su bilir

havaalanındayım. kemiklerimi sızlatan hikayelerin olduğu bir kitap var elimde. bir okuyor iki duruyorum. annesine kemikli sular hazırlarken vejetaryenliğini kaynayan tavuğun köpüklerinde boğuyordu biseksüel kadın kahraman. ve annesi ölmeden bir yolu olsaydı aşkını anlatmanın diye hesaba çekiyordu hem kendini hem annesiyle ilişkisini. hesaba çekmek kaynatmadan olacak iş değil doğrusu. 

bir süredir kentlerde kıpkırmızı bir bayrakla kolektif rejimini ilan eden virüsün kabahati, yaşaran gözlerimi silmeye korkuyorum. gözyaşı tadını bu kadar yoğun duyumsadığım bir zamanı düşünüyorum. bu tadı biliyorum çünkü ama ne, ne zaman? buldum. kırk, elli santim yükseklikte ha var ha yok bisikletim. iki tekerleği öğrendiğim gün çalınan dolma tekerlimin gidişini buldum bula bula içimde, pes. gidiş tadının bu şekilde hafızama yer etmiş olması birden çok canımı sıktı. zaten bir süredir her şey canımı ortalamanın epey üzerinde sıkıyor. havaalanında bir şişe, ekstravaganza pahalı su alsam berlin istasyonlarındaki ücretsiz, içilebilir su bataryaları aklıma geliyor, ekşiyorum. keyifle, kokusuna tav olduğum bir krem sürsem, fransız marka olduğunu idrak edince fırlatıyorum elimden. öfkeme bir hayranlık karışıyor; ama nasıl misler gibi tutmuşlar pirene dağlarını, akarsularını, marsilya kalanklarını, helal olsun. plastik çöplerini satın aldığımız ülkeler işte yine bu ülkeler…

ne kendime ne bir adım ötemdekilere ziyadesiyle anlatabildiğim bir soyulmuşluk hissim var. hayal gücümün kare kare zihnimden sökülüp alındığını seziyorum ama parmağımı uzatıp “işte sen”, “yakaladım seni” diyemiyorum hırsıza. hayatın mütemadiyen fakirleştirilmesi fena hâlde asabımı bozuyor. bu bozukluğu tanrı kompleksine kapılmak olarak açıklayan kapitalist bilimlerden de ayrıca tiksiniyorum. bir hırsız, bir yerde, sürekli bir şeyleri çalıyor. bu tekinsiz atmosferden sakınabildiğim tek liman evim, zihnim, “böyle böyle delirdin güzelim” diyorum kendime, “yine de güzelliği duyumsuyorsun, bu yeter, buna tutunabilirsin” ve ancak o zaman sakinleşiyor ihtilalim. bu minvalde ortalama geçiyor günler. geceler. nihayetinde nerdeyim ben? n’apıyorum? anons önce alfabeden sonra numaradan sayıyor sıra sıra bir şeyler. belli ki yine havalimanındayım. 

***

tam üç yıldır sadece sabiha’yı kullanıyorum, buradan kalkışı olmayan yerleri hayatımdan çıkardım gitti. oralarda işler yapmıyor, ne tür teklif olursa olsun kabul etmiyor ve o yollara çıkan biletler almıyorum. bir arkadaşın dediği gibi “pasif direniyorum.” buraya her geldiğimde önce bir sıkışma sonra ferahlama hissi birbirini hızla takip ediyor. inadım inat, kıçım iki kanat diye direte direte yaptıkları yenisi yüzünden; kuzey ormanlarına, tenlerine işli göç yollarında giderken çarptıkları uçak camlarında parçalanan kuşlara, kıyımdan kaçarken kendini boğaz akıntısında çırpınır bulan yaban domuzlarına birer rahmet okuyorum. yolculuk böylece başlıyor.

bu defaki yolculuğumun farklı olacağının alametleri burnumu sızlatan hikâyelerden belliydi. bunun ayırdına varacak kadar çok gidiş gördüm. hem çiçeği burnunda bir bitkisel beslenenim, muhakkak bir şeyler farklı olacak. kendime söz verdim, gittiğim her yerde yemekleri pişirecek, bu emekten üşenmeyeceğim. evler içinde ben olduğum sürece daha çok bitkiyle yaşayacak. bu işten eylemci bir zevk almayı ise gece yalnız başıma yatağa girdiğimdeki bir ana sabitleyeceğim. başarılmış her bir gün için yanağımdan bir makas alıp uykuya yatıracağım evimi. 

