Netflix’in son Türkiyeli işlerinden Uysallar‘ı izlediniz mi? Dizi “mutsuz” bir aileden bahsediyor. Biraz ayrıntılandırmak gerekirse, Uysal ailesi için “o kadar imtiyaza, fırsata, ihtimale rağmen mutsuz” diyebiliriz. Bu yazı Uysallar’ın yaratıcılarının yerden yere vurdukları insanlara önerdikleri çıkışlar hakkında. Spoiler: konu, sonunda queer pratiğe bağlanıyor.
Uysallar’da kimse istediği hayatı yaşamıyor. Aile babası Oktay Uysal, para kazanan bir mimar olmasına rağmen, gençliğindeki punk günlerinin özlemiyle yanıp tutuşmakta. Dizinin en karikatür karakteri olarak karşımıza çıkan anne Nil Uysal, fiziksel ve profesyonel anlamda evlenmeden önceki zamanlarına dönmeye çalışan, ancak görkemli bir şekilde başarısız olan bir kadın. Dede ve erkek torun Uysallar ise kendi mutsuzluklarını etraflarındaki kadınlara aktarma konusundaki doğal yeteneklerini her gün, her saat göstererek mutlu olmaya çalışan ve bunu yaparken vicdanları sızlıyormuş gibi yapan iki karakter. Tek bir hareketle dört bir yana savrulabilecek (belki de savrulması gereken) bu aileyi bir arada kalmaya zorlayan Berhudar karakteri ise fazlasıyla göze parmak bir devlet alegorisi. Ve evet, bildiniz, otoriter devlet baba da olanlardan hiç memnun değil. Uysallar’ın etrafındaki Yağmur, Suat ve Mert gibi yan karakterler üst orta sınıfın boğuculuğunu gözümüze sokarken, hikayede “hayatın sırrını çözmüş” tek grup, herkese devlet ve piyasa elbirliğiyle sunulan hayat tarzını reddeden punk’lar, sirk mensupları, gençliğinizde birlikte içtiğiniz o barı satın alan o çocukluk arkadaşı veya hiçbir yer sizi almayınca gittiğiniz pavyonda çalışanlar.
Teknik olarak bakarsak dizide kötü oynayan oyuncu yok. Yağmur’u canlandıran Nezaket Erden her zamanki gibi her sahnesinde ışıl ışıl parlıyor. Kötü yazılmış Nil karakterini imkansızı başararak bize sevdiren Songül Öden de çok iyi. Ve, bunları yazdığıma hala inanamıyorum ama, Haluk Bilginer Berhudar olarak yıllar sonra bir Netflix yapımında döktürüyor. Oyunculuklardaki başarının arkasında diyalog ve tirat yazma konusunda oldukça yetkin olan yazar/senarist Hakan Günday ve bu sağlam metni kameraya taşıma konusunda deneyimi git gide artan yönetmen Onur Saylak var. Sezar’ın hakkı Sezar’a.

