Mertcan Karakuş a.k.a. Zakkum Kök
Manga ve anime dünyası başlı başına bir evrendir. Bu evrenle tanışmam ortaokul (şimdi kaçıncı sınıfa denk geliyor bilemeyeceğim) dönemime rastlar. O yıllarda bulut mulut yok tabii; bir bölüm indirebilmek için saatlerce bekliyor, tamamladığımız serileri CD’lere yazdırıp postayla birbirimize gönderiyoruz. Kolinin karneyle dağıtıldığı zor(!) zamanlar. Yakınlarımın bildiği, tanışlarımın da tahmin edebileceği gibi, burnumu soktuğum bir dolu abuklukla aynı sebeple, yine kırık bir aşk hikayesi (bu en ama en kırığı olabilir) dolayısıyla bulaştım bu evrene. O zamanlar ne olduğumu bilmeden aşık (bittabi ki karşılıksız) olduğum çocuk, otakuluk seviyesinde olmasa da sağlam animeciydi. Ben de aynı dili konuşursak (bir_umit_dogmaz_mı_emel.mp3) belki bir şansım olur diye düşündüm herhalde. Kendisine olan aşkım, aralıklı da olsa yıllarca süren bir dostluğa dönüştü. Japonya’da rüyalarının işini buldu ve evlendi. Her ne kadar sevgilisinin düğünde giydiği kimononun bana daha çok yakışacağını düşünsem de (belki şu tepenin arkasında küçük bir Yasemin Saylan vardır) hayatta hep mutlu olmasını en içten dileklerle dilediğim insanlardan (zaten toplam beş kişi falan var) biridir kendisi.
Benim çekim karşılıksız çıktı ama kendisinin bana aşıladığı (pavyona alıştıran eniştelere selam) anime aşkı baki kaldı. Bu işe girenlerin ilk durağı Death Note’dan tutun da, artık değişen zevklerime pek uymamasına rağmen ilgiyle takip ettiğim, 2019 çıkışlı Kimetsu no Yaiba’ya kadar bir dolu seri izledim. Toplamda 500 küsur bölüm Naruto’yu bile, sabırsızlığıma inat bitirmişliğim var. Sanırsınız ki Billie Holiday, Fine and Mellow’u (Love will make you do things / That you know is wrong) bana söylemiş; öyle bir azim. Studio Ghibli’leri, Ghost in the Shell’leri saymıyorum bile. Onlar alfabenin ilk harfleri zaten. Zamanla eylem aynı kalsa da motivasyonlar değişebiliyor tabii: ‘‘Ay, ne kadar çok ortak noktamız var. Sen de bana aşık olsana?’’ ile çıktığım anime yolculuğu, katı gerçeklerden kaçmak istediğim zamanlar sığındığım bir limana dönüştü; hala da öyle. Sırf Naruto’yu bile hesaplasak, yirmişer dakikadan 166 saat mesai harcamış olmama rağmen, Fakfukfon TV’nin ilk zamanlarında animelerdeki kuir görünümlerle ilgili bir yazı talebi geldiğinde cesaret edemedim. Zira bu konuda laf söyleyebilmek için çok daha fazlası lazım. Animasyon konusuna hakimliğine rağmen Özge Samancı bile Animasyonun Önlenemez Yükselişi kitabında animeleri dışarıda tutmuş; ben kim köpennnk? Ama aramızın en iyi olduğu algoritma (seviyoruz, evlencez) Netflix önüme öyle bir yapım getirdi ki ve bu yapımda öyle bir temsil çıktı ki karşıma, duramadım. Geldiğim gazı tutamadım.
Öncelikle Japonların cinselliğe bakış açıları, birçok şeyleri gibi dünyanın geri kalanından çok farklı. Bir taraftan pornolarını bile pikselleyerek yayınlıyorlar; diğer taraftan televizyonda oral seks yarışması düzenleyebiliyorlar. Anladığım kadarıyla işin parodisine her zaman varlar ama konu ciddiye binince sert yüzleri ortaya çıkıyor. Fallik kültürün baskınlığına tepki olarak çeşitli günlük objeleri vajina şeklinde modelleyen sanatçı Megumi İgarashi’yi hapse atabiliyorlar mesela. İkili cinsiyete yaklaşımları da bir o kadar iki yüzlü: Kadın rollerinin atanmış erkekler tarafından oynandığı, hatta sesleri ince kalsın diye bu rolleri oynayanların hadım edildiği Kabuki tiyatrosu geleneğinden başlıyor hikaye. Geleneğin günümüzdeki yansımalarından biri de manga-anime dünyasının ayrılmaz bir parçası, bu yapımlardaki karakterlerin kostüm ve makyajlarla canlandırıldığı cosplay kültürü. Çoğunluğu ağır cinsiyetçi de olsa, cinsiyetler arası karakterlerin boy gösterdiği animelerin sayısı hiç de az değil. Dolayısıyla bu karakterlerin kılıklarına bürünenler de bir o kadar fazla. Aklımda kalanlardan birkaç örnek: Versailles no Bara’nın “erkek kıyafetleriyle” orduda görev yapan Lady Oscar’ı, TRT’de gösterildiği zamanlar ‘sevgili’ memurlarımızın kafalarını karıştırdıkları için ilk bölümlerde erkekler, sonraki bölümlerde kadınlar tarafından seslendirilen Sailor Moon’un drag kraliçeleri Sailor Starlights ekibi, Naruto’nun celladına aşık Haku’su (kendisi aynı zamanda Emrah’la kedimizin adına ilham veren karakterdir), Kimetsu no Yaiba’nın son bölüm sürprizi Muzan Kibutsuji… Eminim hatırlamadıklarım ve hiç bilmediklerimle beraber liste daha da uzar, gider. Bu yazıyı, kronik ertelemeciliğimi erteleyerek yazmamı sağlayan Netflix yapımı Alice in Borderland’de ise bunlardan çok farklı bir temsil söz konusu.
