eski ekâbirden kaç kişi kaldık
a)iki kişi kaldık
b)dört kişi kaldık
c)sade yüz kişi kaldık
d)ya da kalmadı kimse
ZAHRAD
Uyarı: Bu yazı Kulüp dizisi hakkında spoiler içermektedir. Ayrıca yazıdaki şiddetle ilgili bazı bölümler tetikleyici olabilir.
Söz konusu kültür endüstrisi ise, hele bir de mecramız Netflix gibi parayı verenin düdüğü çaldığı (erişebildiği diye de okunabilir) bir platform ise insaflı davranmak gerekiyor. Çünkü bağımlı/bağımsız, televizyon/dijital platform fark etmeksizin dizilerin ve filmlerin kaderinin yapımcıların keyfine bağlı olduğunu, senaryoların ağlaya ağlaya nasıl değiştirildiğini, kafadaki film ile biten filmin birbirine uzaktan akraba bile sayılmayacak kadar başkalaştığını herkes az çok biliyor; bilmeyenler de sektördeki tanıdıklarından duyuyor. Fakat söz konusu Türkiye tarihi ise o insafı bir kenara bırakıp hep beraber çuvaldızı hem kendimize ve ailemize hem de çevremize batırmamız gerekiyor.
Soykırım anlatılabilir mi, tanıklığı yapılabilir mi, yapılırsa kurguya dökülebilir mi gibi tartışmalar yeni değil ve aslında senelerdir sürüyor*. Bu yazının amacı son haftaların en çok konuşulan yapımlarından biri olan Kulüp’e tüm bu tartışmaların yükünü yüklemek değil elbette. Bu yazının amacı, Netflix’te yayımlanan ve yüzleşme gibi bir iddia ile sunulan dizinin, muktedir “Müslüman/Türk” hafızamızdaki kodlarla nasıl uyuştuğunu dili döndüğünce tartışmak olacak.
Batı Ermenistan’da, yani Kuzey Kürdistan’da, ya da en zararsız ve klişe haliyle “bölge”de büyüyen çocuklar için bir şey çok tanıdıktır: hemen hemen herkesin, annenin, nenenin, komşunun, bakkalın 1915’le ilgili hiçbir şeyi saklamaması ve apaçık anlatması. “Burası Ermenilerinmiş yakmışız”, “Şurda Süryaniler varmış kesmişiz”, “Bizim ev aslında Ermeni/Süryani malıymış”, “Ermenileri kesmişiz, Süryanileri sürmüşüz”, “O kilisede diri diri yakmışız”, “Ermeni kadınlar tecavüzden kaçmak için şu uçurumdan topluca atlamışlar” gibi birinci çoğul özne ile ortalığa saçılan bir dehşet silsilesinin, hiç sakınmadan anlatılması bizim oralarda büyüyenlere pek de yabancı değildir. Ermenilerle ve Süryanilerle yüzyıllarca beraber yaşanmış ve her köşesinden bir mekan hafızası, kilise yığını, kemik kalıntısı, define çukuru, Hristiyan ikonografi kalıntısı fışkıran bir coğrafyada kolektif hafızayı silmek ve inkâr etmeye çalışmak, sanırım Türkiye’nin batısındaki kadar kolay değildi. “Batı”ya okumaya geldiğimde buralarda hala Soykırım’ın tabu olduğunu ve inkârın devam ettiğini görmek beni hayli şaşırtmıştı. ASALA’nın eylemleri ile dile gelmeye başlayan Soykırım tartışmalarının orta sınıflarca daha kitlesel dile getirilmesi maalesef Hrant Dink’in katledilmesinden sonra oldu. Bu katliamdan sonra anlatılar daha da değişti ve Soykırım’dan -görece- biraz daha bahsedilebilir oldu. Görünüşte inkâr habitusu yavaş yavaş yıkılıyor sanılsa da yapılan şey, inkârın biçim değiştirmesinden başka bir şey değildi.
