Dört Yıl, İki Mektup

Sezgin İnceel

Pamuk saçlı anneanneciğimi kaybedeli dört sene oldu. Yas ölümün, ölüm yaşamın bir parçası. Ama yokluklara alışmak kısmı zor. Çok zor. Anneannemin vefatı, Almanya sürecim, ev özlemi ve kendini gerçekleştirme çabası iç içe geçmiş kümeler benim için. Hepsinin kesişim noktasında ise hayatı anlama çabam var. Bu çabalarım sırasında arada mektuplar yazıyorum anneanneme. Onunla konuşabilmek için. Kendimi anlayabilmek için. Kendimi anlatabilmek için. İyi ölümün birisini sadece yatağında uyurken ölmüş bulmak değil, o kişiyi hakkını vererek anabilmek de olduğunu dinledim bugün Gevher Gökçe’den. Bu iki mektupla sevdiklerini ve yakınlarını kaybetmiş herkesle aynı sokaklarda buluşabilmeyi ve hasretlerimizin benzerliğine bakıp basit gerçeği birbirimize hatırlatabilmemizi ümit ediyorum.

I. Mektup

Anneanneciğim,

Sen gidince önce bir acı saplandı kalbime. Nefes alamadım. Hangi kapıyı çalıp, kime ağlayacağımı bilemedim. Çocukluğum, Kadıköy’üm, fasulyeli otluğum, ne varsa kaydı ellerimden, hepsinin parçalanıp dağılışlarını izledim. Omzumdaki melek yaralandı, Kadıköy’deki kapı hızlıca çarparak yüzüme kapandı. Ne meleğe ulaşabildim, ne kapıyı açabildim, ne de acının içinden geçebildim. Durdurup dakikaları, saniyeleri, bekleme odasında olsan geçmeyecek zamanları, “Nereye gidiyorsun?” demek istedim. Sen gidince anneanneciğim, kim dinleyecek, kim destekleyecek beni bu kadar bilemedim. Kim bakıp Türk kahveme en sıcak, en “kısmet”li gelecekten bahsedecek, kim beni her görüşünde “kurban olurum sana” deyip yaşlı gözlerle boynuma sarılacak, kim hiç doymayacakmışım gibi beni sürekli yedirecek, tahayyül edemedim. Kısacası, sen gidince anneanneciğim, isyan bile edemedim. Öylesine üzgündüm ki, gözyaşlarım savrukça yere düşerken, o kefenin içindekinin sen, o tabutu tutanın ben olduğuma inanmak istemedim. Gülüşünün, kokunun, dualarının olmadığı bu dünya nasıl dönecek, kestiremedim.

Sen gidince büyümekten daha da çok korktum. Hayat bundan sonra böyle devam edecekse, ben başka bir gidişi daha kaldırabilir miyim diye sordum ama cevap veremedim. Sen gidince sanki tüm evren sustu, tüm canlılar durdu, bir tek kafamın içindeki çığlık kaldı, onu da tardedemedim.

Ama yanıldığım bir şey varmış, meğer sen beni hiç terk etmeyecekmişsin. Kokun burnumda, sesin kulaklarımda, duaların hep yanıbaşımda kalacakmış. Seninle ben özel bağlarla bağlanmışız. Ne dünya ne de ölüm aramıza girebilecekmiş, bak işte bunu hiç öngöremedim. Önceki sabah sarıldım sana sıkı sıkı. Kolsuz yün hırkandaki huzuru, ben küçükken kuaför olmak isteyince saatlerce oynamama izin verdiğin saçlarındaki şefkati hatırladım. Sözler, kelimeler bir süredir dizilmişti boğazıma. Bir yanım hep hüzünlü kalmıştı, fazla renk vermemiştim. Ama sarılınca anladım ki, sen ordasın. Yaptığım her işin içinde varsın biraz. Müzik dokundurduğum her küçük parmakta, sözcüklerini ödünç aldığım her şarkıda, teğet geçtiğim her insanda, kendimi bulduğum her sohbette… Ben çok üzülmeyeyim diye belki de, uzaklardan gelip, bir kahveni içmemi, “doktora tezimi teslim ettim anneanneciğim” dememi bekledin buradaki suretine veda etmek için.

Sen giderken, hiçbirimizi göğsümüzde bir öfkeyle bırakmadın. Senin içinde öyle çok sevgi varmış ki, hepsi buharlaşıp gözlerimizden yaş yaş, dudaklarımızdan sözcük sözcük aktı. Herkesin kalbine bir parça letafet, bir doz merhamet serpmişsin. Eminim minnetle hepimize baktın. Biz de, buralardaki görevini tamamlamış bir bilgenin ardından bakar gibi el salladık sana. Şimdi çoğalıyorum, daha çok üretiyorum, daha çok sevgimi ekliyorum, daha çok senin mültefit kalbini paylaşıyorum dünyayla.

