Dumanlı bir göğün altındayım. Eski yıkık köprünün kalıntılarının üzerinde yürüyorum her gün. Hava soğuk ve ben yalnızım, ama bu hoşuma gidiyor.
Haysiyetsiz gri binalardan, lambası yanmayan sokaklardan, kayıtsız kalabalıktan ve kırık dökük, karamsarlığı savunan filozoflarla şairleri okumaktan sıkıldım. Üzerime üzerime gelip boğuyorlar, nefes alamıyorum. Vasistas pencereden içeri dolup perdeleri savuran lodosun sesi kulağımda yankılanıyor. Tahta masalı odada oturup avaz avaz bağırarak dedikodu yapan insanlara karşın Turgutreis’in gün batımı ile Haydarpaşa manzarası hep hoşuma gitmiştir.
Pınar Hanım onu tanıdığımdan beri kahvesini asla hazır almaz, kahveciye gidip taze çektirirdi. Belki tazeliğinden, belki de Sartre’ın bulvar kahvelerine gitmesi ile aynı sebepten. Ya da sadece kahve dükkanlarında acı tatlıdan daha güzel olduğu için. Bilemiyorum, hiç sorma cesareti göstermedim. Dün, yine Türk kahvesi çektirmek için çarşıdaki dükkana uğradı.
Uydurmasızdır taze çekilmiş kahve. Hazır satılan kahveler uydurma, ve ne olursa olsun beklemişliği ve bundan dolayı bezmişliği var. Taze çekilmiş kahve ise asla aksamaz, hakikidir.
Bundan severim belki de üşenmeyip her seferinde kahveyi taze olarak çektirmeyi.
Kahvesini aldıktan sonra kahve dükkanın önüne çıktı. Etrafına bakındı, sonra da kalabalığa. Kalabalık onu tıpkı kırık dökük ve karanlığı savunan filozoflarla şairlerin boğduğu gibi boğuyordu, hissedebiliyordum bunu. Buna rağmen, kayıtsız kalabalığın içerisinde kaybolan insanlardan birini rastgele seçip ona kendi fikrince anlık hayat senaryosu çizmekten ve bana anlatmaktan hoşlanırdı. Çizdiği hayat senaryosu bazen okuduğu kitapların karakterleriyle özdeşleşir, bazen de o anda aklında yarattığı herhangi bir kişiliğe ait olurdu. Hatta saatlerce yarattığı kişiliği konuşmuşluğumuz bile vardır. Tahmin ettiğim gibi, kalabalığın arasından rastgele bir insan silüeti seçti ve bana anlatmaya başladı.
Ayten bu. Sanki her an yağmur yağabilirmiş gibi bir ifade boşluğu var yüzünde. Ya da sanki güneş yeni batmışçasına bir burukluk. Markiz Pastanesine giriyor, Beyoğlu olacak burası. Girmeseydi keşke oraya, yazık olacak. Sonunu önceden bilmek bu olsa gerek, çok acı.
“Ayten’i Markiz Pastanesinde vurdular
Onu ben vurdum.
Ayten kanlar içinde yere düştü,
Bense ağlıyordum.“[1]
En son da başını kaldırıp göğe baktı. Esen poyraza rağmen parlayan güneş ve gökyüzünde süzülen martıların sesi içini ısıtıyordu. Hava güzel nasıl olsa, biraz yürüyüş güzel olur, hem de düşünmüş oluruz diyerek ani bir hareketle iskeleye doğru yürümeye başladık. Özgürlük tutkusu yine ağır basmıştı Pınar Hanım’ın. Vapurdan inenler salına salına, etrafına bakarak yürüyor, gelen vapuru yakalamaya çalışanlar ise telaş içerisinde iskeleye doğru koşuyorlardı. Acaba bu telaş ne, diye düşündü. “İşe mi geç kaldılar, ya da kötü bir haber mi aldılar? Yoksa her sabah besledikleri martıya simit atmayı unuttular da martı darılmasın diye mi geri dönüyorlar?” Ses yok. Solundaki yeşil alanda rahatsız edici bir düzenle sıralanmış ağaçların dalları ise sadece sallanıyor. İskelenin soluna, kayalıklara doğru yürümeye başladık. Yine ses yok. Dalgalar sessizce vuruyor kayalıklara. Kayalıkları ıslatan su zamanla buharlaşıyor, tuzdan bir iz bırakıyor arkasında.
Tıpkı insanların bıraktığı gibi.
Tuzun kırılganlığı insanlara da bulaşıyor sanırım. Martılar ise yol boyunca susmaya devam etti.
Sessizlik. Denizin rengi ne güzel. Her zamanki kayıtsız kalabalık gülümseyerek yürüyen insanlardan ibaret bugün, bu da güzel bir şey. Caferağa’ya gidip kitap mı baksam acaba?
Caferağa’ya gitmeye karar verince yolun karşısındaki merdivenleri tırmanıp dar sokaklarda yürümeye başladık, bu sokakların duvarlarındaki tanınmış mısraların eşliğinde. Daha geniş bir sokağa ulaşınca ikimiz de soluklanmaya karar verip küçük bir bara doğru yöneldik. Garson elinde menü ile geldi ancak biz ne istediğimizi zaten biliyorduk. Pınar Hanım, garsona hemen söyledi.
Bol buzlu iki cin tonik lütfen.
Acaba ben bol buzlu bir aşk mı alsaydım diye geçirdim içimden.
Garson gidince, Pınar Hanım çakmağına uzanıp sigarasını yaktı ve içli bir nefes verdikten sonra rüyalarını anlatmaya başladı bana.
Günlük akıştan, yalanlardan, dedikodulardan ve yapaylıktan çok sıkıldım.
