Kutuplaşma; kaygan zeminlerin ha bire cilalandığı, buz pateni kategorisinde altın madalyanız yoksa ayakta durmanın iyiden iyiye zorlaştığı günümüzde bir tür ata sporuna dönüştürüldü. En ufak bir tartışmada çokgenin bir köşesine çekilmek, o köşeden karşı köşeye saydırmak, sonra da köşenin en sivri ucuna kapanıvermek olağan sayılıyor. Oysa problemin çözümü iki köşeyi birleştiren bir çizgidedir bazen. O çizgi ortaya çıkarır yeni açıları, yeni formülleri. Bir köşeye ya da birden fazlasına ait hissetmek, tartışmaya oradan bakmak kötüdür demek istemiyorum; yanlış anlaşılmasın. Derdim kozmosun dairesel yörüngeler üzerinde döndüğünün, köşelerin insan yapımı olduğunun sık sık unutulmasıyla.
İçimdeki iflah olmaz MF’cinin* (TL’den sıfırları atabilmiş ama eğitim sisteminin değişim hızına havsalası yetmemiş) yüzeye çıktığı bu girizgahtan sonra, hızına yetişemediğim bir diğer dünya hali olan Twitter’da dönen bir tartışmaya bağlayacağım konuyu. Geçenlerde (yıl, ay, gün; artık fark etmiyor sanki) bir restoran, ‘‘konsept gereği çocuk kabul etmedikleri’’ gerekçesiyle bir anneyle çocuğunu içeri almadı. Haberi ilk okuduğumda, bir Başak burcu olarak düşündüğüm ilk şey ‘‘demek ki pandemi sonrası koşullarda müşteri seçebilecek kadar tuzu kuru bir yermiş,’’ oldu. Sonrasında dönen tartışmada kutuplardan biri çocuk gürültüsünden uzak zaman geçirme hakkını savunurken, diğeri bir kadının çocuğuyla beraber istediği her şeyi yapabilme özgürlüğünü savundu. Hem de ne savunma: kılıçlar çekildi, flood’lar yazıldı, karşı taraf bin bir türlü ithamla laciverte boyandıktan sonra itinayla engellendi. Sosyal medya bacaklarından, cart diye*2 ikiye bölündü.
Ana akım medyanın konuyu, kadın hakları söz konusu olduğunda her zaman yaptığı gibi ‘‘o çocuğun o saatte orada ne işi varmışlara’’ çekmesiyle beraber tartışma bağlamından koptu ama ilk çıktığında konunun özü hak ihlaliydi. Bu hakları, en azından kağıt üzerindekileri, kimin ya da kimlerin ihlal ettiğiyse çekilen silahların gerginliğinde araya kaynadı sanki. Halihazırdaki Tüketiciyi Koruma Kanunu: ‘‘(1) Vitrinde, rafta, elektronik ortamda veya açıkça görülebilir herhangi bir yerde teşhir edilen malın, satılık olmadığı belirtilen bir ibareye yer verilmedikçe satışından kaçınılamaz,’’ diyor. Hemen arkasından da ‘‘(2) Hizmet sağlamaktan haklı bir sebep olmaksızın kaçınılamaz,’’ kısmı geliyor. Çok tatlı, çok eşitlikçi görünüyor, değil mi? Ancak karşımızda yine ‘‘genel ahlakın’’ muğlaklığıyla yarışan bir ‘‘haklı sebep’’ tabiri var. Bu muğlaklık Borçlar Kanunu ile de desteklenmiş. Zira kanuna göre ‘‘Öneren (satıcı, bu durumda restoran yani), önerisi ile bağlı olmama hakkının saklı olduğunu açıkça belirtirse veya işin özelliğinden ya da durumun gereğinden bağlanma niyetinde olmadığı anlaşılırsa, önerisi kendisini bağlamaz.’’ Ancak menüsünü girişe asmışsa iş değişiyor. Çünkü lüks markaların vitrinlerine fiyat koymamalarının sebebi olan bir madde var: ‘‘Fiyatını göstererek mal sergilenmesi veya tarife, fiyat listesi ya da benzerlerinin gönderilmesi, aksi açıkça ve kolaylıkla anlaşılmadıkça öneri sayılır.’’ Dolayısıyla da satışından kaçınılamaz. Yani hukuka göre sunduğu hizmeti açıkça belirtmişse, herhangi bir işletmenin müşteriyi geri çevirme hakkı yok. Ama yine aynı hukuka göre ‘‘haklı sebepleri’’ varsa ya da ‘‘durumun gereği’’ gerektirirse böyle bir reddetme kanuna uygun.
