Neden stand-up’çı erkeklere gülemiyorum?

Sahnede bir erkek karşımda belirdi. Birkaç cümlede peş peşe ‘amına koyayım’ dedi. Şaşırmadım elbette ama hoşlanmadım da. Yüzüm buruştu. ‘Sen de her şeye alınıyorsun canım’ gibi bir imayla sahneden laf attı ve bana RTÜK yakıştırması yaptı. Moralimi bozmamaya çalıştım. Onun ardından ikinci bir erkek geldi; söylediği bazı şeyleri zekice buldum, kıkırdamaya başladım. Sonra yeniden ama koyma sağanağı başladı. Tadım kaçtı ama bir önceki erkekte olduğu kadar da buruşmadı yüzüm. Bir saniyeden çok daha kısa süren bir sessizlik oldu. Sessizliğe dayanamayan ikinci erkek bir anda beni kast ederek ‘RTÜK burada!’ dedi. Ardından üçüncü erkek geldi, peşi sıra dördüncü erkek. Dördüncüsü, saç ektirmeye gelen Arapların varlığını hatırlatarak söze başladı. Bu sıradan gerçekliğin neden komik olması gerektiğini anlamadım. Beşinci erkek seyirciye cansız oldukları için kızdı. Etkileşim beklediğini söyledi, acaba şakaları anlamıyor muyuz diye sorguladı. Beğenmediğimizi değil, anlamadığımızı düşündü. O kadar kızgındı ki, onu eylemem gerektiğini hissettim. Bir sorusuna gülümseyerek cevap verdim, ki gerçekten, gülümsemesi çok zor ve zoraki anlardı bunlar. Altıncı erkek geldi. Bu arada, bir erkekten öbürüne geçişte, hep ilk erkek geri döndü. Çok kötü şeyler söyledi. Utancımdan yerin dibine girdim. Altıncı erkek diğerlerinden aman aman farklı değildi ama herkesten daha genç olduğu için belki dedim, belki değişir zamanla. Yedinci erkek biraz umut vaat ediyordu, ama o da sonlara doğru olur olmaz laflar etmekten geri durmadı. Sonra sekizinci erkek geldi, son olarak da dokuzuncu. Koydular, soktular, siktiler, güldüler… ama güldürmediler. Hem de hiç! Bu kabusa yakın tasvir, maalesef gülmek ve iyi vakit geçirmek için gittiğim bir stand-up gecesinde sahneye birbirinin ardı sıra çıkan dokuz erkeğin bana yaşattıklarından bir kesitti. Ve inanın ki yaşaması okumaktan çok daha zordu. 

***

İnsanları neyin güldürdüğü oldum olası merakımı cezbediyor. Neden gülüyoruz? Ne düşünüyoruz da bazen nefesimiz kesilene, dizlerimize vura vura, yerlere düşene dek kahkaha atıyoruz? Ne oluyor da bazen çıt bile çıkarmamamız gereken ortamlarda, gözlerimizden yaş gelene, gırtlağımız patlayana kadar kaptırıyoruz kendimizi gülmeye? Mizahı anlamaya çalışan teoriler, bu sorular için kabaca üç cevabın olduğunu, yani mizahın üç türe ayrıldığını söylüyor: Birincisi, kendimizi bir başkası karşısında üstün hissettiğimizde, yani ötekini aşağıladığımızda gülüyoruz. İkincisinde, tabu sayılan, üzerine rahatça konuşmadığımız meseleler mevzubahis olduğunda, gerginliğimizi atabildiğimiz ve rahatladığımız için gülüyoruz. