6 Şubat depreminin birinci yıldönümü ve lubunya topluluklarında, ama bilhassa translar arasında yaşadığımız son kayıplarla birlikte uzun süredir üzerine düşündüğüm yas hakkında yazmaya karar verdim. Bu yazma süreci tesadüfen yasını tuttuğum kaybımın yıldönümüne denk geldi. Aslında bu yazıya bir soru sorarak başlamak istiyordum ancak artık önemli olanın, yaşadığımız şiddet biçimlerinin yapısal olduğu gerçeğine odaklanmak olduğunu düşünüyorum.
Son iki yılım yas tutarak ve yasa dair düşünerek geçti. Bu uzun süreç, öncelikle yas biçimlerinin –gerek toplumsal, gerek aile içinde, gerek arkadaş arasında yahut bir yalnızlıkta olsun– iç dinamiklerini gözlemleme ve üzerine düşünme olanağı sağladı. Kurulan yas süreçlerinin yaşadığımız acı, kayıp, yara, umutsuzluk, çaresizlik vb. gibi durumlarda ortaya çıkan yapısal şiddetin kendisine dair pek bir şey değiştirmediğini anladım. Çünkü, salt bir acıyla, üzüntüyle, umutsuzlukla, matemle geçirilen zamanın hayatımda hiçbir şey değiştirmediğini idrak ettim. Bu anlamda yastan ve yas sürecinin içinde bizi bu duygularla pasifize eden durumdan kurtulmak da ayrı bir gündeme dönüşüyor ve bu da beraberinde yine fiziksel ve duygusal bir iş yükü getiriyor. Zira, bir süre sonra yastan çıkmanın yolunu arıyoruz “artık iyi olmak ve yas tutmak istemiyorum” gibi ifadelerle. Peki, o halde kendimizi içinde bulduğumuz bu durumun gözlerimizin önünde bir gökdelen inşaatı gibi yükselmesine neden göz yumuyoruz?
İçine düştüğümüz durumun kendisiyle oyalanmak ve kırıldığımız noktanın etrafında dolaşmak aslında bize bu şiddeti uygulayan yahut yönlendiren yapıyla uğraşmamızın, onun karanlığını ve bize hissettirdiği eksikliği ifşa etmemizin, konuşup, sorunsallaştırıp, bu duruma karşı sorumluluk almamızın önünde engeller oluşturuyor.
Uğradığımız yapısal şiddetlerin –bu transfobi, homofobi, göçmen karşıtlığı, yoksulluk vb. olabilir; hayatlarımızı sürekli gözaltında tutarken, bize hissettirdiklerinin “kader” olduğuna inanmamızı istediklerinin farkındayım. Yapısal şiddet böylelikle bütün dikkatleri kendisinden uzaklaştırarak şiddetini üzerimizde istikrarlı ve sürekli kılabiliyor. Önce bizi yaralıyor, sonra yaramızla meşgul ediyor, suçlu hissettiriyor ve bu şekilde şiddetin yapısal kaynaklarına dikkatimizi yöneltmemize de mani oluyor. Bu yüzden sormak istiyorum, kapitalist-patriyarkal-sömürgeci belirleyenlerin, devlet ve onun tüm aygıtlarının bu kadar güçlü ve her yeri kuşattığı bu zamanda, içine düştüğümüz ve hiçbir şeyi değiştirmeyen yas süreçleri bize mi aittir? Bence hayır; öyle gibi görünmesi sadece bir yanıltmadır.
Örneğin 6 Şubat depreminin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen hesap soran ve depremzedeleri daha kalabalık hissettiren, onların mücadelelerini büyüten radikal ve toplumsal bir yas inşasını kuramamak çok acı; toplumsal bir yas sürecindeymişiz gibi yapıyor olmak daha da acı. Maalesef depremzedeler şu an yalnız başlarına deprem sonrası yoksulluğa ek olarak bu yapısal şiddet ile de mücadele ediyorlar. Çoğu kişi onları maalesef unuttu bile. Oysa yapısal olana radikal bir müdahalede bulunabilmiş olsaydık bugün depremzedelerin hayatları daha farklı olabilirdi.
Onbinlerce insan yaşamını yitirdi, milyonlarca kişi yakınlarını kaybetti ve evsiz kaldı; ve hala karda kışta, barınma koşullarından mahrum, depremin yarattığı büyük boşluğa ve yoksulluğa karşı yaşama uğraşı veren canlar yaslarını sadece kendi aralarında tutabiliyorlar. 6 Şubat depreminde “mağdur” edilenlerin yaşamlarına dokunabilecek toplumsal radikal bir müdahaleyi içeren yası inşa edemeyen bizleri bir sonraki felakette, yine acıyı-kederi büyütürmüş gibi yapacağımız benzer süreçler bekliyor olacak… Tarihin kendisi gibi bu çaresizlik de performatif haller de kendini tekrar edip duruyor ve biz yerine hakiki bir şey koyamadıkça da tekrar etmeye devam edecek. Daha acısı ise bunlara neden olan yapı da asla geriletilememiş olacak.
Ulus devlet örgütlenişinin yerelin gücünü gasp etmesi, yerel örgütlülüğü kriminalize edip yok etmeye çalışması, ve her şeyi merkezi bir yerden belirlemesi, yerelde bir çok usulsüzlüğe neden oluyor. Bunun yol açtığı, standartlara uygun olmayan yapıların tapu alıyor oluşu, fay hatlarına yerleşim alanları kurulması, inşaatlardaki denetimsizlikler ve ihlaller gibi faktörler depremde yıkılacak binlerce sağlıksız ev üretilmesine sebep oldu. Bizse bu süreçte gelişen mağduriyetlere dair gündemlerle meşgul olduğumuz için yapısal sebebi kaçırdık. Bu noktada Kürt Siyasi Hareketi’nin yerelin öz örgütlenmesine dair tezleri ve geliştirdiği pratikler çok kıymetli ve yapısal sorunlara karşı mücadele geliştirmenin devrimci bir örneğidir.