Benim de üyesi olduğum Ülkede Hukuk Mu Kaldıcılar Derneği (kısaca ÜHUK) davasında çok haklı ama işin şöyle bir kısmı var: Sermaye her daim koruma altında olduğu için onunla ilgili ilişkileri düzenleyen kanunlara kolay kolay zeval gelmiyor. Bir takım havada tanımlarla, gerekirse beş dakikada sonuçlanan mahkemelerle büyük balığın midesinin boş kalmaması garantiye alınıyor. Dolayısıyla işletmeler de kanun bükücülük yeteneklerini sonuna kadar kullanıyorlar. Olayımıza dönersek: ne güzel ki restorandan içeri alınmayan kadın sesini sosyal medyada duyurabilmiş; doğru yerlere ulaşabilmiş de bu konuda, sonuçları yıkıcı olsa da, bir tartışma başlayabilmiş. Zira kendisine hukuktan fayda yok. Yaşadığımız çağda bile seslerini duyuramayan milyonları geçtim, böyle bir fırsatın hiç olmadığı zamanlar da vardı. Sosyal medya yoluyla herhangi bir mekanı ifşa edemediğimiz, boykot çağrısı yapamadığımız zamanlar. Çünkü, hayal etmesi şu an hepimize zor gelse de, sosyal medya diye bir zemin yoktu. Sosyal medya yoktu! (beni çıldırtmak mı…) Bu olay vesilesiyle o zamanlara gitti aklım. Şimdi bazıları komik geliyor ama yaşandıkları zamanlarda, mekanlardan yaka paça atılırken ya da yüzlerce kez girdiğiniz mekanın kapısında ‘‘damsız almıyoruz’’ dedikten sonra yüzümüze aval aval bakan kapı görevlilerinin karşısında kalakalınca pek de gülemiyorduk. Emniyet kemerleri, bilek ovma kolonyaları, baş ağrısı tülbentleri hazırsa; kolinin karneyle, eğlencenin bin bir yargıyla dağıtıldığı o günleri şöyle bir hatırlayalım.
Haritamızdaki ilk duraklar, şahsen ziyaret etmeyi pek sevmediğim bir yerde, Ankara’da geçirdiğim ilk gençliğimde bulunuyorlar. İlerleyen satırlarda da görebileceğiniz gibi: sorun sende değil Ankara, sorun benim sende yaşadığım travmalarda. O zamanlar LGBTİQA+’nın ilk iki harfinden biri olmak (diğerlerinin esamesi zaten okunmuyordu), hele de bunlardan biri olduğunu ‘‘çaktırıyor’’ olmak herhangi bir eğlence mekanına alınmamaya yeterli sebepti. Girebildiğimiz üç-beş (belki de iki) mekanın da eşref saatine denk gelmezsek, mecburen şarapları alıp Meclis Parkı’nın (gençler biz eskiden meclisin önünde içiyorduk, hey gidi…), ya da Onur Çarşısı’nın sonundaki işçi heykelinin dibinde alıyorduk soluğu. Bir sonraki paragraflar, hiç giremediklerimizi değil de hasbelkader girebildiklerimizde yaşadığımız ayrımcılığı anlatıyor.