şimdi dört ay sonra bu sözlerimi tutabilmiş, dileklerimi gerçekleştirebilmiş olmanın haklı gururundan kendime bakıyorum. dört farklı kentte uzun uzun kaldım, türlü çeşit mutfaklar gördüm; amerikan açık mutfak, sadece elektrikle ısınan buzhane mutfak, balkonu saksı dolusu çiçekle bezeli ferah akdeniz mutfağı, dar dikdörtgende iki kişi dikine zar zor durulan mutfak… vegan sushi, falafel, ıspanaklı börek, humus, kısır, fırın sebze, soya soslu kıtır brokoli, tabule, sebze köfte; bitmeyen bir yıka, kes, doğra, pişir, baharatla döngüsü… yine de çok mutluyum. hem yolda konakladığım evler de bitkiye olan meyillerine bir şans vermeyi seçtiler. hem ben yol aldım. içimi sıkan çıplak şiddetten, hayatların çalınmasından, hüküm’et tarafından çoraklaştırılmış mega kent hırçınlığından uzaklaştım.

***

antalya’dayım. devletin sosyal, dünyanın refah hayal edildiği yıllarda inşa edilen konyaaltı sahili büsbütün ağaç kaplı. her yer o kadar güzel ki. bir kere benjamin ağaçlarının evdeki saksımda ne büyük haksızlığa uğradığını yerinde görme fırsatım oldu. turist gezmesine gittiğim yerlere bir de yaşamak üzere gitmeye karar vermem için başlı başına ikna edici bir fark etme bu. amazon genlerini cömertce yaşatma fırsatı bulmuş benjaminler bir traktör iriliğindeki gövdeleriyle heybetli, öylece duruyorlar. gözümle gördüğümü hatıra olarak çekmek istiyorum, lensin merceği görmeye yetmiyor. renkleri fosforlu yeşilden petrol yeşiline bir yeşil lunaparkı sanki. sayabildiklerim küf yeşili, kusmuk yeşili, çam yeşili, yosun yeşili, haki, cart yeşil, koyu yeşil, su yeşili… makineye aktarabildiğimse kaba saba iki tonu sadece. bir kere daha ikna oluyorum, hayat yaşanmalı. dil, temsil önemli ama bunlar yaşama yakınsayamıyorlar bile. aktarırken eksiliyor, yontuluyor, çirkinleşiyor. daha çok yaşama fırsat tanımak istiyorum, yaşamak ve yaşatmak. yeşilin deneyimini yeşile bıraktım. içime sade, derin bir kuple nefes olarak aldım hepsini. 

yol o kadar geniş ve uzun ki sol yanımda deniz ve güneş eşlik ediyor. bisikleti durdurup elime alıyorum, badi badi yürüyoruz birlikte. 65+lar yürüyüş yolunda atletik bir hızla geçiyor yanımdan. kendi soluk soluğa hâlime bakıp gülüyorum. leylaklar, kasımpatılar, aloeveralar, telgraf çiçekleri, okaliptüsler her yanda. arap bülbülü bir ötüyor ki selamlaşıp hâlini hatırını sormamak mümkün değil. bir genç heteroseksüel çift görüyorum, yüksek çalıların dibinde el ele, al ala. varlığımı fark edince mesafeleniyorlar. üzülüyorum. sevin çocuklar, yakınlık güzel şey, bu güzel günde ayrılmasın elleriniz, diyorum içimden. tüm gövdemle bir hamlede bisiklete atlayıp rahatsızlık veren varlığımı alıp götürüyorum. yolun ortalarında kültür merkezini görüyorum, 57. altın portakal yapılmış tabela hâlâ kapının önünde. hoş, soluk sarı bir heykel var meydanda, sanırım athena. “amaaan zaten olimpos dağları yunan tanrılarıyla dolu, tanrıdır tanrı” deyip boşluyorum merakımı. kendi ortaokul zamanım geliyor aklıma. öğlen sınıfından bir kıza aşıktım ve içim eziliyordu onu düşündükçe. lezbiyenlik hakkındaki her şey iğrenç geliyordu ve tek bildiğim öpüşen kızlar, t.a.t.u. klibindeki ultra mini etekli rus şarkıcılardı. bütün o dalga geçmelerin, ayıplamaların içinde dahi kendimi onlara çok yakın hissettiğimi, duygularıma dokunduklarını, benim için bir sürü şeyden çok daha anlamlı oldukları hissini hayal meyal hatırlıyorum. öğlenci kıza ne mi oldu? en yakın arkadaşım cüneyt de hoşlanıyormuş ondan, bir aşk mektubu yazdım cüneyt’in ağzından ve araları olmuş oldu. ben… bense kahroldum. cüneyt’e kötü davranmaya başladım, sonunda da küstüm zaten. hem en yakın arkadaşımdan hem ilk aşkımdan aynı anda oldum. keşke mahçup mahçup tutabilseydim platonik aşklarımın ellerini. çocukluğun ezikliğiyle tutamadığım aynı eli on sekizimden sonra bulup açılmam büyük şans doğrusu, buna da şükür. yılların getirdiği beklemeyle birbirimizi yorduğumuz, kıskançlıkla bocaladığımız ortalama bir sevgililiğimiz oldu, üç yılı güç bela devirip ayrıldık. yine de ilişkimiz bu gün hâlâ muhabbetli. çocukken etim gibi yanından ayrılmadığım cüneyt’leyse bir daha hiç konuşmadım.

