Mertcan Karakuş a.k.a. Zakkum Kök
Yıllar önce Yeldeğirmeni’nde, ofisten bozma bomboş bir dairede tek başıma yaşıyordum. Cumartesileri de dahil olmak üzere, te Maslak’taki şantiyede haldır huldur çalışıyor; günümün en az üç saatini yollarda geçiriyor; üstüne üstlük iki tarafı da (hatta bir üçüncü tarafı daha) hayli yıpratmış bir ilişkinin bıraktığı tortuları temizlemeye çalışıyordum. Hafta içi değil birileriyle görüşmeye, o zamanlar yumurta kırmaktan ileri gitmeyen yemek yapma becerilerimi sergileyerek karnımı doyurmaya bile takatim olmuyordu. Zaten arkadaş çevremin çoğu Avrupa yakasının taksisiydi. Kadıköy de şimdiki kadar sosyalperver bir semt değildi. Meydandaki makarnacıdan (bilenler bilir) o günkü seçimimi alıp eve yollanıyordum. Tabirin tam anlamıyla odalarda ışıksız, salonda mobilyasızdım. Belirtmeme gerek yok herhalde: yatak odasında da aksiyonsuzdum. Kendi hayatımdan, topuklarımı kıçıma vura vura kaçmak istiyordum. Neyse ki animeler vardı. Gerçekliğimin ejderhalarıyla başa çıkamayınca, ‘‘Senin gözlerin ne kada’ güzelmiş, maşşallah!’’ * diyerek o dünyalardakilere sığınıyordum.
Perspektif çok acayip bir şey. Şimdi bulunduğum noktadan o günlere bakınca sorunlar ne kadar da küçük görünüyor. Virüs hala ve ısrarla tepemizde, ekonomi bir (traji)komedi filmi: ‘‘Bira olmuş kafelerde 35 – 40 lira’’**, LGBTİQA+’yı algı yönetimiyle çaktırmadan (!) terör örgütlüğüne doğru iteliyorlar… Cinsel kimliğimin ‘‘uzatmalı genç kıza (nokta atışı için Elsa Triolet’e teşekkürler)’’ dönüşmesi gibi mikro problemlerime girmeyeceğim bile, zira drama queenlik kotamı ilk paragrafta doldurduğumu düşünüyorum. Nursel kendini fantastik filmlere vermesin de ne yapsın? Bu sefer gerçeküstüye iltica ederken, artık dilime pelesenk olmuş Japonya’yı değil de, nobran ablası Çin’i seçtim. Ülkenin üstüne ‘Ramazan dolayısıyla kapalıyız’ tabelası da asılmışken, bir kuple o diyarları yazayım, belki evde bunalanlara lazım olur dedim.
Öncelikle eski bir animeci olarak üç boyutlu animasyona karşı alerjim olduğunu belirteyim. Çünkü teknoloji gelişene kadar yapılanların ne kadar eğreti olduklarını görmüşlüğüm var. İstisnalar mutlaka mevcut, ama genel olarak o geçiş dönemindeki işler pek tutmadı beni. Oysa günümüzde öyle render motorları (üç boyutlu modelleme dosyasını ışık, renk ve malzemeleri de ekleyerek görüntüye ya da animasyona dönüştüren programlar) çıktı ki, aradaki fark çoktan kapandı. Birçok stüdyo bu yöntemi kullanarak muhteşem işlere imza attılar. Genelde mekanlar üç boyutlu modellemeyle yapılıyor, karakterlerse görece daha esnek bir yöntem olduğu için iki boyutlu tasarlanıyor. Canlı çekim filmlerde kullanılan bilgisayar üretimi karakterlerin kalitesi de hayli yükseldi. Çin menşeili stüdyolarsa hem ful üç boyutlu animasyonlarda, hem de canlı çekimli hibritlerde fantastik bir damar yakaladılar. Aksiyonu bol, tuhaftır ki romantizmi de bir o kadar bol bir dizi film yaptılar.
Benim bu damar yoluyla tanışmam 2015 yapımı Zhuo Yao Ji (Canavar Avı) ile oldu. Animasyonla canlı çekimlerin birleşmesindeki o sası tadı almadığım ilk film diyebilirim. Bilgisayar üretimi karakterlerde belli bir dil yakalanmış ve bu dil canlı çekimlerde yaratılan fantastik dünyayla çok iyi iletişim kuruyor. Bu konuda onun kadar başarılı olmasa da, yine bir hibrit yapım olan Onmyoji serisini anmadan geçemeyeceğim. 1986’da yayınlanan bir roman serisinden adapte edilmiş olması; doğa bilimleri, astronomi ve tabii ki büyüde kullanılan eski bir felsefe sistemi Onmyodo’yu temel alması gibi özellikleri, bu seriyi Canavar Avı’ndan daha derinlikli bir konuma yerleştiriyor. ‘‘Yin ve Yang’ın yolu’’ şeklinde Türkçeye çevirebileceğimiz Omnyodo, Çin kaynaklı olsa da esasen Japonya’da köklenmiş bir sistem. Şeylerin karanlık (Yin) ve aydınlık (Yang) yönleri arasındaki dengeye odaklanıyor. Var olan her şeyin, Wuxing denilen ve beş elementle (su, ahşap, ateş, toprak ve metal; hava keşfedilmemiş henüz) simgelenen bir döngüye tabi olduklarını söylüyor. Görsele aktarılmasının kolaylığından mı bilinmez, 90’lardaki siyah-beyaz kolyelerden itibaren sinema da dahil birçok alanda bol bol kullanıldı kendisi. Onmyoji’de ise konuyu sahibinin sesinden dinliyoruz.
