Bir Lubunyanın Ev Maceraları

umut erdem

En son kime, ne zaman mektup yazdım, hatırlamıyorum. Ama bu yazı biraz mektup gibi oldu sanki; ev’e dair bir mektup… 

O yüzden uzakta yaşayan bir mektup arkadaşım varmış da bunu ona yazıyormuşum gibi hayal ettim; arkada TSU!’dan “Evim, Kalbimin Attığı Yerdir” çalıyordu… Belki siz de bu satırları mektubun alıcısı olduğunuzu düşünerek okursunuz.

***

Yeni bir eve taşındım. Evlere kapandığımız bu pandemi günlerinde bir lubunya olarak ev benim için ne ifade ediyor anlatmak, bu yeni evimdeki maceralarımı paylaşmak istedim. Bunu yaparken yaşadığım mahalleye değinmeden olmaz diye düşünüyorum. Bence hepsi anlatmaya değer şeyler. 

Sen evden de benden de gidersin bazen

Yol seni bekler, yola koyulursun üşenmeden.
Susar derinden ev, ıssız halidir.

Ben sana, ev bana, sen eve, ev sana
Kara kara bakar ya bazen
Ah kıyamaz hani kimse kimseye.
Evin içerlek halidir, boynu eğilir.

(Birhan Keskin- Evin Halleri)

“Ev dediğin…” deyip düşünmek istiyorum, ev dediğim nedir? Önceden rahim olarak tanımlardım, en azından başkalarıyla bir evi paylaşırken kaldığım odaları. O sebeple hiçbir “ev arkadaşım” ile yakın bir ilişkim olmadı. Oda, benim için günlük hayatımda dâhil olduğum ve/veya maruz bırakıldığım sosyal yaşamdan kurtulma noktasıydı, sığınağımdı. Eve geldiğimde yeni bir sosyalleşmenin içine girmek istemezdim. 

Kendi başıma eve çıkma fikri, kısa süreli yurtdışı deneyimlerimde yine başka insanlarla ev paylaştığımda doğdu ve ben bu süreçte bir evde yaşarken nelerin bana iyi geleceğini biraz olsun çözmeye başlamıştım. 

Zaman geçti, iş buldum ve kendi başıma yaşayacağım bir eve taşındım, arada konuklarımı ağırladığım “kendime ait bir ev.” Odadan çok daha fazlasıydı artık; kendi düzenimi kuracağım, birlikte “evi paylaştığım” insanın ev sahibi olduğu, benim kiracı olduğum eşitsiz bir düzlemde hissetmeyeceğim, hissettirilmeyeceğim… Küçük bir bahçeye açılan bir balkon. Domates yetiştirebilir miyim, belki yeşillik? Komşudan aldığım sarımsağı ekerim… Bu hayallerin hepsi 2021’de covid-19’un bizi uzun bir karantinaya sokacağından habersiz dönüp durmuştu zihnimde. Bu evde biriktirdiğim lubunyalık anılarına üç aylık karantina süreci eklendi ve işler biraz değişti. 