Önce efsaneyle başlayalım: Ankara’nın yüzünü batıya dönmüş ilk, içeride yaşanan mafyatik olaylar sebebiyle kısa sürede kapanan Limon’u saymazsak tek rock barı Gölge Bar’a uğrayalım. Yüzü batıya dönük diyorum, çünkü Ankara’da köklü bir Anadolu Rock furyası vardı o zamanlar. Eğlence mekanlarının %70 kadarını oluşturan türkü barlarda sıkça çıkardı Anadolu Rock grupları. Biz buralara, yanımızda ‘‘heteroseksüel’’ arkadaşlarımız yoksa pek giremezdik. Gölge Bar’da ise genelde yabancı sözlü, yüzyıllar sonra bile şehirdeki bazı barların döndüre döndüre çalacaklarından emin olduğum toplam otuz adet Rock şarkısını icra eden (icra mı? TSM ekolünden geldiğim de böylece açığa çıktı) gruplar çıkardı. Mekanın lubunyalara karşı politikası çok acayipti. Bazı günler erken gittiğimiz için alınmazdık, bazı günler geç gittiğimiz için. Bazıları başarılı olan onca içeri girme denememize, onca iletişimimize rağmen, işletmeciler ve çalışanlar, tanışlık derecesinde bile muhatap olmazlardı bizimle. Muhtemelen ağır rockçı abilerinin ahlak zevklerini bozuyorduk, ama bizden kazanacakları bira parasına da her zaman hayır diyemiyorlardı.
Komikmiş, hıh!
Bu barda Raindog adlı bir grup sahne alırdı. Grubun solisti, zamanın gender-benderlarından Brian Molko’nun hem kılık kıyafetini hem de vokal tekniğini açıktan taklit ederdi. O döneme göre cesur bir hareketti bu, çünkü Ankara’da uzun saçlı bir erkek ya da kısa saçlı bir kadın olduğunuz için bile sosyal baskıya maruz kalabilirdiniz. Bu solist arkadaş, gecelerden bir gece taklit yeteneğiyle kazandığı sahne platformunu ‘‘Eşcinseller komiktir,’’ demek için kullandı. Biz de, devamsızlık sebebiyle çekirdek kadrosuna asla dahil olamasak da Kaos GL’nin çeperlerinde takılan lubunyalar olarak tepki gösterdik ve alkışla protesto etmeye başladık. Solistin Filiz Akın taklidi bir el hareketini takip eden ‘‘Çıkarın şunları,’’ emriyle de dışarı atıldık. O geceden sonra bir daha alınmadık Gölge Bar’a. Sonraki günlerde ‘beyefendi’ mikrofonunu bu sefer ‘‘Kadınlar aptaldır,’’ demek için kullanınca, feminist arkadaşlardan biri elindeki birayı ‘zat-ı şahanenin’ başından aşağı boşaltmak suretiyle içlerimizi soğuttu ama Gölge Bar, sesimizi duyuramadığımız, ayrımcılığı ifşa edemediğimiz için kariyerine uzun yıllar devam etti.
Ankara’daki ikinci durağımız, nostaljik Türkçe Pop furyasının ilk patladığı yerlerden biri. Kısa süre açık kalması sebebiyle hafızalarda pek yer tutamamış bir bar: Dummy. Mekan yeni açıldığında LGBTİQA+’lara (yine sayılı harflerine de olsa) karşı çok kabul ediciydi. Hatta burası, Jay-Jay Johanson konserinde taktığım uzun eldivenleri saymazsak, pazardan aldığım bir elbiseyi giyerek gittiğim, ilk drag deneyimimi yaşadığım yerdir. Ama yeni açılan mekanların sıklıkla uyguladığı bir taktiktir bu. İlk zamanlar herkese açıktırlar. Sonra lubunya gullümünün kokusuna gelen cis-het’ler çoğalınca bizi ‘temizlerler’ mekandan. Dummy’den atılma sebebimiz ise eşcinsel olduğumuzu ‘gözlerine sokmamız’ oldu. İki arkadaşımız öpüşüyorlardı. Bir anda gece hayatının ‘en sevgili’ emekçileri kapı görevlileri etrafımızı sardı, kendimizi kapının önünde bulduk. Uzaktan iyisiniz ama hemcinsinizle seks yaptığınıza dair herhangi bir ibare görürsek, zorla yerinde tuttuğumuz homofobimizi tetiklersiniz ve dışarı atılırsınız demekti bu.