***

antalya’ya giderken cüneyt aklımın ucundan geçiyor muydu? biliyor muydum yıllar sonra ona gideceğimi? yoksa cennetin içindeki iki küçük aşık mı yol açtı bu fantastik düşünceye? ne önemi var? bir önemi var  herhalde ki dalaman’dayım. 

akışa kendimi bıraktığımdan beri ağırlıklar gün gün içimden kalkıyor. gölgeler ışıklanıyor, gövdem bütünleşiyor. bu ferahlama hissi, sonraki adımlarımı öylesine doğal öylesine ahenkli akıtıyor ki. suya bıraktım kendimi. su beni iyi ediyor.

cüneyt evlenmiş. partneri çok yetenekli, sevecen, alımlı bir kadın. birlikte üretip birlikte tükettikleri, bitkiler ve kedilerden müteşekkil, barışçıl ve güzel bir yaşam kurmuşlar kendilerine. kanaatkar ve yetme bakımından çok zengin bir yaşam. bir motorun tepesinde kıyı kıyı dolaştık cüneyt’le; sarsala, iztuzu, dalyan, göcek, köyceğiz… her güzellik kendi içinde başka bir sohbeti açıp yanımıza getirdi. 

sarsala koyu’ndayken şimdi bir yetişkin ve önceleri ikimizin de sevgilisi olmuş kadına telefon açtık. hâlini hatırını sorduk; yıllar sonra iki eski sevgilin buluştuk bak, bir sen eksiksin, deyip gülüştük. ankara’daymış, teyzesinin kızı yeni doğum yapmış, bebek sevsinmiş, belki sonra birlikte de buluşurmuşuz, olur muymuş. e olmaz mı? şamatayla kapattık telefonu, seneye belki birlikte geliriz deyip suya bir dilek bıraktık.

cüneyt içime bir taş attı. bir cümle üfledi kulağıma “ben hep farkındaydım”, “babam da çok severdi seni, o da farkındaydı”, “sen yokken bile kız demezdi, ikinci oğlum gibi o benim derdi.” 

sularım dalga dalga büyüyor. bütün o hoyratlığın içinde sessizce benimle dayanışan kaç göz, kaç kulak vardı acaba? beni olduğum gibi görüp seven, suskunluğun içinde varlığıma anlamlı bir yer açan kaç kişiyi ıskaladım? ortalama bir aklın, bayağı düşüncelerin, yaşamın çeşitliliğinden dehşete düşen korkakların bakışını mı giydim bilmeden? özgürleştiğimi düşündüğüm otuzlarımda bile içten bir sevginin gözünü göremeyecek, ayırt edemeyecek kadar ahmak mıyım? yoksa platonik aşklarım da farkında mıydı ki hâllerimin?

***

izmir’e geleceğimi en başından beri biliyordum. fakat izmir’de, lisede yana döne sevdiğim neşe’nin evinde, neşe’nin de beni arzulayışını gözlerinde nâr gibi kırmızı yanarken göreceğimi; rüyada olsa, ancak rüyada, biraz daha yatayım da rüya devam etsin, der geçerdim herhalde. tam on altı yıl sonra gelen iade-i arzu, kadere bak. yolculuk çakra açma, iç barışı bulma konseptiyle planlı olarak programlansaydı bu kadar olurdu. bir kere daha şapka çıkarıyorum yaşama, zamana, elastisiteye, metamorfoza. 

