In the Heights tanıdık bir göçmen hikayesi mi anlatıyor?

Çağan Irmak’ın en şaşalı döneminde çektiği ve kendi ailesinin hikayesine selam çaktığı Dedemin İnsanları zorunlu göçün korkunç acısına rağmen hayatta kalanların birlikte yaşamaya baş koymalarının biraz komik, biraz masalsı ama gözyaşısı bol hikayesini anlatır. 1980 yazında geçen hikayede Mübadele ile Girit’ten kovulan ve Ege’de bir sahil kasabasına yerleşmek zorunda kalan Mehmet Bey etrafındaki dışlayıcı, yargılayıcı, ayrımcı ve güce tapan ‘sıradan’ insanları kafasına takmadan yaşamanın derdine düşmüştür. Mehmet Bey Girit’i neden hala bu kadar özlediğini etrafındakilere anlatırken, bir yandan da göçmenlerin neden tüm ötekileri iyi anlayabildiğini bizlere gösterir. Dedemizin etrafındaki insanlar hep ötekidir, ama o hayat biraz da ütopyadır. 1980 darbesiyle bu ütopya sona erince Mehmet Bey dayanamaz, gider kendini öldürür. Ama onun en büyük hayali Ege’nin sularında kaybolmaz, torunu tarafından yerine getirilir. 

New York’taki tiyatro çevrelerinin dahi çocuğu Lin-Manuel Miranda’nın ilk müzikalinden filme uyarlanan In the Heights da benzer bir hikaye anlatıyor. Soylulaştırma kıskacındaki Washington Heights mahallesinde ahenk içinde bir arada yaşayan Latin göçmenler bir yandan hayallerinin peşinden koşmanın bedelini öderken, bir yandan aidiyet ve kimlik krizleri arasında gidip geliyorlar. In the Heights aslında hayal kurma özgürlüğüne dair bir hikaye. Hayallerimizi gerçekleştirmenin önünde nasıl engeller var ve biz bunları tek başımıza aşmaya çalışırsak ne kadar başarılı olabiliriz? Bu genel sorunun biraz daha Washington Heights ile alakalı kısmı ise şu: Göçmenler ve ötekilerin hayalleri aslında kimin elinde? Film müziğin, dansın, rap’in, gözyaşının arasında bu sorulara cevap arıyor. 

Peki cevap neye benzemiş, biraz da onu konuşalım. Lin-Manuel Miranda’nın bize zorla giydirdiği pembe gözlükler hayal kurma özgürlüğünün en önemli bileşeni için “dayanışmadır, araştırmanızı öneririm ✍️✍️✍️” seviyesinde bir önerme veriyor. Filmin tonu çok, hatta benim için biraz fazla pembe. Bakın, pembe gözlüklerle hiçbir problemim yok, bence pozitif mesaj veren daha çok hikayeye ihtiyacımız var. Ancak karakterler göçmenlerin hayatlarındaki gerçek problemlerle başa çıkmaya çalışsa da ortalık nedense hep bir şenlik alanına dönüşüyor. Yıpratıcı göçmen politikaları, ırkçılık, soylulaşma, sınıf farkı hatta bazen sanatçıların üretememe krizleri bile “bir loto al, kurtulursun” denip şarkılarla, türkülerle geçiştiriliyor. Bu beni biraz rahatsız etmedi değil. Yanlış anlamayın, şarkılar, koreografiler ve özellikle şarkılarda ortaya çıkan sürreal dokunuşlar çok iyi ama insanın içi bir garip oluyor işte. 

In the Heights Hollywood sisteminin güzel insanlar ve mutlu sonları takıntısının son halkası olsa da, kimin hikayesi anlatılıyor tartışmasında inanılmaz büyük bir sıçrama. Hip hop ritimlerini müzikal sahnesine taşımak gibi milyon dolarlık bir fikri oldukça iyi kotaran Lin-Manuel Miranda, tüm dünyanın dikkatini aldığı MacArthur bursu ve Hamilton ile çektikten sonra Hollywood’a davet edildi ve o gün bugündür adeta prodüktörler kendisine açık çek yazmaya devam ediyor. Washington Heights’ın bu dahi çocuğu Hollywood’da yapımcılar ona “sen ne yazarsan çekeriz, ne söylersen kaydederiz” dese de umarım önemsediği konuları asla değiştirmez ve bizlere biraz daha dişe dokunan Latin hikayeleri anlatmaya devam eder. 

Bu arada biz lubunyalar için ufak bir not: In the Heights’ın orijinalinde lubunya temsili hiç olmamasına rağmen film uyarlamasına lezbiyen bir çift eklenmiş. Filmin en masalsı şarkılarından olan No Me Diga’daki ütopik kuaför de çalışanları ve müşterileriyle her lubunya çocuğun hayalindeki harikalar diyarı olarak resmedilmiş. Bu şarkı sırasında ufaktan görünüveren, RuPaul’s Drag Race’ten tanıdığımız drag sanatçısı Valentina da, kendisini hiç sevmeyen beni bile mutlu etti. Düşünün nasıl güzel bir şarkı ve dans koreografisi o sahne. Hikayeye göre şekil alan peruklara selam olsun. 

Sonuç olarak In the Heights Abuela’nın (İspanyolcada nine/büyükanne) insanları diyebilir miyiz? Dede yerine abuela var, göçmenler her şeye rağmen bir arada ve her kimlikten insan kabul görüyor. Kötü karakterler de sadece beyaz soylulaştırmacılar. Bence deriz, önemli olan hayal etmek nasıl olsa. Neşeli bir iki buçuk saat geçirmek istiyorsanız In the Heights’ı mutlaka izleyin ama göçmenlerin sorunlarına bu hikayede çözüm bulmayı da beklemeyin.

Author

Bir Cevap Yazın