş olanlar için depresyon bir yaşam biçimi haline gelmiştir de kimse bu durumun farkına varmaz, farkına varılsa da kabullenilmez zaten.
“Kalabalıklar cehennemdir” sözü Takip için niyeyse geçerli olamamıştır. İlginç bir şekilde o, bu durumu şefkatle kucaklamış, dudağının kenarına kondurduğu tebessümle de yaşamın her halini severek benimsediğini cümle aleme ilan etmiştir. Gel gör ki şehir sevmez güleç insanları.
Bu kez başaracağım. Kaç kez kendime söz verdim, kaç defa erteledim, ama artık yeter, çıkacağım şu evden ve canlı cansız her şeyi kucaklayıp bağrıma basacağım. Hatta bunu oyuna dönüştürelim. Dışarı çıkacağım ve karşıma çıkan ilk kişiyle kucaklaşacağım, en azından denerim. Bu bir insansa önce konuşur ve onay isterim, ha insan olmayanlar zaten beni sever eminim. İçimde patlayan ateşle neşe içinde dışarı çıkıyorum. Sokak ıssız… Beni görür görmez şeytan görmüşçesine elektrik direğine tırmanan kedi dışında ortalıkta kimsecikler yok. Olsun. İlk gördüğüm ağaca doya doya sarılıyorum, öpüyorum kokluyorum. Uzun uzun koala gibi kalıyorum ağacın gövdesine yapışmışış, konuşuyorum onunla ve inanır mısınız o da cevap veriyor. Kötü kelimeler… Biraz da küfürbaz bir ağaç galiba bu, ama olabilir, iyi bir gününde değil demek ki, belki çok yalnız kalmıştır, ya da zarar görmüştür birilerinden. Anlayış gösterip ondan ayrılıyorum ve yoluma devam ediyorum. Yürüyorum. Sabaha karşı dört buçukta birileriyle karşılaşma şansım az ama umutluyum, zaten hep umutluydum. Adımı Takip değil de Umut koymalıymışım.
Yürüyorum. Enerjim yerinde. Evden çıkmadan önce kurduğum oyun artık pek umurumda değil. Kendimi oluruna bıraktım. Zaten insanlar normali sever diye hatırlıyorum, toplumdan uzak kaldığım zamanda büyük değişimler olmadıysa tabi… Kimseyi tedirgin edip gerçeklik anlayışlarında bir gedik açmak istemem doğrusu. Ben de normal bir insan gibi diğerleri nasıl davranıyorsa öyle davranacağım.
İleride sokak lambasının hemen yanında bir hareketlenme var. Bu beni heyecanlandırdı. Adımlarımı sıklaştırıp, çok da acele etmeden oraya doğru ilerliyorum. Yaklaştıkça gördüğüm hareketlilik bir insan silüetine, daha da yaklaştıkça silüet, canlı kanlı bir insana dönüşüyor. Gözüme çarpan ilk şey yüksek topuklu ayakkabılar. Sarı yaldızları ışıl ışıl parıldayan yeşil bir çift ayakkabı. Gözümü alamıyorum. Yaklaştıkça başım dönmeye başlıyor. Ve duruyorum. Gözlerim de duruyor. Birden hatırlıyorum. Normal davranmalıyım. Güç bela gözlerimi yukarı kaldırıp yola çeviriyorum. İlk adımımı attığım anda; “Hoşuna mı gitti?” Hoşuma mı gitti? Bu ne demek? Bir merhaba mı? Heyecanlanıyorum. Evet sanırım bir merhaba. Hemen cevabı yapıştırıyorum normal normal; “Size de merhaba.” Kahkahayı basıyor. Anlamıyorum ama ben de gülüyorum aptal aptal.
- Ne şeker şeysin sen öyle! İster misin bana gidelim?
- Çok naziksiniz.
- Bırak şimdi denyo denyo konuşmayı, bak evim hemen şurada.
Bir eliyle geldiğim sokağı gösteriyor, diğer eliyle ise eteğini hafifçe yukarı kaldırıp dizinden yukarı doğru işaret parmağını gezdiriyor. Sanırım benimle para karşılığı seks yapmak istiyor. Nasıl da anlamadım şimdiye kadar! “Kusura bakmayın hiç param yok” diyebiliyorum utangaç utangaç. “Ha paran olsa yapabileceksin sanki, şugar çocuk, hadi naşla bakalım!” Durup olan biteni anlamaya çalışıyorum. “Ne alıklaştın öyle hadi naş, kapatma dükkanımı.” Yürümeye devam ediyorum.