Bölgeye yapılan dayanışmaların değerli olduğunu ve sürekliliğinin sağlanması gerektiğini, bunun yeterli olmadığını da göz önünde bulundurarak paylaşmak ve dayanışmayı artırmak çağrısını yapmak isterim.
Maalesef lubunya intiharlarının ardından da benzer bir yas süreci varmış gibi yapıyoruz ve transfobi-homofobi arkadaşlarımızı bizden çalmaya devam ediyor. Dönüştüren ya da güçlendiren yas müdahale edendir… Bu sorunlara karşı kendi aramızda gerçek anlamda değer ilişkilenmelerini kurmadığımız için radikal ve müdahale eden bir yas süreci de inşa edemiyoruz. Bu noktada patriyarkal yalnızlaştırmanın kendisine dair herkesin sorumluluğu olduğunu hatırlatmak isterim. Kimsenin ne devletten ne de toplumdan bir beklentisi yok zaten. Bizler kendi çeperlerimizdeki yalnızlık, çaresizlik, eksiklik duygularıyla intihar çukuruna sürükleniyoruz.
Bütün hayatım, yukarıda açmaya çalıştığım gibi, hiçbir şeyi değiştirmeyen yas görünümlü melankolik süreçlerle geçti. Ben de bu ülkedeki sürekli mesaiye kalan, bu sayede yas fabrikasını ayakta tutan emekçilerden biri olup çıktım. Beni bu yazıyı yazmaya getiren süreçte de şu soruyu sıklıkla sordum kendime: Peki, bunun bir alternatifi ya da bir çıkışı var mı? Bu da başka bir soruyu getirdi peşinden ve o soru da devrimci yas inşasına dair bir tartışmanın kapısını araladı zihnimde.
İçerisine düşürüldüğümüz çukurun kendisini değil, doğrudan bizi o çukura düşüreni işaret eden, onu konuştuğumuz ve onun karşısında bir “yetimler ittifakını”1 kurduğumuz; böylelikle bize dayatılan ölümleri, intiharları, zorunlu göçü, korkuları vs. kendisine geri fırlatacağımız bir yas inşasından, karşılıklı sorumluluk ve kolektif mücadele ilişkisinden bahsediyorum. Devrimci yas süreci kavramı ile, yukarıda açıkladığım melankolik yas sürecinden farklı olarak mağduriyetlerin sebeplerine ve yapısal olduklarına işaret ediyor, meselenin kendisi ile sebebi arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmaktan ve ona müdahale etmeyi kastediyorum.
Yapısal şiddetin bir mağduru olarak konumlanmak ve yapısal şiddeti sadece bu anlamda muhatap almak tam da iktidar yapılarının istediği şey. Patriyarkal kapitalizmi ve üzerimize yönlendirdiği şiddet biçimlerini nasıl karşılayacağımız asıl meselemiz olmalı. Bu yönde sürekli bize bir matem içine sürüklenmemizi isteyen tekrarı bozacak radikal bir yas inşasına; bu şiddeti karşılayacak ve boşa çıkaracak bir mücadele hattına ihtiyacımız var. Yas inşalarımız bir mücadele yöntemine ve müdahale eden bir niteliğe kavuşmak zorundadır.
Tabii ki bu radikal yas inşası ancak birbirimizle kuracağımız politik-etik bir zemin üzerinde, birbirimize dair sorumluluklarımızın olduğu bir ilişkilenmeyle mümkün olabilir. Birbirimize karşı sorumluluk alma sorumluluğunu taşıdığımız, uzlaşı kültürünü reddeden, “ortak iyi”ye dair tavır alan, sorumluluklarımızı bahanelerle ertelemediğimiz bir ilişkilenmeyle ancak devrimci bir yas inşası örebiliriz. Bu sayede bizlere dayatılan, yalnızlık, umutsuzluk, çaresizlik, suçluluk gibi duyguları bertaraf edebiliriz. Müdahale eden ve yapısal şiddeti boşa çıkaracak bir yas inşası mümkün olduğunda, ancak o zaman “iyi” olacağız.
Birbirimizden ve birbirimize karşı sorumluluklarımızdan vazgeçme lüksümüzün olmadığı bu zamanlarda, değer ilişkilenmelerini kurmak, bunun için kolektif buluşmalar-çalışmalar gerçekleştirmek, yapısal şiddete karşı çeşitli mücadele mevzileri oluşturmak, atılması elzem adımlar olarak öne çıkıyor.
Kapitalist-patriyarkal-sömürgeci yapısal şiddetlere karşı ortak bir mücadele hattını, devrimci yas inşalarını ve değer ilişkilerini elbette kuracağız; bu konuda sonsuz bir inat ve inançla konuşmaktan, büyütmekten ve eyleme geçme kararlılığından da asla vazgeçmeyeceğiz.
- “Gizli bir yetimler ittifakı öneririm. Birbirimize göz kırparız. Hiyerarşiyi reddederiz. Her türlü hiyerarşiyi. Dünyanın pisliğini olduğu gibi kabullenir, buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair hikâyeleri paylaşırız. Münasebetsiziz biz, kopuğuz. Evrendeki yıldızların yarısından fazlası hiçbir takımyıldıza ait olmayan yetim yıldızlardır. Takımyıldızların hepsinden daha fazla ışık verirler.” — John Berger, Hoşbeş ↩︎