1,5 yıl oldu hatta geçmiştir bile, Tatavla’da yaşıyorum. Karşılaştığım küçük bir kesimden çok daha fazla lubunya yaşıyor aslında burada ve tabii ki Ermeniler ve Rumlar. Gerçekten bir mahallede yaşadığım duygusunu hissettiğim bir bölge, o yüzden çok sevdim burasını. Bu anlamda övülen Yeldeğirmeni’nden daha çok mahalleli olma duygusunu hissettiğim bir yer Tatavla. Kurtuluş dememeye özen gösteriyorum ama Tatavla’nın anlamının da “ahır” olduğunu öğrendim. Milliyetçilikten geçsek de türcülüğe yine dayanıyor tarih, bir şeyler. Biraz üzücü ve can sıkıcı olduğunu itiraf etmeliyim. Ama Tatavla isminin Kurtuluş olarak değiştirilmesinde anlatılan gerekçe, tüyler ürpertici. Bu yüzden geride kalan, hâlâ burada yaşamaya devam eden Rumlar ve Ermeniler için biz Tatavla’nın diğer sakinlerinin buranın hafızasını öğrenme ve unutmama sorumluluğumuz var gibi hissediyorum. Daha önce yaşadığım Üsküdar’ın da unutulmaya yüz tutmuş bir Ermeni hafızası, daha muhafazakar ve Sünni Müslüman nüfusu egemen kılma yönünde değişmiş bir çehresi var. Üsküdar’ın ve diğer hafızası Türkleştirilen ve Müslümanlaştırılan semtlerin geçmişini bilmek de tabii ki önemli ama Tatavla’nın geçmişi ve bugünü üzerine düşünme sorumluluğunu mahalleyle kurduğum aidiyet nedeniyle daha çok taşıdığımı hissediyorum. Taksim Spor Kulübü Paskalya zamanı Pangaltı’da afiş asarak tüm Hristiyan toplumunun bayramını kutlarken Ramazan için özel mesaj gönderen İBB ve Ekrem İmamoğlu’nun böyle bir kutlama hazırladığını hatırlamıyorum (ki kendisi sosyal medyada Ermeni Soykırımını da reddetmekle meşgul oldu). Paskalya dönemi, Hristiyanların perhize girdiği bir dönem olduğu için Tatavla’da vegan yiyecek bulma ihtimali daha fazla artmış oluyor. Tatavla zaten Paskalya dışında da vegan alternatifler bulma ihtimalinin yüksek olduğu bir yer. Gerçekten bir mahalle gibi olduğu için erişilebilir manav, market sayısı çok fazla, o yüzden “vegan olmak çok zor” argümanının nasıl sadece bahane olarak kaldığını görebiliyorsun. Veganım dediğinde seni anlayan çalışanlar var ama yine de “balık da mı yemiyorsun?” gibi sorularla karşılaşabiliyorsun; bundan kaçış yok. “Hayır yemiyorum, balık da hissediyor, acı çekiyor, yaşamının farkında ya çünkü hani, gerek yokken de yemeye, neden yiyip ölümüne neden olayım, değil mi?”

Bir gün Pangaltı’dayken dikkatimi şans oyunları ve Tekel bayisi olan bir dükkanın Vegan yazan panosu çekti. Ne alaka diye düşündüm, sonra öğrendim ki burada bazı marketlerde bulabileceğimiz ya da sipariş edebileceğimiz vegan ürünler satılıyormuş. Mekan vegan değil bu arada, yanlış anlaşılma olmasın ama sadece vegan ürünlerin bulunduğu bir bölümü var. Vegan etidir, peyniridir, mezesidir vs. Ama garip bir karşılaşmaydı bu, itiraf etmem lazım. Hiç aklıma gelmezdi, Tekel ve şans oyunları bayisinde vegan yiyecek bulacağım, üstelik yeşil neon ışıkla süslü vegan yazan bir tabelanın bizleri karşılayacağı.

Tatavla Dayanışma Pazarı’ndan 5 TL’ye giyecek, komşumdan Mavişin Bahçesi’nin makul fiyatlı, vegan ve zehirsiz yiyeceklerini, içeceklerini alabiliyorum. Bu sayede hem mahalledeki komşularımla dayanışıyorum hem de güvendiğim şeyleri giyiyor, yiyorum. 

Ama Tatavla da cennetten yeryüzüne inmiş bir yer değil elbette. Cennet zaten var mı yok mu tartışmasına hiç girmeden, geçen yaz Pangaltı’daki Namlı Market’te natrans erkek bir çalışanın trans bir kadına saldırısı geldi aklıma. Bu saldırıya karşı Namlı Market önünde bir eylem yapmıştık. Sanırım bu, pandemi zamanı katıldığım ilk ve tek eylem oldu.

Tatavla ile ilk tanışıklığım aslında burada yaşayan lubunyalar tarafından kurulmuş Atletik Dildoa’ya dayanıyor. Sonra Tayyip’in “yarım kadın” muhabbetinden yola çıkarak duvarlara yaptığımız yazılamalar… Bazıları silinmiş olsa da hâlâ varlığını koruyanları görmek gülümsetiyor ve insanı feminist isyanla örülü nostaljinin kucağına bırakıyor.

“Kendime ait bir ev”

Çeşitli şekillerde yolumun düşmesinin ardından yıllar sonra buranın sakini olarak buldum kendimi. Oturduğum apartman üzerine nakşedilmiş böyle (Ev işlerini Marslılar yapsın) bir stencil karşılamıştı üstelik beni.

