Zavier Wingham
Çeviri: İlker Hepkaner & Bawer Murmur
Rahmetli Mustafa Olpak Kenya-Girit-İstanbul: Köle Kıyısından İnsan Biyografileri isimli hatıralarını şu sözle açar: birinci kuşak yaşar, ikinci kuşak reddeder, üçüncü kuşak araştırır. Olpak’ın bu sözü her sene Şubat ayı boyunca Afrika diasporasını ve tarihini kamuoyuna tanıtmak için düzenlenen Siyah Tarihi Ayının (Black History Month) amacını çok güzel açıklıyor. Bu sene, Olpak’ın mirasını ve Anadolu’daki Afrika diaspora tarihini onurlandırmak için Mustafa Olpak, Frederick Bruce Thomas, Dursune Şirin ve bir çok başka figürün hayatlarına dikkat çekmek istedim. Dionne Brand’in ‘yazmak bir arzu eylemi ise, okumak da öyledir’ önermesi doğruysa, bu yazı dizisi Siyah figürlerin Türkiye’nin kültürel tarihindeki yerlerini daha adaletli bir biçimde belirleme arzusundan ortaya çıktı diyebilirim. Buna ek olarak bu serinin hem Türkiye’de hem de ülkenin dışında okunmasını Siyah Tarihi Ayı konusunun sadece Amerika Birleşik Devletleri’ne dair olduğu fikrini kırması için de istiyorum. Kaleme aldığım bu dizinin de gösterdiği gibi küresel boyuta ve etkiye ulaşmış kimi yerel Türkiyeli tarihler de mevcut. Haydi başlayalım.
***
Yemyeşil ağaçlar görüyorum, ve kırmızı güller
Benim ve senin için çiçek açtıklarını görüyorum,
Ve kendi kendime düşünüyorum, ne de harika bir dünya…
Berlin’de güneşli, soğuk bir pazar. O halde kulaklarımızı caz müzisyeni Louis Armstrong’un güzel şarkılarıyla ısıtalım.
4 Ağustos 1901’de doğan Louis Arsmtrong cazın hala çok genç olduğu bir dönemde New Orleans, Louisiana’da büyüdü. Erken yaşlarda kornet çalmayı öğrendi ve bu tutkusu haline geldi. King Oliver gibi öncü caz sanatçılarını dinlenerek yönünü buldu.
Üzerinden çok geçmeden, 1918’de Kid Ory grubunda Oliver’in yerini aldı. 1922’de Oliver Armstronng’u Creole Jazz Band’de çalmaya davet etti. Birkaç yıl sonra, karısının da teşvikiyle maceraların peşine düşmek için bu gruptan ayrıldı.

1925-1928 yılları arasında The Armstrong Hot Five ve Hot Seven’ın piyasaya çıkmasıyla ilk büyük caz solisti olarak adını hafızalara kazıdı. Sonraki 10 yılda Büyük Buhran’dan kaynaklı zorluklar yaşadı fakat 1940’larda caza ilgi yeniden arttı.
Bu dönemde ve takip eden 50’lerde Armstrong sevilen bir Amerikan ikonu ve kültür elçisi olarak görülüyordu. Birçoğunuz onu Ghana’ya ve Nijerya’ya seyahatlerinden, ABD Dışişleri Bakanlığının ona sponsor olmasından hatırlayacaksınız.
Peki bilin bakalım başka nereye gitti? Sahneye çıktığı yerlerden biri de Türkiye idi.

(Bana Hayat dergisinin dört sayısını hediye eden eski ev arkadaşım olmasaydı, bu bilgiden hiç haberim olmayacağını söylemek isterim.)
İstanbul’daki birçok konser yöneticisi Louis Armstrong ve grubunu İstanbul’a getirmeye çalıştı, ancak kaşesi 2.500 dolardı. Fakat amatör bir menajer ve İstanbul Defterdarlığı’nın çabalarıyla İstanbulluların hayalleri gerçek olmaya çok yaklaştı. Ama bir sorun vardı!
Defterdarlık, Armstrong ve grubuna 150 bin lira ve Defterdarlık Memurları Yardım Derneğinin maaşlarını ödemek zorundaydı. Bunu karşılamak için en pahalı bileti 25 lira yaptılar ancak bileti alacak kişinin derneğe 75 lira yardım yapması gerekiyordu.
Sorunlar bununla bitmiyordu. Biletler sadece Gelir dairesinden ya da vergi dairelerinden alınabiliyordu. Böylesi pahalı bilet ücretine rağmen, ünlü Saray Sinemasındaki konser tüm bunlara değerdi. Armstrong Mack the Knife ve High Society gibi şarkılarını çaldı.
Gazeteler konseri çılgınca başarılı olarak niteledi. O kadar ki Dave Brubeck ve Dizzy Gillespie’ın konserlerinden bile daha iyi olduğunu yazdılar. Bu Armstrong’un en iyi caz müzisyeni olduğunu bir kere daha kanıtladığı bir andı.