Bir “mal” olarak kuzular ve gâvurlar
Hayvan yemeyi bırakıp hayvanlarla daha eşit bir ilişki kurmaya çalıştığımdan beri hayvan katlinin ve bu cinayetin hiç utanılıp sıkılmadan “yemek” olarak paylaşılmasının benim için ne kadar tetikleyici ve katlanılmaz olduğunu fark ettim. Avlanmış bir balık, kesilmiş bir kuzu fotoğrafı gördüğümde ya da o yemeğin görüntülerine maruz kaldığımda bütün günüm mahvoluyor artık. Benim bütün günüme mal olan bu vahşetin, hayvan eti yiyenler için bir statü göstergesi olması da bütün bu durumu daha da dehşet bir hale getiriyor ne yazık ki. Hayvan yiyenler, bir canlıyı pişirip tabağa koyarak ve fotosunu paylaşarak bu yemek üstünden statü kazanıyorlar. Çünkü günümüzde küçük burjuva ve orta sınıfa ait insanlar ancak yediğini-içtiğini sosyal medyada paylaşarak bir statüye sahip oluyorlar (ya da öyle sanıyorlar). Hayvan yemek onlar için bir cinayete, bir sömürüye, bir katliama ortak olmak anlamına gelmediği, aksine bu eylem yaşadığımız toplumda/dünyada norm(al) olduğu için ölü hayvan fotoğrafını asla tereddüt etmeden paylaşabiliyorlar.
Bir tarih tanıklığı ve sözlü tarih olarak kullanılan “Ermenileri kestik, Süryanileri yaktık, (veya) Yahudiler fırınlarda yakılmış” gibi çok rahat sarf edilen sözlerin hayvanlarla olan ilişkimize ne kadar benzediğini de yine bu süreçte, yani hayvanları yemeyi bıraktıktan sonra fark ettim. Bir canlıyı keyif için yaşamından edip öldürdükten sonra yemek ve bunu bir de tereddüt etmeden fotoğraflamak ile Türkiye’nin Soykırım’dan ve katliamdan geçirilen halklarını anlatmak için kullanılan kelimeler ve rahatlık ziyadesiyle benziyor birbirine. Çünkü bir kuzuyu ya da bir gayrimüslimi doğramak aynı “normal” algıdan ve kodlardan geliyor. Sanki Soykırım’ı kabul edip inkârı yıkıyormuş gibi görünen “Ermenileri kesmişiz, Rumları biçmişiz” anlatıları aslında vahşetin nasıl normalleştirildiğini ve inkârın nasıl form değiştirdiğini gösteren kanıtlar. Vahşetin, tıpkı bir kuzu tandırın fotoğraflanması gibi “normalleştirilerek” sunulması, aslında bir inkâr yöntemi. Neyi nasıl anlattığımız ve gösterdiğimiz yüzleşmeye mi yoksa inkâra mı hizmet ettiğimizi gösterir ve bu tartışma konusu 100 yıldan fazladır bir fil gibi odanın ortasında öylece duruyor.
Soykırım, yani bu coğrafyanın otokton gayrimüslim halklarının yok edilmesi ve topraklarına, varlıklarına ve mallarına el konulması planı 1800’lerin sonunda başlamış, 1915’te en vahşi ve sistematik halini almış ve Cumhuriyet’in, Osmanlı’nın bir devamı olduğunu en somut şekilde ispatlar biçimde Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi yok etme politikasının devamı olan pratiklerle de gayrimüslim erkekleri öncelikli hedef alarak sürmüştür. Yok edilmek istenen halklar önce maddi olarak, sonra sembolik olarak “erkeksizleştirilmiştir”. Sembolik olarak da bu yapılmıştır çünkü yüzyıllar boyunca yok sayılan, kul görülen, reaya kabul edilen ve Cumhuriyet’le birlikte yeniden var olan Sünni-Ortodoks Türklerin tahmin ediyorum ki eksikliğini en çok hissettikleri şey kahraman bir cishet “erkeklik” anlatısı idi ve bu yüzden “Türk”ün erkekleşmeye ve kendisine yeni bir anlatı kurmasına ihtiyaç vardı. Bundan sebep, Cumhuriyet tarihi boyunca gerek milliyetçi edebiyatta, gerek filmlerde bütün Bizanslı fahişeler ve kahpeler Sünni cis hetero Türk erkeklerinin emrine amade edildi. “Yatakta Rum, mutfakta Ermeni, pazarda Yahudi” deyimindeki seçme hakkı da o erkeklere ait oldu. Tabii bir de bu deyimi Rum, Yahudi ve Ermeni kadınlara sormak gerekir. Bakalım onlar yatakta, mutfakta ve pazarda ne kadar “Türk” erkeğini tercih ediyorlar? Keşke sorma ve öğrenme fırsatımız olsa…