İlk kez kendi düzenimi kurup tek başıma yaşayacağım bir ev olması nedeniyle önemliydi benim için, evden çıkmadığımız üç aylık süreci geçirdiğim, podcastler kaydettiğim, Bitopya’yı kurduğum, nice insan ağırladığım, çevrimiçi nice etkinliğe katıldığım, partilediğim, kah içime döndüğüm kah insanlarla arzularımı, samimiyetimi paylaştığım anlara şahitlik eden bu evin tamamen bana ait olmadığını, kaygan zemin üzerinde yaşadığımı hissettiren çok an da oldu. Yalnız yaşayan ve “bayan” olarak görülen biri olarak, sayısız kez karşı komşumun radarında olduğumu hissettim. Bence evime gelip gidenleri gözlüyorlardı; gereğinden fazla meraklılardı, komşuluk kisvesiyle bunu meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. Ve duvarlar inceydi, birbirimizin seslerini kolaylıkla duyuyorduk yani. Üçü çocuk beş kişilik ailenin tüm yükünü bir kadının taşıdığını görüyor, ama tüm öfkesini çocuklardan çıkardığına da şahit oluyordum. Bağırış ve küfürlerin havada uçuştuğu gürültülü sayısız ana karşı bir kere gecenin bir vakti arkadaşımla attığımız kahkahanın onları nasıl rahatsız ettiğini görmek yeterince can sıkıcıydı. 

Sokağa çıkma kısıtlaması nedeniyle evde olduğum, sere serpe koltuğa uzandığım bir gün kimlik ismimi bilen komşum tarafından huzurum kaçırılmak suretiyle çağrıldım: “… Hanım!” O hanıma burada, o gün ulaşılamıyordu fakat. Bir kere seslenmesi yetmedi, iki… üç… ve sonra birinin balkonuma geçtiğini duydum. Karşı komşum, balkonundan benimkine geçmek suretiyle özel mülkmüş, sınır ihlaliymiş, bunların hepsini –yine- “komşuluk” kisvesiyle görmezden gelerek balkonuma atladı ve bahçemdeki bir ağacı kesmek için son derece ısrarcı davrandı. “N’oluyor?” diye dışarı çıktığımda, “seslendim, seslendim, duymadınız” cevabı öyle kendinden emin biçimde çıkmıştı ki ağzından. Eee, yani??? Ne deriz biz lubunyalar: Aaa gullüm… Merak ediyorum, kendisi apartmanın yöneticisi, “ailesinin reisi” bir erkek olarak, benim yerimde erkek varsaydığı biri olsaydı, bunu yapmaya kalkışır mıydı? Onun gözünde “genç, yalnız kirada yaşayan bir kadın” olmamın bunu yapmaya onu teşvik ettiğini görmemek mümkün mü? 

Kendisine bu durumun beni rahatsız ettiğini, yaptığının sınır ihlali olduğunu söylemek zorunda kaldım ve nasıl cümle kuracağımı kafamda tartıp durmakla geçti kendisiyle konuşmadan önceki dakikalarım. Ve özellikle o gün, “semt bizim ev kira” mottosunun bana güven vermediğini, ne kadar kaygan zeminde yaşadığımı, “evim” dediğim yerin aslında hiç de evim olmadığını ve o evdeki varlığımın ev sahibinin iki dudağının ucuna bağlı olduğunu daha iyi anladım. Bir nebze aile desteği alsam da (bunu tazminat olarak görmem için bana telkinde bulunan diğer lubunyaların sözünü dinliyor, içimi rahat tutmaya çalışıyorum) fakir bir lubunya olarak bu durum karşısında ne kadar savunmasız olduğumu fark ettim. Onca yıl ailemle yaşamış olmamın üzerimde yarattığı baskı ve kendimi inşa etme sürecim önüne koyulan taştan kurtulmak için ayaklarım üzerinde durmaya çalışmam ya da aynı evi paylaştığım bazı insanlarla aramda kurulmuş olan ev sahibi-kiracı ilişkisinden kendimi sıyırıp tek başıma yaşamaya çalışırken başka bir duvara çarpıyor olma hissi… 

Tatavla’da özellikle Facebook üzerinden örülen bir dayanışma ağı var, komşuculuk önem arz ediyor gerçekten. Güvenilir esnaflar bulmak çok büyük nimet.  Bu sebeple de gerçekten bir mahallede yaşadığımı hissediyorum. Ama gecenin bir yarısı Baruthane üzerinden evime giderken altında arabası olan bir adam tarafından tacize de maruz bırakıldım. Bu şekilde taciz olaylarının yaygınlığını daha az yaşıyor olsam/k da Tatavla da tamamen korunaklı bir yer değil. 

