AKP’li muhafazakar bir ailenin çocuğu olarak yetiştim. Alışılagelmiş “bunu yaparsan Allah seni yakar” gibi dini söylemlerin içerisinde büyüdüm. Çocukluğum Kur’an kurslarında geçti, bir dönem Kur’an okuyup namaz kıldığım da oldu. Bunları yaşarken bir taraftan içimde bazı şeyler hissetmeye başladım. Hayatımın önemli bir kısmı bu hisleri dışa vurmadan içimde sorgulayarak geçti: “Neyim ben?” Bu soruyu düşünürken kah kendimi “hasta” sandığım oldu, kah “sapkın”. Bu sorgulama hali 20 yaşımda tesadüfen gittiğim bir LGBTİ+ topluluğunun etkinliğinde non-binary kavramıyla tanışana dek devam etti. O gün içimden “Sanırım ben buyum,” desem de bir süre daha bunu sorgulamaya devam ettim. Sonrasında emin olunca büyük bir mutlulukla kendime yakın gördüğüm çevreme açılmaya başladım.
Kimliğini keşfetme/bulma heyecanı bir başkaydı. Artık “hasta” değildim ve tüm yok saymalara karşı “ben burdayım” demek için LGBTİ+ mücadelesine katılıp elimden geldiğince bu yönde aktivizm yapmaya çalıştım. LGBTİ+ hareketinden arkadaş çevresi edindikçe kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Seçilmiş ailem bile olmuştu. Ne kadar kimliğimi keşfedip rahatlamış olsam da sorunlar bitmediği gibi katlanarak büyüdü. Kendimi sürekli şu sorularla baş başa kalırken buldum: “Atanmış aileme açılabilecek miydim?” “Açılırsam neyle karşılaşacaktım?”, “Atanmış ailemle olan ilişkimi onlara hiçbir şey söylemeden sürdürebilir miyim?”, “Peki, o zaman kendi bedenimle ilgili bir karar alabilecek miyim?” 2019 yılında kimliğimi keşfettikten beri tüm bu sorularla/sorunlarla baş etmeye çalışırken, bazen onlara açılmayı planlayıp hemen ardından ise olacakları düşünüp vazgeçerken halihazırda var olan haklarımızı elimizden alıp bize saldıran devlet, Diyanet’in ve İçişleri Bakanlığının LGBTİ+’ları hedef gösteren açıklamalarıyla birlikte bize daha çok saldırmaya başlamıştı. Bu olanlardan sonra bana “Ne olursa olsun sen bizim çocuğumuzsun,” diyen atanmış aileme açılmak artık çok uzak bir seçenekti. “Ailem” bizi sürekli hedef haline getiren iktidar partisinin destekçisiydi ve onların yarattığı nefret söylemini büyük olasılıkla kabul ediyorlardı.
18 Eylül 2022’de devletin desteğiyle İstanbul’da LGBTİ+ karşıtı bir nefret mitingi düzenlendi. Bu mitingin düzenleneceğinden haberim olduktan sonra düşündüğüm şeyler şunlardı: Ailem televizyonda RTÜK’ün kamu spotu olarak yayınladığı nefret mitingine çağrı reklamını görmüş müdür? İnternetteki algoritmaların bana ve onların karşısına çıkardığı şeylerin aynı olmadığını bildiğim için “LGBTİ+ karşıtı postlar önlerine çıktıklarında düşünceleri nelerdi?” diye düşünmeden edemedim.