ne yalan söyleyeyim, biraz komik de buluyorum bu durumu. neşe’yle hep güçlü bir bağımız oldu. lisede birlikte müzik yapıyorduk. mizah dergilerini aynı tarafı tutarak takip ediyorduk. üniversitede aynı fakülteye gittik. talih midir, talihsizlik mi hiçbir zaman tam karar veremediğim bir ıskalama hâli. başka bir hayatta, başka bir ülkede mükemmel uyumu bulanlar da olabilirdik belki. gerçi pek inanmam bir kişide tüm hayatın anlamının bulunabileceğine, anlamın boşluklarının kapatılabileceğine. şöyle anlatayım, bu soluksuz sürek daha net görünür belki; bir minibüste karşılaştık, benim paşa’ya taşındığım sene, aynı sokaktaki evini o daha yeni kapatmış, iş bulmuş izmit’e geri dönüyormuş, çocuk korosu çalıştıracakmış. bunu gülerek neşeyle anlatıyordu. ne yani ben senin yokluğuna mı geliyorum? şimdi eskileşen evinin sokağında yeni bir hayat mı kuruyorum? yine mi? karnımdaki yumruk hissi yüzüme yansımasın diye çantamın içinde bir şeyler aramaya başladım. içimde tamam sıçtık zilleri çalıyordu ki güneş gözlüğünün kutusu geldi elime. bir zamanlar çok yürek titretmiş ve zamanı geride bırakmış bir rockstar edasıyla çıkarıp taktım gözlüğü rak diye. güneş? yok. ben? e ben de yok olma ümidi taşıyorum. muhteşem havalı hareketlerimin yarısı evvel ezeldir saklanma isteğindendir zaten. bunun idrakine varışımın bu kadar geçe kalmasını cumhuriyete ve rock müzik sevgime bağlayıp bu konuyu kapatmak istiyorum.

***

akyaka’ya geldim. yaprakların kendi dünyaları olduğuna ve ağaç gövdesiyle aşk-nefret ilişkisi yaşadıklarına iyiden iyiye ikna olmuş durumdayım. küçük yerlerin küçük marketleri, alışveriş kültüründeki seçeneksizliğe kıyasla varoluş bereketi hep birlikte oturup anlaşıp muğla’nın civar ilçelerine yerleşmiş gibi. ne ararsan hem var hem yok. bu biraz zaten son yıllar gibi, hem varız hem yok. deniz kıyılarında yürüdükçe içim ferahladı ama peki yolda başıma gelenler? evimi başıma yıktı mı? evet. katları yıkıldı belki zihnimin ama ben yıkıldım mı? bilmiyorum… hiç sanmıyorum. sanki daha çok yıkıklardan bir müstakil yapmışım da bahçesinde tavuk yemliyorum, böyle bir hâl. hoyratlıkları daha az düşünüp güzellikleri ve yeni olasılıkları daha çok hisseder oldum, bu iyi, bu güzel, bu gülümsemeli fakat sanırım kayboldum, bu da ne iyi ne kötü şimdilik. 

neşe’nin yanından ayrıldıktan sonra deryalar’a geldim. bu sırada düzeltmem gereken metinleri işliyor, toplantılara katılıyor, organize etmem gereken şeyleri planlamaya devam ediyordum. derya ile hiç aşktan konuşmadık. hep politikadan, hayat pahalılığından, şöyle can acısı duymadan doya doya bir meyhaneye gidemeyişlerimizden filan söz açtık. sağlık durumlarımızı aldık verdik, az verip çok alan komşuları çekiştirdik, ikimizin de iyi bildiği beyoğlu’nun eski güzel günlerini yad ettik filan. sonunda konu geldi çattı malum meseleye, peki ben düşünüyor muydum üsküdar’ı bırakmayı? yanıtım beni de dehşete düşürdü: bilmiyorum. sahi neyi bilmiyorum? ev orada duruyor, kirası, faturaları ödeniyor. eş dost, meşgaleler hepsi birden gerçekten bırakılabildi mi? evet, kısmen. peki neden dönecekmişim? 

doğru diyordu ama bir şey, tam şekli şemali olmayan, belirsiz bir şey bana daha zamanı değil demeye devam ediyorken zor sadece. zor olması güzel olmayacağı anlamına gelmez, dedi bi’ çabuklukla. hak verdim ve bu hak verişim, belirsiz şeylerin zorluğu ve güzelliği konusundaki patırtıyla üstüme gelen sürecin bir başlangıcı oldu. ben deniz; otuzlu yaşlarında kadınlık kabuğuna sığamamış, aşklarını yaşayamamış bir nonbinary. bir akışın içinde bata çıka yürüyorum. bir su gibi. 

Görsel: Duncan Grant’s Bathing (1911). Fotoğraf: Tate

Author

Bir Cevap Yazın