Durduğum yerden kısacıkmış gibi görünse de yıllar süren; öğrenci yurtlarında, kirası düşük bodrum katlarda, arkadaş evlerinde yaşanan aşk, ihanet, vs. dolu zamanlara yayılan bir yolculukla İstanbul’a gidiyoruz şimdi. O zamanlar birçok Ankaralı lubunyanın geçtiği yoldan geçerek, kendimi İstanbul’a atmıştım ben de. E tabi Ankara’nın kışın soğuk ve yağmurlu, yazın sıcak ve kurak ikliminden deniz kenarına, neme, boğaza ve görece daha sosyal bir lubun hayata kavuşunca kabak çiçeklerim meyve vermeye başladı. Daha sosyal dediğime bakmayın; Ankara’dan tek farkı ‘elitler’ tarafından yargılanmadan, İstanbul’da olsalar onların leş addedebileceği mekanlarda hep beraber eğlenebiliyor olmamızdı. Farklı sosyoekonomik sınıflara hitap eden birden fazla mekan vardı ama gecenin sonunda herkesin buluştuğu adres aynıydı.
Ülkedeki onca iniş çıkışa rağmen, zamanla değişse de pek gelişmeden varlığına devam eden Club Tekyön’den bahsediyorum tabii ki. Her hafta ya cuma ya cumartesi mutlaka uğranırdı Tekyön’e. Henüz remiks kurumu bu kadar popüler de değildi, şarkıların orijinalleri çalardı mekanlarda. Kapıdakilerden içerideki garsonlara kadar yüz aşinalığımız vardı, yolda karşılaşsak selamlaşırdık. Club Sıraserviler’deki yeni yerine taşınınca bi haller oldu buraya. Garsonlar içeridekileri içki almaları için darlamaya başladı mesela. Bir diğer değişiklik de içeriye iki kadından fazlasını almamaya başlamaları oldu. İki kişilik bu dev kadroyu da tanıdıklardan dolduruyorlardı ekseriya. Bu uygulamayla ilk karşılaştığımız günü hatırlıyorum. Küçük bir şok geçirmiş, sebebini (öyle bir sebep olabilirmiş gibi) bir türlü anlayamamıştık. Sonraları geceye beraber başladığımız kadın arkadaşlarımızı başka mekanlara yolculayarak birkaç kez daha gittik. Haftadan haftaya ayağımız kesildi yavaş yavaş.
Tekyön’ün tersine damsız politikasından sonra, defalarca gittiğimiz, donumuzun rengine kadar bilen iki mekanda uğradığımız muameleye geliyoruz. Biri zamanın ünlü underground (içi dolu turşucuk bir bodrum katı olmasıyla kelimenin tüm anlamlarını karışılayan) kulübü Machine, diğeri de her duruma ayak uydurarak uzun zamandır gece hayatında ayakta kalmayı başaran Gizli Bahçe. İki mekanda da sayısız geceden, doğum günü kutlamalarından, sabahlamalardan, hoparlör üzeri sızıp kalmalardan sonra; gecelerden bir gece kapı görevlisi arkadaşın o bildik, umursamaz bakışlarıyla ve lubun gece hayatının kabusu o iki kelimeyle karşılaştık: damsız almıyorlardı. Bir anda kırılmıştı o tanışlık, bir duvara toslamıştık. Machine’de tosladığımız duvarın adı yeni kapı görevlisiyken, Gizli Bahçe’dekinin adı sınıftı. Yanımızdaki bir arkadaşımızın kıyafetini beğenmemişlerdi. Sonraki zamanlarda Gizli Bahçe’nin adı bir dolu fobik davranışla anıldı.