Bu nefret mitinglerinin üzerimdeki etkisi hala geçmemişken seçim gündemi ile birlikte yeniden iktidarın hedef tahtasına konduk. Buna karşılık benim de desteklediğim Emek ve Özgürlük İttifakı’nın “vitrin” aday göstermesi, ayrıca kendine muhalefet(!) diyen Altılı Masa’nın söylemlerinin “siz mi daha LGBTCİ’siniz yoksa biz mi”den ileri gidememesi yine yalnız bırakıldığımızın göstergeleriydi. Bizim üzerimizden tartışmalar dönerken ve saçma atışmalar sürerken seçimden bir gün önce annem aradı ve bana seçim hakkında ne düşündüğümü sordu. Ailemle siyaset konuşmayı bırakalı çok olmuştu, çünkü onlarla tartışmaya ve kendimi açıklamaya çalışsam da söylediklerimin hiçbir önemi yokmuş gibi gelmeye başladı. Onlar için kendi düşüncelerinden ve görüşlerinden başka doğru yoktu. Bu yüzden soruya cevap vermekten çekindim. Konuşmanın bir noktasında annem “Diğer taraf cıvıttı teröristlerle işbirliği yapıyorlar, oyunu ona göre at”, dedi. Bu sözleriyle hem beni terörist ilan etmiş oldu hem de yaşam hakkımı elimden almak isteyenlere oy atmamı istedi. Cevap olarak “Benim yaşam hakkımı elimden almak isteyenlere mi oy atmamı istiyorsun?” demek istesem de yapamadım. İşin üzücü yanı o konuşmada bunu hiçbir zaman yapamayacağımı bir kez daha anladım.
Seçime saatler kalmaya başlamışken umutla umutsuzluk arasında gidip geliyordum. Çünkü bize gösterilen cumhurbaşkanı adayları düşüncelerimle ve beklentilerimle uyuşmazken, artan muhafazakarlığın ve sağ popülizmin de bu seçimde karşılıksız kalamayacağını düşünmeye başladım. Tüm bu düşünceleri bir kenara bırakarak oy atmaya gittim. Sonrasında sandık takibi yapıp, seçim sonuçlarını beklemeye başladım.
Birinci tur seçim sonuçları kesinleştiğinde yeni Meclisin tablosu beni kahretti. İktidar ittifakı Mecliste çoğunluğunu korurken Hizbullahçılar ve neredeyse tüm seçim kampanyasını kadınların ve LGBTİ+’ların kazanımlarına saldırarak sürdüren Yeniden Refah Partisi artık Meclisteydi. Bu tabloya karşı içimi bir boşluk kapladı, benim için sanki her şey bitmişti. Seçimden sonraki ilk beş gün sadece başıma gelecekleri düşünerek hiçbir şey yapamadım. Bu süreç halihazırda daralan demokratik alanlarımıza artık daha çok saldırılacağını düşünerek, yarın başıma ne geleceğini ve bu duruma araç olan aileme karşı ne hissedeceğimi bilemeden geçti.
Belki ikinci turda en azından demokratik alanlarımızın “genişleyebileceği” bir sonuç çıkar diye düşündüm. Ancak “muhalefetin” bizi iktidar gibi yok sayması, izlediği politikalar, ki özellikle ikinci tura damgasını vuran ırkçı popülist politikaları, beni sandığa düşmanımı seçeceğim hissiyle diye götürdü. İkinci tur sonuçları kesinleştiğinde ise silah, havai fişek ve korna sesleriyle karşı karşıya kaldık. Önümdeki yemeği zar zor yiyip sigaramı yaktığımda aklımdan bir soru geçti: “Şimdi ne yapacaktım?” Bunca şiddete, baskıya karşı burada mı kalmalıyım yoksa gitmeli miyim? Liseden beri istediğim gitmekti aslında ama böyle gitmek istemediğim suratıma vurduğunda ağlamaya başladım. Malum balkon konuşmasında da hem kimliğim hem de desteklediğim siyasetçiler hedef haline gelmiş, hatta idam sloganları havalarda uçuşmuştu. O an, “İşte atanmış ailem karşımda”, dedim. Ayrıca ailemin izlediği medya seçimden sonra da “LGBTİ+ çocuklarını kabul eden aileler cehennemde yanacak” gibi söylemlerle bizi hedef göstermeye devam etti. Anlaşılan o ki çocukken beni korkutmak için söylenen “onu yaparsan Allah seni yakar” söyleminin hala alıcısı varmış. Beni bu sözlerle büyüten ailemin de o alıcılardan biri olmayacağını kim söyleyebilir? Şimdi karşımda medya aracılığıyla maruz kaldığı söylemler, görüntüler belli olan kişiler varken nasıl açılıp onların yanında kendimi güvende hissedebilirim? Bir kere daha onlardan daha da uzaklaştığımı anlamıştım. Hiçbir zaman onlara karşı ne düşüncelerimi ne de kimliğimi açabileceğim, onlar beni ne olduğumu bilmeden ve tanımadan hayatıma dair konularla ilgili karar vermeye çalışmaya devam edecekler.