“Sana da merhaba canım!”

Covid zamanı bir taşınma süreci geçirdim ve tabii ki yine güzide Tatavla’mızda ev aramaya başladım. Ev taşınma sürecinde aklımda en çok dolaşan şey, alıktıran bir lubunya olmamamın (bunun derecesinden çok emin değilim ama) yani insanların bana bakınca sadece “eli yüzü düzgün normal genç bir kadın” görmesinin beni nasıl sildiğini, görünmezleştirdiğini ve bunun ne kadar canımı yaktığını fark etmemdi. Bir yandan alıktıran bir lubunya olsaydım (ne idüğü belirsizliğim hiç fark edilmiyor denemez fakat) belki de alıktırmamak için stratejiler belirleme, bunda çuvalladığımda emlakçılarla karşılaşmamın nasıl olabileceğini ve belki de oturmak istediğim evleri sırf bu yüzden kiralayamayacağımı düşündüm. Ev sahibi ve emlakçıyla münasebetim kimlik ismim üzerinden gerçekleşiyordu, bir yandan onlara tamamen açık olma zorunluluğum tabii ki yoktu ama başımı sokacak bir evde oturmak için bir nevi “rol yapmak” zorunda kalmanın acısını hissettim. Para zaten bir handikapken kendin olabilmenin, kendi başına eve çıkmada nasıl zorluklarla karşılandığını gördüm. Emlakçıların, ev sahipleri öğrenmek istiyor diye yaptığım işi sorması da cabası. İşsizlik ya da seks işçiliği duyulmak istenen yanıtlar değil anladığım kadarıyla. Mevzu kiramı tıkır tıkır ödemenin güveniyse bir şekilde hallediyor olurum oysa, sen bunu düşünme. O sırada “makul” bir işimin olması Türkiye şartlarında kesin sürdürülebilirliği kanıtlanmış bir şey de değil. “Makul kiracı” beklentisi düzgün ev bulmanın kendisinden çok daha yorucu ve yıkıcı bir durum. Komşuları da unutmamak lazım tabii… 

Kurtuluş Son Durak’ta bir eve baktım ve hayatımda ilk kez lubunya alıktıran bir ev gördüm. Banyo duvarına “Queer” yazısı döşenmişti. Salona Zeki Müren kartpostalları bırakılmıştı. Evi gezerken bir gülümseme hakimdi suratımda. Ev çeşitli koşullardan içime sinmese de bir evde lubunya izlerini görmek beni çok mutlu etmişti. “Sana da merhaba canım!”. Bu hikayeyi “ve bir lubunya başka bir lubunyaya evi devretmiş oldu” diye bitirmek isterdim ama hayır, durum böyle gelişmedi. Özellikle ırkçı ve milliyetçi bir karşı komşuyla rastlaşmak –ki o da bir ev sahibiydi- ve orada kendisine haddini bildirememek can sıkıcıydı.

Ev sahibinden emlakçıya tembih: “Bu eve Suriyeli, Kurmançi getirme.” İç sesim: Emrin olur sultanımız, başka bir arzunuz?
Referans olarak beni gösteren emlakçı: “Bak gayet düzgün insanlar getiriyoruz, ben şu kadar yıldır bu işi yapıyorum, benden öyle bir şey çıkmaz.”

Emlakçı-ev sahibi arasındaki bu sevimsiz pazarlıkta nesneleştirilmiş olmama mı ev sahibine sadece dik dik bakmakla kalmama mı yanayım bilmesem de tepkimi emlakçıya göstermiştim.

“Suriyeli olunca ne oluyor, anlamadım.”

 “Güvenilir yani Türk olsun istiyor.” 