Ufak tefek taşlar
Bunları anlatıyorum da Yıl Olmuş 2021’ciler Derneği (kısaca YOLCİDE) bana kızacak. Sonuçta artık görünürlüğümüz arttı. Kapitalizm de eskisinden daha vahşi, bizim de paramızı almadan avının peşini bırakmıyor. Hala böyle ayrımcılıklara maruz kalıyor muyuz? Bu sorunun cevabı maalesef evet. Sudan karaya geçen bütün canlıların aynı şekilde evrim geçirmemesi gibi, sosyal dönüşüm de her yerde aynı anda yaşanmıyor. Örneğini de geçtiğimiz yaz, büyük şehir diye geçen ama muhtemelen büyüklüğü yalnızca km2 cinsinden ölçülebilen Bursa’da yaşadık. Yakın bir arkadaşımla beraber çok da tanımadığımız bir şehirde Google Maps ile yolumuzu bulmaya çalışırken, bira içebileceğimiz birkaç öneriden biri olan Müsadenizle Pub çıktı karşımıza. Hafta içi bir gündü, genişçe mekanda yalnızca birkaç masa doluydu. Masaların arası da hayli açıktı; kimsenin kuyruğu kimseye değmiyor yani. Şahsen kaşık şıklasa oynamaya müsait bir bünye olduğum için çalan müzik eşliğinde hafiften dans etmeye başladım. Arkadaşım da bana eşlik etti. Önce ortama göz kulak olan gençten çocuğun yerini kır saçlı, yaşlıca bir adam aldı. Sonra bu adam dans ettiğimiz gerekçesiyle bizi mekandan çıkarmaya kalktı. Israrlı iletişim kurma çabalarımız hiç işe yaramadı; zira kime, ne zarar vermiştik, bir türlü anlayamıyorduk. Ama naif yaşlarımız geride kalmıştı: birçok atılma, kapıdan alınmama hadisesinde olduğu gibi buradaki sebep de buz gibi homofobiydi. Bu zamanda hala bunların yaşanmasını kaldıramasa da bünyem, konuyla ilgili bir ifşa ve protestoya çağrı metni yazacağıma söz vermiştim. Bu paragraf aynı işi görür umarım.
Gece hayatında yaşadığımız bunca ayrımcılığa rağmen, ki fiziksel şiddet içerenleri bilerek bu yazıya dahil etmedim, günden güne zayıflasa da eğlence dünyasıyla ilişkim her zaman hayatımın önemli bir parçası oldu. Sömürgen bir ilişki değil aramızdaki; her ne kadar kredi kartı ekstresi uzayan taraf her zaman ben olsam da, müziği, dansı ve eğlencenin birleştirici gücünü önemsiyorum. Bu nedenle sömürüye, tacize, şiddete alışmadan da beraberce eğlenebileceğimiz güvenli alanların, bu alanları yaratan insanların varlığı çok önemli. Politik hassasiyet sahibi LGBTİQA+’ların, LGBTİQA+’lar için açtığı mekanlar, güvenli alanlar var artık. Deniz var, Üzüm var, Queerwaves var, ClubCoWeed var… İyi ki de varlar. Zira beraber dans edemediğimiz bir devrim*3 düşünemiyorum.
*Matematik-Fen sınıfı.
*2 Ünlü bir atasözümüz: İnsanlar ikiye ayrılır: bacaklarından, cart diye.
*3 Emma Goldman’a sevgiler.
Görsel: SALMAN TOOR’S THE BAR ON EAST 13TH, 2019.
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.