Bu süreçlerden sonra ailemle ufak tefek iletişimlerim olsa da onlara karşı hislerim artık anlamsızlaşıyordu. Bi taraftan gerginlik ağır basarken bi taraftan da o duygusal bağı koparamamak arasında gidip geliyordum.
Ben bir şekilde LGBTİ+ hareketinin içindeki örgütlenmelere, dayanışmalara ulaşarak kimliğimi keşfettim ve bunlar sayesinde hayatıma devam etmeye çalışıyorum. Ama ailemle olan bahsettiğim süreci sadece benim yaşamadığımı da biliyorum. Dayanışma araçlarına ulaşamayan birçok lubunya maalesef ki bu süreçlerden, belki de daha kötülerinden geçiyor. Bazıları aileleri tarafından cemaatlerin eline veriliyor, bazıları reddediliyor, bazıları eve hapsediliyor, bazıları psikolojik/fiziksel şiddete maruz bırakılıyor. Çocuklar üstünde tüm bu baskılar ve saldırılar sürerken iktidarın “AKP’li ailede LGBTİ+ olmaz” söylemini sanki kabul etmişiz gibi kimse bu çocuklara, insanlara ulaşmaya çalışmıyor ya da LGBTİ+ hareketinin sürekli olarak baskı altına alınması ve hareketin büyükşehirlerin sadece belli başlı yerlerinde gelişmek zorunda kalmasından dolayı ulaşılamıyor. Fakat bana bunlar bu konuyu en azından gündemimize almamamız için bahane olamaz gibi geliyor. Nefret mitinglerinin olduğu ve seçimden sonraki dönemde AKP’li ya da o çatı altında toplanan muhafazakar ailelerin LGBTİ+ çocuklarıyla nasıl dayanışma kurabilirizi konuşmak yerine ne olursa olsun nefret değil sevgi kazanacak gibi sloganvari söylemlerin bu çocukları görmezden gelinmesine sebep olduğunun farkına varılması gerekiyor. Çünkü bu “umut dolu” söylemler açıkçası hem kendim hem de ulaşılamayan ve yukarıda bahsettiğim sorunlarla tek başına mücadele etmek zorunda kalan AKP’li muhafazakar ailenin lubunya çocukları için bir anlam ifade etmiyor ve maalesef ki hareketin bu kitleden ne kadar uzak olduğunu da gösteriyor.
Arkadaşlarımızı ve haklarımızı birer birer kaybetmişken ve nefret dalgasına karşı bu söylemlerin içinde sıkışmak yerine karşılığı olan gerçekçi politikalar belirlemek ve buna göre hareket etmek daha doğru olacaktır. Hareket büyükşehirlerin belirli bölgelerinde sıkışıp AKP’nin egemen olduğu taşralara ulaşamazsa nefret kazanmaya devam edecek ve belki de bilmediğimiz, duymadığımız lubunyaların desteğimize ihtiyacı artacak.
Son tahlilde seçimden istediğimiz sonuç çıkmadı ama şunu hatırlamak lazım ki LGBTİ+ hareketi haklarını sandıkta değil direnerek aldı. Hem bunun farkına varmak hem de her şeye rağmen dayanışmamızla sokaklarda mücadele ettiğimizi gösterdiğimiz Onur Ayı’nın üstünden 2 ay geçmişken artık silkinip yeni dönemde iktidarın aracı haline gelen nefret siyasetine karşı neler yapılabilirizi, dayanışmayı nasıl kurabilirizi bir an önce konuşmak ve harekete geçmek gerek. Ama bunu yaparken birilerini geride bırakmak maalesef bize aynı sonuçları verecek. Bu nefret siyasetinin ortasında özellikle dokunamadığımız, dayanışma kuramadığımız görmezden gelinen AKP’li muhafazakar ailelerin lubunya çocuklarıyla temas kurmak LGBTİ+ hareketi için önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz “nefrete inat yaşasın hayat” diyorsak ve bir dönüşüm elde etmek istiyorsak mücadeleyi kimseyi geride bırakmadan sürdürmeliyiz.
AKP’li muhafazakar ailenin lubunya çocuğu olmak