Ama hikaye biraz fazla tanıdık değil mi? Uysallar’ı kolayca, plazada çalışıp rezidansta yaşayan sınıfın bir başka eleştirisi olarak okuyabiliriz. Bir Başkadır’ın Sinan’ını hatırlar mısınız? Yalnız annesi anılarla bezeli eski bir apartman dairesinde yaşarken o duplex rezidans dairesinde gününü gün ediyordu, biz de ondan, bu ve bir sürü başka nedenden dolayı nefret ediyorduk. Aynı dizinin Peri karakterinin ve yalıda yaşayan ailesinin Türkiye’deki hayattan kopukluğu da bir noktada öyle ikonikleşti ki, Peri internet şakalarına konu oldu. Bir Başkadır’dan farklı olarak Uysallar, bu eleştirinin sıradanlığını kabul edip işi biraz renklendirmek için plaza-rezidans arasında hayatlar yaşayanlara bir karşı konuşma şansı veriyor. Dizinin en ilginç anlarından biri Nezaket Erden’in canlandırdığı Yağmur karakterinin etrafındakilere attığı şu tirad mesela:
“Ben var ya, tam bir çöpçüyüm aslında. Evet, çöpçüyüm. Hani çöp toplayan insanlar var ya, işte ben de öyle… Tiyatroya gidiyorum, sinemaya gidiyorum, konserlere gidiyorum, müzikallere gidiyorum, sergilere gidiyorum. Bi’ de bilmiyorum, farkında mısınız, o oyunlarda, o dizilerde, o festival filmlerinde yerli olanlar tabii, hep bizden bahsediyorlar. Evet, senden, benden, bizim gibi insanlardan bahsediyorlar. Hep bizi eleştiriyorlar. Yok, biz apolitikmişiz, Allah Allah, yok, tüketim manyağı olmuşuz biz. Ayrımcıymışız. Duydunuz mu? Salak! Salak! Ulan senin tek müşterin benim zaten be! Benim ben. Ben olmasam senin o yaptığın saçma sapan şeyleri acaba kim izleyecek? Kim izleyecek? Gidiyorum, enayi gibi ben onlara para veriyorum, açıyorum, izliyorum, gidiyorum. Çünkü sanat çöpçüsü kim? Kim Nil? Benim. Sanat çöpçüsü benim. Ama o dönüyor dolaşıyor, yine beni eleştiriyor ya. Gene beni eleştiriyor. Niye öyle biliyor musun ama? Niye öyle Nil, biliyor musun? Çünkü kimseye başka… Başka kimseye bir şey diyemiyorlar. Yemiyor çünkü.”
Biraz zorlarsak Uysallar’ın Berhudar üzerinden derinliksiz bir devlet eleştirisi yaptığını da söyleyebiliriz ama bu benim ilgimi pek çekmiyor. Benim ilgimi çeken esas konu Yağmur’un büyük bir kibirle reddettiği bu sınıf eleştirisinin bu kişilere önerdiği çıkış yolu. Uysallar’ın yaratıcılarına göre ev kredisi yüzünden istedikleri hayatı yaşayamayanlara “e o kredileri almasaydınız o zaman”dan daha katmanlı bir çıkış yolu sunulabilir. O yol da şu: kendi doğrularını bulmak ve hem kendine hem de etrafındakilere o doğruları söylemek. Ben dizinin mesajını o kadar açık buldum ki, aslında Uysallar’ın yaratıcılarının temelde eleştirdikleri insanlardan nefret etmediklerini, hatta onların iyiliğini istediğini bile düşünüyorum. Ancak benim bir diğer merak ettiğim konu, anaakım kültür endüstrisinin belirli kalıplarda yaşayıp eski “taşkınlıklarını” özleyen insanlara “kendilerine gelmelerininin” daha kaç defa söylemesi gerektiği.
Mesela dizinin ana karakteri, Oktay Uysal’ı ele alalım. Dizide kendine en çok yaklaşabilen karakter olan Oktay dizinin önerdiği “mutluluğu” geceleri “punk” bir hayat tarzını sürdürürken yakalayabiliyor. Oktay’ın punk kıyafetlerini giymesi, kafasına peruğunu yapıştırması, kolyelerini takması sanki bir kendine dönme, kendini yeniden yaratma ritüeli olarak gösterildiğinde aklıma drag kraliçesi RuPaul’un “Bu dünyaya çıplak geliyoruz, gerisi drag” lafı geldi. Oktay’ın evlenip, çoluğa, çocuğa ve krediye karışarak öldürdüğü benliği geceleri, tanıdıklarından uzak yerlerde, bedenini istediği şekilde donattığında yeniden hayat kazanıyor ve Oktay gündüz yaşadığı hayattaki tutukluğunu unutup bir sürü şeyi becerebilen birisi haline geliyor. Dizide hiç de sürpriz olmayan bir şekilde lubunya karakter yok, ancak dizide sıkışıp kalanların, diziyi izleyip bir şeyler öğrenmek isteyenlerin lubunyalardan öğreneceği aslında çok şey var.