Osmanlı’daki Rum, Yahudi ve Ermeni kadınların, devrimci politik örgütlenmelerini, feminist hareketteki öncülüklerini pek azımız biliyoruz fakat tartıştığımız konu bu değil. Çünkü sözlü tarihte ve kurgularda zayıf ve nesneleştirilmiş de olsalar hala bir gayrimüslim kadın temsili devam ediyor. Fakat esas merakımı çeken konu, Osmanlı’nın devrimci hareketini (kadınlarla birlikte) başlatan Rum, Ermeni ve Yahudi erkekler neden tüm hafızadan ve anlatılardan silindiler? Devrimcilerin sağcı sebeplerle silinmesini de geçtim, İstanbul’un korkulu rüyası Rum kabadayılar nerdeler? Ya da Ermeni çeteler ve mafyalar nerdeler? Veya Yahudi serseriler, ipsizler nerdeler? Kürt Özgürlük Hareketi’nden bile önce öz savunma denen direniş biçimini hepimize öğreten (kadın-erkek) Taşnak gerillalarına ne oldu? Soykırım’dan sağ kurtularak Almanya’da Naziler’e karşı gerilla savaşı veren Misak Manuşyan ve yoldaşları neden bizim anlatılarımızda hiçbir zaman yer bulamadı? Çünkü inkâr, bu kadim halkları, tarihleriyle birlikte özneliklerinden soyundurup kurbanlaştırarak ve nesneleştirerek de devam eder. Ermeniler, Süryaniler, Yahudiler ve Rumlar ancak muktedir Türklerin sınırlarını belirledikleri oranda var olabilirler ve tüm bu gayrimüslim erkekler “Türk erkeği” masalını yıktıkları için de silindiler. Bu silişin kadınları yok sayan bir yanı da var elbette. Gayrimüslimleri sadece “kadınlaştırarak”, erkeksiz, kurtarılmaya muhtaç, zayıf, mağdur, sesi çıkmayan, kafasına vur ekmeğini al, mozaiğin bir rengi kadınlar olarak nesneleştirmek, zorla el konulan ve yaşadığı tüm şiddete rağmen boyun eğmeyen Hristiyan kadınların gücünü ve özneliğini de yok saymaktır. Bu halklar soykırıma, katliama ve pogromlara maruz bırakıldılar ve faillerle aynı ülkede yaşamaya mecbur kalanlar, hayatta kalabilmek için sessizleşip kapandılar. Tüm bu şiddete göğüs geren Hristiyanların ve Yahudilerin ezilmişliklerini ve sağ kalabilmek için mücadele ettikleri tonlarca şeyi göstermek ile, onları kurbanlaştırıp, mağdurlaştırıp, sessizleştirip nesneleştirmek bambaşka iki şey. Bu, yok saymaktan çok daha tehlikeli bir inkâr biçimi. Gayrimüslimleri nesneleştirerek ve tüm bu katliamları ve pogromları nesneler üzerinden estetikleştirerek bir yüzleşme sağlanmıyor. Aksine, yüzleşmeyi elzem kılan adalet ve tazminat talebinin önü kesiliyor. Faillerin fail olarak faş edilmediği, tarihle yüzleşilmediği, ve tazminatın dile getirilmediği hiçbir şeye yüzleşme denilemez. Bu, katledilen ve sürgün edilen halklara yapılan büyük bir haksızlık ve terbiyesizliktir. Yaslarının sonlanması ve acılarının azıcık da olsa sağalması için öznelerin özne olarak konuşması, hesap sorması, istiyorsa vurması kırması sövmesi, hak talep etmesi ve bu hakların da yerine getirilmesi hepimizin borcudur.
Yazının ikinci bölümü 11 Ocak Salı günü yayında.
* Edebiyat ve Felaket/Marc Nichanian. Tanık ve Arşiv/ Giorgio Agamben
1 Comment