Hasretle ve sevgiyle,
Sezgin
Aralık 2016

II. Mektup

Anneanneciğim,

Sen gideli dört seneden fazla olmuş. Ben hala arada seni rüyalarımda görüyorum. Hala içim sızlayarak gözlerim dolu dolu uyandığım sabahlar oluyor. En çok öyle günlerde zor geliyor yurt dışında olmak. En çok o günler sönüyor yurt dışı kelimesinin neon ışıkları. En çok o günler uzaklara dalıp eskilerden bir şarkı mırıldanıyor ve kimsenin beni anlamadığını düşünüyorum. 

Anneanneciğim, sen giderken dünyanın çivisi epey bir gevşemişti. Şimdi hepten yerinden çıktı.  Salgınlar, savaşlar, depremler, kızgınlıklar azalacağına daha da çoğaldı. Ama ben hala her gün uyanıp kendim olma savaşını vermeye devam ediyorum. Her sabah gri çizgileri alıp, onlardan gökkuşakları yaratmaya çalışıyorum. Hala senin güzel yüzünü anıp, kendime moral veriyorum. Evimi çok ama çok özlüyorum. Bazen gözyaşlarımı tutamıyorum. Asıl özlediğim şey, ev mi, aile mi, yoksa ne kadar uğraşsam da geri getiremeyeceğim çocukluğum mu bilemiyorum. Yurtdışında yaşamanın insanı içine alan girdabında bir oraya bir buraya savruluyorum.

Anneanneciğim, ben kalkıp buralara boş yere gelmemiştim. Özlemini çektiğim şeyleri bulmak, olmak istediğim kişiyi olabilmek, hesap vermemek, hesap sormamak, kim vurduya gitmemek, sadece birey olduğum için saygı duyulmak, hedef gösterilmemek istemiştim. Ne acı hayatın zorlukları yetmezmiş gibi bir de insanın doğduğu ülkenin üstüne yeni yükler bindirmesi, değil mi? Ve ne naif gençken insanın yurt dışında ya da “uzaklarda” her şeyin güzel ve kusursuz olacağını sanması. Ama hakkını da yemeyeyim, önceleri çok iyi geldi bana Almanya’da olmak. Beni kendi ülkemde üzen ne varsa, bıçak gibi kestim attım hepsini. Kendi hayatımı kurup, kendi istediğim Sezgin’i yeşerttim. Nefes aldım. Nefes oldum. Başka yeşillikler buldum. Zaten her yer park, bahçe, doğa burada. Ama inanır mısın bazen bütün bu oksijenin ortasında boğuluyorum. Ne söylesem anlaşılmıyor, kime gitsem anlamıyor gibime geliyor. Bazı günler “yabancı” olarak uyanmak, ne kadar güzel kullanırsam kullanayım Almanca konuşurken çocuk gibi algılanmak istemiyorum. Büyüdüğüm dilde konuşmayı, şiirsel olmayı, eski kelimeleri, bildiğim şarkıları bilen insanlarla aynı masada oturup iki lafın belini kırmayı, çay içmek istediğimde ‘siyah’ demek zorunda kalmamayı ve senin yemeklerini özlüyorum. Büyümek zor geliyor ve senin baktığın, her seferinde kısmetimin çok açık olduğu kahve fallarını özlüyorum. Bazı günler kendim olmak zor geldiğinde beni okuyup, üflemeni özlüyorum. Başka hiçbir okuyana, üfleyene, dine, tanrıya inanmıyorum, ama senin onlarla bana verdiğin huzuru arıyorum. Bazı günler üstüme hüzün çöküyor, panik çöküyor, hasret çöküyor. Çökmesinler diye yorganın altına saklanıyorum, yorganın altı çukur oluyor. Düştükçe düşüyorum, düşündükçe düşünüyorum, sonu gelmiyor. Bu kadar çok düşmeme ve düşünmeme rağmen ayaklarım yere inmiyor. Yere basmadan yola devam ediyorum. Gittiğim hiçbir yol beni ev denen yere geri götürmüyor. Şaşırıyorum.

“Ben yurt dışına gidiyorum” dediğim ilk gün şaşkın şaşkın yüzüme bakıp bana inanmak istememiştin. Kızmıştın, ağlamıştın, “Burası neyine yetmedi?” demiştin. Şimdi daha iyi anlıyorum anneanneciğim. Bana oralar yetmemişti, ama buralar da yetmeyecekti. Ben beni arama yolculuğumda ülke ülke gezdikten sonra kendimi mekanlarda değil yazılarda, şarkılarda, hikayelerde, resimlerde bulacaktım. Tıpkı eskiden olduğu gibi. Çocukluğum gibi. Benim evim çocukluğum olacaktı, hiçbir zaman geri dönmeyi başaramayacağım. Belki de o yüzden hep biraz hüzünlü kalacaktım. O yüzden senin gülen yüzün benim geçmişim olacaktı.

Her neredeysen ve ne yapıyorsan seni çok seviyorum ve sana kocaman sarılıyorum. 

Hasretle ve sevgiyle, 
Sezgin
Ekim 2020 

İlüstrasyon: Yelena Bryksenkova

Author

Bir Cevap Yazın