Oktay’ın görünüşünde yaptığı o değişiklik, ya da hadi RuPaul’un söyleyeceği şekilde söyleyeyim, geceleri yaptığı “punk drag” aslında onu mutluluğa en çok yaklaştıran şey. Bu değişim, dizinin ana akım hedef kitlesi için büyülü bir atılım olabilir, ama baskı altında büyüyüp sonradan kendini bulduğunda mutluluğu yakalayan biz lubunyalar için sıradan, bildiğimiz bir hikaye. Lubunyalar olarak herkes istediği gibi yaşayabilsin, benliğini, varlığını, isteklerini hem sözlerinde, hem yaşam tarzında, hem de bedenlerinde istedikleri gibi ifade edebilsin diye yıllardır mücadele veriyoruz. Uysallar’ın yaratıcıları bizi yarattıkları dünyanın hiçbir yerine koymasalar da bizim söylediklerimizden çok farklı bir şey söylemiyorlar aslında. Hal böyle olunca dizide anlatılan sıkışmışlıktan muzdarip olanlara sormadan edemiyorum: her gün her yerde lubunyalar olarak “biz varız” derken başka tarafa bakmasaydınız, meramımızı anlattığımızda bizleri anlamaya çalışsaydınız, acaba kendinizi bu kadar var edemez halde yine bulur muydunuz?
Plazalarda, rezidanslarda gençliği, eskiyi, o hayatın öncesini özleyerek mutsuzluğuna mutsuzluk katanların belki Uysallar ve benzeri anlatılarla bizim “lubunyaların özgürleşmesi sizi de özgürleştirecek” lafımızı biraz daha rahat anlayabileceklerini ümit ediyorum. Queer pratikten ana akım düzen eleştirisine “bizi dinleseydiniz belki böyle olmazdı” demenin her şeye rağmen önerilen düzeni reddetmek isteyenlere verebileceği bir destek olarak düşünebiliriz. Queer pratiği görmezden gelen eleştiri eksik eleştiridir, eleştirdiği insanları Yağmur’un tiratında anlattığı gibi artık “baysa” da o hayat tarzını değiştirmeyebilir, ama bu eleştiriye queer pratiğin desteğini verirsek, belki hem onlara yardımcı olabiliriz hem de onlar bizi bir nebze daha iyi anlayabilir. Plaza çalışanlarını kurtarmak bize düşmüyor, ama bizden bir şeyler öğrenirlerse vermek istedikleri mücadeleyi daha rahat verebilirler.
Uysallar, sözüm size: sizin ihtiyacınız olan bir hücreye kapatılıp “doğruları konuşmaya zorlanmanız” değil. Sizin ihtiyacınız olan etrafınıza bakıp çoktan yapmak istediğinizi yapanların ya da ailesi ve toplum tarafından dışlandığı için o dayatılan hayatın dışına çıkanları görmek, varlıklarını kabul etmek, onların hikayelerini dinlemek ve pratiklerinden bir şeyler öğrenmek. Yoksa bir diziyle, bir filmle eleştiri yerini bulacak ve dayatılan hayat reddedilecek olsaydı, sevgili plaza çalışanları, üniversite yıllarında bayıla bayıla izlediğiniz Fight Club’tan sonra yeni bir dünya düzenine zaten geçmiş olurduk.
Uysallar’ı lubunyalar izlemese de olur. Çünkü dizinin aslında bize bir vaadi yok. Zaten dizinin yazılım sürecinde kimsenin aklına gelmemişiz. Ama izleyip etkilenen plaza çalışanlarına bir önerim var: Velvele’deki ve diğer queer platformlardaki yazılara bir göz atarsanız, Uysallar’ın önerdiği direnişin nasıl gerçekleştirileceğine dair bir sürü ipucu bulacaksınız. O ipuçlarını (ekmek kırıntılarını da diyebiliriz pekala) takip ederseniz, başkası olmaya direnenlerin kendi olma mücadelelerine dair pek çok işinize yarayacak bilgiyle, pratikle ve yol haritasıyla karşılaşacaksınız. İçlerinden bazıları illaki size sadece geceleri değil, gündüzleri de kendiniz olmanız için ilham verecektir.
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.