Yıllar önce, henüz üniversite öğrencisiyken bir eve davet edildim ve bütün hayatım değişti. Yok, korkmayın, bu tahmin ettiğiniz gibi bir değişim değildi neyse ki; aynı sofraya oturmak, aynı mutfaktan yemek yemek, aynı fincandan kahve falı yorumlamakla ilgili bir değişimdi daha ziyade. Bana ilk kez Türkiye’de kaç mutfak olduğunu, kaçımızın aynı mutfaktan yemek yediğini sorduran bir değişimdi.
Ben bu hikayede bir kadın gününe kadın statüsünden katılan bir erkek çocuğuyum. 22 yaşındayken, bir yandan üniversitede bitirme projemi çiziyor bir yanda da çalışıyordum. Kadınlık 19 yaşına dek barışabildiğim bir şey değildi pek. Bir kimlik olarak ancak 21 yaşında kabul edebilmiştim kadın olmayı. Kadın olarak doğduğumu ama yeterince de kadın olmadığımı biliyordum. Kadınlığın hep düşük, yetersiz bir şey olduğu sanrısını yeni aşmaya başladığım ama henüz ne olduğumla ilgili de zerre fikrim olmadığı yaşlar. Hoş hala bir fikrim olduğu da söylenemez. Herkesin kimin, hangi koşullarda, ne yaparak ve ne giyerek kadın olabileceğine ve hatta kimin olup kimin olamayacağına dair bu denli çok fikri varken, ortalıkta bu kadar çok yargı dolanırken, benim durumum daha ziyade tüm bunlara inat olsun diye kadın olmak belki de. Neyse, aklımda tüm bu düşünceler dönüp dururken iş için gittiğim Tarlabaşı’ndaki bir evde kendimi bir kadın gününün ortasında buldum.
Kadın günleri o zamanlar lanetli şeylerdi benim için. Annemin evde yalnız bırakamadığı için yanında sürüklediği, eve dönüş yolu boyunca yeterince şöyle veya böyle davranamadığım, yani yeterince “normal” ve herkes gibi olmadığım ve onu arkadaşlarına rezil ettiğim için azarladığı, uzun süre asla sebebini de anlayamadığım ama harika kısırlara ve hatta mercimek köftelerine rağmen Tezer Özlü’nün deyimiyle “müthiş bir iç sıkıntısıyla” ayrıldığım, o zamanki ben için korkunç yerlerdi.
Haliyle iş esnasında bir kadın(!) olarak bir kadın gününün içine düşmek hem tüm bu anılar hem de bir türlü zaten benimseyemediğim kadınlık hali yüzünden zordu. Üstüne bir de bir ton kadınla diyalog kurmak zorunda kalmak, sosyal becerilerden yoksun bir insan olduğum düşünüldüğünde, kabus gibiydi. Yok olmak istedim. Aklımın içinde hemen Radiohead çalmaya başladı ve ben nasıl tamamen yok olabileceğim hakkında hayaller kurmaya başladım.
Kaçak bir çatı katındaydık, Tarlabaşı’nın güzel bir köşesinde, 60’larda Trabzonlu bir ailenin (muhtemelen birilerinin malına çökerek) sahip olduğu harika bir tarihi binanın beşinci ya da altıncı katında. Evin girişi direkt salona açılıyordu. İş arkadaşım S. ile ölçü almak için girdiğimiz bir evdi sadece, aynı diğerleri gibi. İşimizi yapıp çıkacaktık. Ama içeride bir gün vardı. Bir ton kadın, ufacık salondaki iki pembe kanepeye sığışmış, bir yandan kahve içip bir yandan muhabbet ediyordu. Biz de gelen daveti -daha çok S.’nin kontrolsüz heyecanı ve aşırı sosyal kişiliği sebebiyle- ben tam da arkamı dönüp “neyse biz sonra geliriz” demek üzereyken kabul ettik. Daracık salona biz de sığıştık ve kahvelerimizi beklemeye başladık.
Ufacık salondaki mini mini kanepelerde nerden baksan on kişiydik: Ev sahibemiz Rumen bir kadın, elbette en alt katta oturan Kürt aileden anne ve kızları, bina sahibi Rizeli kadın ve torunları, ikinci kattan trans bir kadın. Tüm gözler hemen bize döndü tabii. Nerde okuyorduk, ne iş yapıyorduk, bu ölçüleri niye alıyorduk, mahalleye ne yapılacaktı? S. neşeli neşeli soruları cevaplıyor, ben de bir yandan gerginliğimi gidermek için bir şeylerle oynuyordum. Ev sahibimiz kahvelerle içeri girince bu kısa sorgulamadan da sıyrılmış olduk. Hep beraber Romanya’dan gelen likörlü çikolatalardan hangisinin kahveyle en iyi gideceğine dair hummalı bir tartışmaya girdik. Oysa hiçbirimizin, birkaç uzak Almancı akrabamızdan öğrendiklerimizin dışında konuya dair herhangi bir fikri yoktu. Haliyle bu hummalı tartışmayı sonuçlandırmadan çikolataları yiyip kahveleri içtikten sonra fallar bakıldı, neyse hallerimiz belki de öyle çıktı fallarımız. Ancak uzun bir süre sonra S. ile buraya esas geliş sebebimizi hatırlayıp evin ölçülerini almayı akıl ettik, kadınlarla kucaklaştık, ölçüleri aldık ve ofise döndük.
Şimdi ne zaman birisi Altılı Masa dese aklıma o evde dip dibe oturduğumuz üçlü koltuk geliyor. Minik bir çekyat. Orta sehpa. Diyorlar ya hani “toplum buna hazır değil”, hani diyorlar ya “ama onlar kadın değil” veya diyorlar ya “aynı masada oturamayız, halkımız buna hazır değil”. Madem masada oturamıyoruz hep beraber, o zaman acaba koltuğa mı geçsek? Çünkü biz Karadenizlisi, seks işçisi, Kürdü, Rumeni, trans kadını aynı koltukta çok da güzel oturduk, oturmakla da kalmayıp birbirimize kendimiz olmak için alan açtık. Onların her türlü önyargıya rağmen kendileri olarak, teklifsizce bir araya gelebilmesi beni bile rahatlattı, en sonunda ellerimle oynamayı bırakıp kadınlara fal bakmaya başladım.
Belki de zaten sorun masa da masa diye diretmemizdedir. Belki de kanepeye sığışıp, likörlü Rumen çikolatası yerken bir yandan da Türkiye kahvesi içmemiz lazım. Kim bilir? Belki yıllardır sokakta, daracık salonlarda, bakkallarda, marketlerde, çarşıda, pazarda ve gündelik hayatın başka başka bir sürü anında kadınların ve lubunyaların yan yana geldiği gibi yan yana geldiği, gelirken de birbirlerini olduğu gibi görüp kabul ettiği gibi birbirimizi görmemiz lazım. Belki işte o zaman “hazır olmayan haklımız” dedikleri bu erkek düzen de bize benzemeye, bizimle dönüşmeye, sonunda bize ayak uydurmaya başlar.

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS”.