Yine kitaplardan uyarlanmış, Onmyoji (2001) ve Onmyoji 2 (2003) adlı iki film var. Ben onları izlemedim. Mevzubahis olanlar 2020 yapımı The Yin-Yang Master: Dream of Eternity ve 2021 fırınından taze çıkmış The Yin-Yang Master ikilisi. Genelde ikinci filme ek isim getirilir ama Çin’de yazılar bile yukarında aşağı okunuyor; böyle uygun görmüşler. İsimlerinin İngilizce olmasının sebebiyse, her yapımın bir gün tadacağı gibi netflikşleştirilmiş olmaları. İkisi de uzatmalı nişanlım Netflix’ten bana (üstüne alınmış) hediye. Filmlerin, Velvele’ye malzeme olmalarının özel sebebiyse Dream of Eternity’deki homoromantizm. Erotizm diyemiyorum, zira el ele bile tutuşulmuyor ama bir bahçede sake içme sahnesi var ki, aldı beni, aldı götürdü beni doğaya. Aç tavuğun buğday ambarı arandığı bu günlerde, homoromantik bir peri masalına düşmek iyi geldi. Bu arada şaşırtıcı ama Çin’in bu alanda beni ilk yakalayışı değil bu. Son dönemde, Çin’de çekilmiş dedektif dizilerinde ayrımcılığa, özellikle de LGBTİQA+’ya yapılan ayrımcılığa karşı tavır sık sık çıkıyor karşıma. Neyse, gerçeğin çağrısına uymuyoruz, hop diye fantastiğe dönüyoruz.
Romantizm dozumuzu hiç düşürmeden, ful animasyon, 2019 yapımı Bai She: Yuan Qi’ye (Beyaz Yılan) geçebiliriz. Yılanlarla olan gönül bağıma oynaması dışında; yine Omnyodo’ya referansları ve imkansızımsı (Türkiye televizyonu dizi önerisi: İmkansız Sızı?) aşk hikayesiyle gönlümü çeldi film. Aşkın arka planında, Uzakdoğu dövüş sanatları da bol bol icra ediliyor tabii. Bu dövüş meselesi, bu yazıda adı geçen bütün filmler için geçerli. Neyse ki hepsi Kaplan ve Ejderha’nın izinden gidiyorlar ve animasyonun olanaklarını da kullanarak birbirinden zarif sahneleri art arda sıralıyorlar. Ama hiç kaldıramam diyorsanız, özellikle şimdi adını vereceğim ikiliye hiç bulaşmayın derim: Ne Zha Zhi Mo Tong Jiang Shi (2019) ve Xin Shen Bang: Ne Zha Chongsheng (2021).
Konusunu Çin mitolojisindeki tanrı Ne Zha’nın hikayesinden alan animasyonlar, öncekilerden daha yüksek ritimli aksiyon sahneleri eşliğinde bir erginlenme hikayesi anlatıyorlar. Ne yazık ki erginlenen zat, atarlı bir erkek çocuğu olunca yeterince ilginç olamıyor durum. Buna rağmen mitolojiden karakterlerin farklı yorumlarla boy göstermeleri (kişisel favorim ikinci filmdeki maymun/iblis) ve aksiyon sahnelerindeki animasyon kalitesi akıcı bir seyir keyfi veriyor meraklısına. Aynı hikayeden esinlenen, 1979 yapımı Nezha Nao Hai isimli bir film daha varmış. Onu bulamadığım için henüz izleyemedim ama aradaki kırk yılda neler değişmişi görebilmek adına ilginç olacağını düşünüyorum. Sonraki rotamı da, ‘‘bunu alan, buna da baktı’’ önerilerinden önüme düşen Heaven Official’s Blessing dizisine çevireceğim. Çok, çok eski bir dostumun (kendisi Yeldeğirmeni bunalımımın mimarlarından biridir aynı zamanda) yakın zamanda attığı bir mesajdaki ‘‘kendi karanlığında debelenmeye devam et’’ teklifini geri çevireceğim ve kendimi Çin ejderhalarının karanlığı da aydınlık kadar görebilen bilge gözlerine teslim edeceğim.
*, **: Doğkan’ın videosunu hala izlememiş olanlar için şuraya bir link bırakıyorum.