Anime seviyorsanız bu yapıma önyargılı yaklaşmanız mümkün, zira kendisi bir live anime. Yani canlı çekilmiş bir manga uyarlaması. Animelerin, animasyonun olanaklarından sonuna kadar yararlanarak yarattıkları gerçeküstü, parlak dünya, canlı çekimlerde iğreti durur genellikle. Özellikle saç, makyaj ve kostümler, gerçek oyuncuların üzerine birebir uygulandığında animedeki karakterin, anime arka planında mantıklı görünen görüntüsü, gerçek dünyada bir parodiye dönüşür. Alice in Borderland bu konuda çok usta. Öyle kostümler tasarlanmış ki hem anime dünyasının tadını yakalayabiliyorsunuz, hem de karakterler gerçek dünyayla tutarsızlığa düşmüyorlar. Kullanılan mekanlar için de aynı durum geçerli. Işık ve kamera öyle ustaca kullanılmış ki neredeyse animasyondaki özgürlüklerine yakınlaşmış bu iki unsur da. Live demeye dili varmıyor insanın.
Live olsun ya da olmasın (CGI teknolojisinin gelişmesiyle, artık çok da fark yok bu ikisi arasında) animelerde cinsiyetler arası karakterler sık sık arzı endam ederler dedim ama hikaye içinde önemli rollerde de olsalar eksik olan bir şey vardır: Cinsiyet kimlikleri sebebiyle aileleriyle ve toplumla yaşadıkları zorluklar gösterilmez hiç. Vardırlar, oldukları gibidirler. Yıldızımın, belki de bu sebepten hiç barışmadığı, dolayısıyla çok da hakim olmadığım yaoi ve bara türü animelerde bile (en azından benim izlediğim örneklerde) Japon toplumunun homofobisi konu edilmez mesela. Romans ya da sekstir odak noktası, yaşanan zorluklar değil. Bir istisna hariç: Tokyo Godfathers. İzlemediyseniz işi gücü bırakıp izleyin derim, çünkü bu film kaideler ötesi bir istisnadır. Japonya’nın iyice robotikleşmiş kapitalist siteminden atılan, Tokyo sokaklarında yaşayan üç evsizin başından geçen, yürek ısıtan, kalp buran yılbaşı mucizesi (öyle bir şey varsa gerçekleşmek için son günleri, buradan karmaya sesleniyorum), mükemmel bir seyirliktir. Gözünüz değmişken yönetmenin (Satoshi Kon) diğer filmlerine de bakın, hiç pişman olmazsınız.
Alice in Borderland, Tokyo Godfathers’dan çok farklı bir yapım olsa da LGBTİQA+’ların cinsiyet kimlikleri veya yönelimleri sebebiyle, ağır ataerkil bir toplumda neler yaşayabileceklerini gözler önüne sermek açısından onunla ortaklaşıyor. Üstüne üstlük AIB, iyi bilim kurgu animelerinin alametifarikası, incelikli ve detaylı bir sistem eleştirisi de sunuyor seyirciye. Yalnız uyarayım: Gore denemez ama hayli kanlı bir şekilde yapıyor bu eleştiriyi. Yönetmenin (Shinsuke Sato) bir önceki serisi Gantz kadar karanlık olmasa da tatlı giriş sahneleri sizi aldatmasın; ortam baya kararıyor hikaye ilerledikçe. Göğümüzün günden güne bulutlandığı bugünlere biraz ağır kaçabilir ama iyi kurgulanmış aksiyonuyla soluksuz izleniyor. Klasik animelerde, cinsiyetler arası karakterlerin sorgusuz, sualsiz var olduğu dünyalar hayalimiz tabii; ama o günler gelene kadar sorunları da irdeleyen yapımların hayalimize giden yolda hızlandırıcı etkileri olacaktır. O günler gelene kadar ikili cinsiyet başımıza bela.
*Pokemon’un Rocket Takımı’ndan