“Türklerin hepsi güvenilir miymiş?” 

Bir de şunu söylemedim ama benim Türk olduğum bilgisine nereden ulaşıldı? Belki ben Arabım, Kürdüm? 

Baktığım evde gördüğüm lubunya izleri, boşalttığım evde “burada bir lubunya yaşamıştı” göstergelerini bırakmam için beni teşvik etti. Kim bilir, belki ev arayan bir lubunya olur ve bunları görmek onu iyi hissettirir. O eve taşınmasını tavsiye etmesem de ya da taşınmayacak olsa da ev arayışında olan bir lubunyanın şansa bu evi görmesinin, kendi yaşadığım deneyimdeki ferahlığı ve mutluluğu ona da yaşatmasını tahayyül ettim. Bu evde biriken nice anı bende saklı ama taşanlar da oldu bu şekilde. Bu taşkınlığı hatırladıkça ben de gülümsüyorum açıkçası. 

Yeni taşındığım mahallede ise cam güzelleri ve apartman önünde naciye alıkanlarla karşılaştım şimdilik. 

“Yeni biri taşınmış galiba”

“Evet gördüm, konuşamadım daha ben de ama yazık, henüz toparlanamamış.” 

Cam güzelimiz burada, eve henüz yerleşemememden, eve yayılmış (insan olmayan) kolilerin ortasında kalmış olmamdan bahsediyor. Eee henüz evde perde olmayınca cam güzeline malzeme çıkıyor. 

Ev sahipleri benim için işyerindeki patronlar gibi. “Sakin ol ve patronu öldür” (Keep calm and kill the boss) mottosunu ev sahibi için de kullanmak isterim çünkü evini birine teslim etmek isteyen ev sahibinin evini düzgünce kontrol etmemesi, tamir işlerini bir kiracı olarak benim fark etmem ve bunun bir şekilde sorumluluğunu almak zorunda kalmam, bir de güvendiğim bir tesisatçıya ev sahibinin para meselesinden laf çakmaya çalışması çok sinir bozucuydu. 

“Tesisat işleri yapan adamlar bayan görünce kazıklamaya çalışıyor.”

Haspam o zaman önce kontrol edip sen yaptırsaydın da eve adım attığım gibi “bayan” olarak atadığın benim üstüme kalmasaydı bu sorumluluk. Ve kiracı olarak karşımdaki kişi ev sahibi olunca nasıl iletişim kurabilirim? üzerine benim düşünmem de olayın sebep olduğu ayrı bir yük. 

Kısacası fakir bir lubunya olarak yaşadığım yer, benim evimdir diyemiyorum. Tam olarak neresi, yanıt da veremiyorum, çünkü pek bir yere ait hissedemiyorum kendimi. Bitopya diye dijital bir evren yarattım evet ama bunun gururu ve mutluluğu Dünya’dakiyle paralel gitmiyor pek. Ya da Veganlık Üzerine Monologlar çevirirkenki rahatlık, ömür törpüsü komşu olsun, ev sahibi olsun, emlakçı olsun,  her yeni ev macerasında muhatap kalmak zorunda olduğum herhangi biri ile konuşurken çok da işe yaramıyor. Podcast’i kaydederken, bu insanlarla nasıl konuşsam diye düşünürkenki kadar mesai harcamıyor olabilirim çünkü. Bunun da kadın atanmakla, ekonomik koşullarla, lubunya olmakla son derece ilgisi olduğunu düşünüyorum. Maalesef ki benim erişmekte zorlandığım ama elimden çok kolay kayıp gidebilecek birtakım şeyler var. Pandemi koşullarında bir karar vermiş olmam ve bunu uygulamam çok önemliydi ama bu, ne yazık ki beraberinde ödemem gereken bedellerle beraber geldi. Sanırım beni tüm bunlara rağmen müstehzi bir biçimde güldüren şeyse, yaşadığım evlerde lubunyalığı yaşatıyor olmak! Çünkü Birhan Keskin’in de İz‘de dediği gibi;

“Acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun
izlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma,
orada o yolda çekmiştim ruhumu patlatan fitili
benden savrulan parçalar kurusa da,
izleri var hala yolun kenarında.”

Author

Bir Cevap Yazın