Deniz P. Darno
Alıntılardan oluşan bu meçhul mektuba geçmeden önce, birkaç kelam etmenin gerekli olduğunu fark ettim. Zira mektubun harcının trans deneyime sahip bir çocukluk olduğunu belirtmem okuyanın bakışını keskinleştirecektir. Üstelik bu mektubun tek bir yazarı olmadığı gibi, okuyucularını da “makbul” olmayan bir çoğullukla ifade etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu makbul olmama haliyle neyi kastettiğimi ya da okuyucuda neyi gördüğümü/görmek istediğimi anlatmak için Sibel Yardımcı’nın “canavar”ları konu edindiği bir yazısına başvuracağım; canavarın insan tanımını hem teşhir hem de ihlâl etmesiyle devrimci olduğunu yazar ve devam eder: “Canavarın bedeni kendi başına politik bir iddiadır: bizzat mevcudiyetiyle, hem insanın diğer canlılardan üstün tutulmasına, hem de toplumsal örgütlenmenin ırk, cinsiyet ve sakatlık eksenleri uyarınca tabakalaşmasına temel teşkil eden tüm varsayımları alt üst eder.”[1] Canavar figürüne yönelik son derece kapsamlı ve çarpıcı yazısını “canavarları sevelim!” cümlesi ile bitirir Sibel Yardımcı. Ben de mektubun okuyucuları olduklarını düşündüğüm canavar yoldaşlarıma yönelik bir başka çağrıyla sonlandırıyorum bu kısa girişi:
dünyanın bütün canavarları, birleşin!
“Öyleyse,
Merhaba yeni tanış.[2]
Bu mektup yıllar önce yazılmalıydı. Fakat bu gerçekler o zamanlar kor gibi, alev gibiydi bende. Onları ancak bugün tutuşup yanmadan dile getirebiliyorum. İnsanların yüzlerine savrulacak türden değil bu gerçekler; insanların içinde yerli kayalar gibi ancak dipleri kazınarak biraz olsun kımıldatılabilecek türden gerçekler bunlar.[3] Acılarla geçen çocukluğum. Yaşayamadığım. Ve o hep yaşıyamadıklarımla yoğrulu geçmişim. Yeniyetmeliğim. Gençliğimi eskiten rüzgar.[4] Kendim olmak için ne kadar cesur olmam gerektiği üzerine, “benim” cesaretim üzerine, konuşma hakkını bana ancak bugün bahşediyorsunuz. Dışlanma ve utanç yükünü bana bütün çocukluğum boyunca taşıttıktan sonra.[5] Unutmak için verdiğim bunca çabadan, geçtiğim bunca yıldan sonra, tam unutmaya alıştırmışken kendimi, artık unutmak istemediğimi fark ettim. (Artık unutmak istemiyorum!)[6]
‘Omelas’ın kamu binalarından birinin bodrumunda, belki de refah evlerden birinin mahzeninde bir oda var. kapısı kilitli, penceresi yok.[…] küçük odanın bir köşesinde, bir çöp kovasının yanında uzun saplı, kötü kokulu, pisliğe bulanmış bir çift süpürge duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca hafif bir ıslaklık geliyor ele; mahzen pislikleri genellikle böyle olur zaten. Oda üç adım boyunca, iki adım eninde: bir sandık odası ya da kullanılmayan bir araç gereç dolabı. Orada bir çocuk oturuyor. Bir kız da olabilir, bir oğlan da. […] hepsi, Omelas’ın tüm insanları onun orada olduğunu biliyor. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olduğunu bilmekle yetiniyor. Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerinin bilgeliği, zanaatkârların ustalığı, hatta başatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı.’[7]
Çevreme baktığımda bana benzeyen hiç kimseyi görmemiş ve duymamıştım. O halde ben, tüm insanların kaçtığı ve herkesin varlığını inkâr ettiği bir canavar, dünya üzerinde bir kusur muydum?[8] Yeryüzünde olmanın umutsuz tutkusundan vazgeç mi diyeceksiniz bana, ey süssüz ölü?[9]
Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı. Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma, ne eğere gelirsin ne de semere derlerdi bana.
Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kâğıtlarda iyi koşan bir at olarak.[10]
‘Ali o yola kolay girmedi. Kendinden büyük dev memelerini aldırmak için girdi. Zor gittiği hastanenin, zor çıktığı doktoruna gitti. Yıllardır gitmesi gerekirdi ama insanın kendisine sözü geçmez derler, sen de okuyorsun, bilirsin bu gibi cümleleri… Ali bıçak altına girmeden, sonunda gitti jinekoloğa göründü. Er kişisi için “kadın doktoruna” gitmek ne ise yaşadı. Çok bastırmış adam içine, içi sümük sümükmüş. Yüzünün parıltısı ondanmış. Pasağı içine akmış, iyi insanmış. Tutmuş, tutmuş, tutmuş. Tam 7 kilo ur tutmuş. Dev memeleri gitti. Ama erkek yumurtalıkları sisteme çoktan koyvermişti. Sistem ona illa kadın, illa meme, illa am, illa vajen demişti. Yumurtalıkları sisteme çoktan koyvermişti. Tam 7 kiloluk tunç düştü yüreğimize.’[11]
Ya siz,
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?[12]
Sana ne diyebilirim ki cancağızım? Umutsuzluğu reddediyorum: ama bu reddedişi her gün yinelemek zorunluluğu kendi umutsuzluğunu kendi içinde taşıyor. Hande Kader, Didem Akay, Esra Ateş hepsi öldürüldü. Ağzımı açmam gerçekten olanaksız. Oysa yine de konuşmak zorundayım.[13] Ey insanlar, ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları, iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı iğrenerek. Hepinizi kucaklıyorum ilkin. Ağzınızı, dudaklarınızı, dişlerinizi öpüyorum bilmiyorsunuz, ben kendimi öpüyorum.[14] Siz benim yüzüme bile dönüp bakmamışken ben size bakmışımdır. Ben sizin hakkınızda benim hakkımda bildiğinizden daha çok şey biliyorumdur. Yüzleşilen her şey değiştirilemez belki ancak hiçbir şey de yüzleşmeden değiştirilemez. Tarih geçmişte değil, bugünde yazılır. Tarihimizi yanımızda taşırız. Tarihimiz bizzat bizizdir hatta. Aksi doğruymuş numarası yaparsak suçludan farkımız kalmaz. Şundan eminim ki, dünya beyaz, cis, hetero değildir. Hiçbir zamanda beyaz, cis, hetero olmamıştır. Olamaz da zaten. Beyazlık, cis’lik, hetero’luk bir iktidar metaforudur.[15] Ama sizleri sevdiğim için, benim cesur beyaz, cis, hetero eşitlerim, sizlerin de cesaretten yoksun olmanızı dilerim. Şimdi sıra sizde. Normu tekrar edecek güçten düşmenizi, kimliği üretecek enerjiden mahrum kalmanızı, taşıdığınız belgelerin hakkınızda söylediklerine inancınızı kaybetmenizi dilerim. Ve dilerim ki, tüm cesaretinizi kaybettiğinizde -artık neşeden düşkün- bedenleriniz için yeni bir kullanım tarzı icat edin. Çünkü sizi sevdiğim içindir ki, sizi böyle arzuluyorum: zayıf ve hakir. Çünkü devrim, kırılganlıkta işliyor.[16]
‘-Lubunyalara son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
-Umutsuzluğa alışmayalım.’[17]
[1] Sibel Yardımcı, “Canavar: Kültüralizm Ne Zamandı?”, Skopdergi- sayı:3, 11/10/2012.
[2] Arkadaş Z. Özger, Sevdadır, Mayıs yayınları, 7.bas., 2018, s.99.
[3] Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, çev. Cahit Koytak, Versus Kitap, 3.bas., 2014, s.3.
[4] Sevdadır, s.101.
[5] Paul B.Preciado, “Kendin Olmak Cesaret İster!”, çev. Sibel Yardımcı, KaosQueer+, Sayı 3, 2018, s.98-100.
[6] Birhan Keskin, Kim Bağışlayacak Beni, Metis, Mart 2005, s.121.
[7] Ursula K. Le Guin, “Omelas’ı Bırakıp Gidenler”, Gülün Günlüğü, çev. Ümit Altuğ, Ayrıntı Yay., 11.bas.,1995.
[8] Mary Shelley, Frankenstein ya da Modern Prometheus, çev. Yeşim Seber, Notos Kitap Yayınevi, 2016, s.167.
[9] Pier Paolo Pasolini, Gramsci’nin Külleri, çev. Rekin Teksoy, Nisan Yayınları, 1993, s.15.
[10] Didem Madak, Ah’lar Ağacı, Metis, 2012, s.22.
[11] Boysan Yakar, “Sahte Kız”, Queer Temaşa, der. Leman S.Darıcıoğlu, Sel Yay., 2015, s.14.
[12] Ah’lar Ağacı, s.23.
[13] James Baldwin-Engin Cezzar, Dost Mektupları, çev. Seçkin Selvi, YKY, 2007, s.113.
[14] Sevdadır, s. 157.
[15] Raoul Peck, I am not your negro, 2016.
[16] “Kendin Olmak Cesaret İster!”, s.98-100.
[17] Kaos GL, Aligül’ün ‘Kelimeleri ve Şeyler’i, haz. Umut Güner, 24/09/2014.
*Mektup içerisindeki alıntılarda yalnızca italik ile belirtilen kelimeler değiştirilmiştir/eklenmiştir.
**Yazıda yer alan illüstrasyon sanatçı Femimutancia’nın izni ile kullanılmıştır.
***Sevgili Gülşah Tekin’e desteği için teşekkür ederim.