Takip’in ilk karşılaşmalarındaki negatiflik giderek azalıyor. Bunlar, pozitifliğinde ufak bir eksilmeye sebep olsa da nete bakıldığında hala artılarda seyrediyor. Karnının biraz acıkmış olması haricinde canını sıkma potansiyeline sahip herhangi bir şey yok gibi görünüyor. Bu ufak sorunu da çözmeye karar veriyor ve ilk gördüğü ışıklı bir dükkana doğru ilerliyor.
Keşke bir çorbacı olsa şurası. Dumanı üstünde bir ezogelin çorba ne güzel olurdu. İster istemez adımlarım hızlanıyor ve dükkanın önüne geliyorum. Gerçekten de bir lokanta, eskiden sabahçı kahveleri olurdu, akşamdan kalanların çorba, kahve içip ayıldığı mekanlar, sanırım onun yeni bir versiyonu. İçeri giriyorum. Her yer beyaz fayansla döşenmiş, artı beyaz ışık. Tezgahın arkasında orta yaşlı bir çalışan, başka da kimse yok. Çorba standının önünde aşçı olduğunu sandığım kişiyle göz göze geliyoruz. Boynundaki dövmenin inceliğiyle bıyığının palalığı arasındaki tezat ilgimi çekiyor. Daha fazla incelemeye fırsat olmadan diyalog başlıyor;
- Buyrun hoş geldiniz, ne alırsınız?
- Hoş bulduk. Ezo gelin çorbası istiyorum ama bir şey sorabilir miyim?
- Tabii ki buyrun.
- İçerisinde hayvansal bir şey var mı?
- Vegan mısınız? (bunu beklemiyordum)
- Evet.
- Tablet var. Bu saatte elimde vegan bir seçenek yok kusura bakmayın.
- Problem değil, teşekkür ederim.
- Bakın az ileriden sağdaki sokağa girin, orada bir fırın var. Orada yiyecek bir şeyler bulabilirsiniz.
- Çok teşekkür ederim. Afedersiniz siz vegan mısınız?
- Yoo neden? Ha çok vegan gelir gider buraya da ben de aşinayım tabii konsepte, eğer onu merak ettiyseniz. Uzayda yaşamıyoruz ya (bıyık altından gülüyor).
- Evet onu merak etmiştim (tatlı tatlı gülüyorum). İyi sabahlar size.
- Size de. Gene beklerim.
Köşeyi döner dönmez sarı ışıkların sokağı aydınlatan yansımaları beni kendine çekiyor. Yaklaştıkça ince bir ekmek kokusuyla mest oluyorum. Yiyeceklerimin hayalini kurmaya başlıyorum. Bu kısacık an hemen geçiyor ve işte fırının önündeyim. Kendimi kokuya bırakıyorum. Koku içime girip beni nazik bir şekilde içeri alıyor.
- Hoş geldiniz, iyi sabahlar
- Size de. Burası ne kadar güzel kokuyor.
- Evet. Pek kimse kıymetini bilmez ama günün en güzel saatleridir bunlar. Koku açısından tabii. Ne alırsınız?
- Bir simit, siyah zeytin ve çay lütfen.
- Hay hay. Buyrun oturun hazırlayıp getireyim.
- Hazırlamanızı izleyebilir miyim?
- Hah ha ha. Tabii ki.
- Hah hah ha.
Beraber gülüyoruz, o kadar çok gülüyoruz ki gözbebeklerimiz büyüyor. Ortada gülünecek bir şey olup olmaması önemli değil, ona da gülüyoruz, birbirimize bakıp gülüyoruz sadece.
Yemeğimi afiyetle yiyip vedalaşıyorum. Bugünlük yeter, ilk yolculuğumu sonlandırmak için eve yol almaya başlıyorum. Yürüyorum. Bu kez amacım belli, adımlarım net. Az önce aramızda geçen iletişim beni şaşırttığı kadar heyecanlandırdı da. Neymiş efendim şehir sevmezmiş güleç insanları! Dudağımın kenarına kondurduğum tebessüm boşuna değilmiş demek ki, hıh!
Evet.
Ana görsel: Jesus Estevez Fuertes
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.