Bir yaz öncesi akşamının ayıltıcı serinliğinde, bahçeden topladığım misket limonlarıyla hazırladığım cin toniği içerek kitaplarda altını çizdiğim cümleleri tekrar tekrar okuyup hafızama kazımak istiyorum. Bir bağarası bahçesinde olmak var şimdi. Turunçgil ve limon kokuları arasında. El yapımı, eski bir tahta sandalyede oturmak. Akşama doğru esmeye başlayan meltemin taşıdığı deniz kokusunu içime çekmek. Hafif çakırkeyif bir şekilde deniz kıyısında yalınayak yürürken oradan geçen başıboş bir köpeği sevmek, belki de bir sahil meyhanesinde rakı içen arkadaşlarla karşılaşmak. Yarım saatliğine onların masasına konuk olup bir yolluk içtikten sonra yürümeye devam etmek. Ta ki kayalar yolu kapatana kadar.
Cin tonikler masamıza getirildiğinde ikimiz de daldığımız bu hayalden uyandık ve garsona teşekkür ettik. Cin tonikleri bitirirken hiç konuşmadık, ve Pınar Hanım’ın bütün ısrarlarına karşı hesabı ben ödedim. Pasaja doğru yürümeye devam ettik. Sıra sıra dizilmiş kitapçıları ve plak dükkanlarını geçtikten sonra bir sahafa girdik. Uzun zamandır aradığı bir kitabı alıp pasajın arka girişinden çıktık ve biraz önce yürüdüğümüz ara sokaklara nispeten daha geniş olan sokaklardan kahve dükkanının önüne doğru yürüdük. Beni kahveye, evine davet etti. Evine dönmek için yürümeyi seçmişken Pınar Hanım’a baktım, arkasında kalan iskeleye bakıp çektirdiği kahvenin kese kağıdının ağzını açarak kahvenin kokusunu içine çekti ve gülümsedi. Sonra hafif yokuş olan yolu tırmanmaya devam ettik.
En güzeli, denizle kahvenin kokusu. Belki de çayın. Deniz kenarında içilen kahveleri çok severim bu yüzden. Kahve söylediğim için içmediğim çaylar ise hep içimde kalmıştır. Tıpkı gündüz dinlediğim şarkıların uyuyamadığım gecelerde veya deniz kıyısında yürürken kafamın içinde durmadan yankılanması gibi. Bazı yalı sahiplerinin evlerine sinen deniz kokusundan yakındığını duymuştum. Tuzlu suyla huzurdan hoşlanmayan insanları hiçbir zaman anlayamayacağım sanırım.
Evine vardığında aldığı kitapla anahtarlarını sehpaya, kahve paketini ise mutfak tezgâhına koyduktan sonra bir tango açtı ve tekrar mutfağa yöneldi. Apartmanın üçüncü katında açtığı tangonun sesi yüksekliğe rağmen zamanlarını sığ şarkılarda harcayan insanların kulağına gidiyordu:
Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.”[2]
Fincanla ölçtüğü suyu cezveye boşaltıp üzerine de kahveyi ekledikten sonra cezveyi ateşe koydu. Ben ise sadece izliyordum. O kadar lirikti ki bütün hareketleri, tıpkı bir öykünün içindeymişiz gibi.
Şu kahve de bir pişse artık. Kapıları açayım da kahvenin kokusu eve yayılsın iyice. İçimden de kapıları çekip sokağın sonunda doğru koşmak geliyor.
İçindeki özgürlük arayışına cevap vermek yerine başının üzerindeki dolaba uzanıp iki tane fincan çıkarttı. Fokurdayan kahveyi yavaşça fincanlara boşalttı. Ocağın ateşini kapattıktan sonra fincanları dikkatlice eline alıp denize bakan koltuğa yöneldi ve yavaşça oturdu. Ben de yanına oturdum.
Deniz karşımda oturuyor, hiç kıpırdamadan. Onun mavi rengini gökyüzünden ayırt etmek zor. Bunu ışıklar bile yapamıyor ki. Onu ilk gördüğüm zamandan beri, her görüşümde içimi bir huzur kaplar. Rüzgar da kapıda sanırım. Sabahleyin astığım çamaşırlar da uçmasa ya. İçeri alamam, kurumadılar da daha. Ya apartmanın kapısının önüne koyduğum mamayla su kaplarına ne olacak? Sonra düzeltirim.
Kahveden bir yudum aldık ikimiz de. Acının tatlıdan daha güzel olması sadece kahve ve çayda geçerliydi gerçekten de. Pınar Hanım, fincanı koltuğun yanındaki sehpaya bıraktı ve aldığı kitaba uzandı. Bir iki öykü okudu bana.
“Demin köşe başında iki rüzgâr çakıştı. Gün döndü…
…Sorarlarsa, biz yürürüz dersin, biz dersin, oğlumla ben yürürüz dersin.”[3]
Kitabı kapatıp pencereden dışarı baktı.
Rüzgar da köşeden döndü. Çay mı demlesem acaba, içemediğim için üzüldüğüm çayları telafi etmiş olurum.
Ben de sadece gülümsedim ve sessizce başımı salladım.
Mutfağa gidip çaydanlığı hazırladı ve ateşe koydu. Bir sigara yakmak için balkona çıktı. Su kaynayana kadar sekiz kez dışarıya duman üflediğini gördüm, apartman kapısının önünde altı kez kedilerle köpekler koştu ve sokaktan iki kez eskici geçti. Su kaynadı.
Denizden alınan ilhamla bestelenen tangoların çaldığı bir Kasım alacakaranlığı olsa gerek.
[1] Ümit Yaşar Oğuzcan.
[2] Söz: Necdet Rüştü Efe Tara Beste: Necip Celal Andel
[3] Tomris Uyar, İpek ve Bakır.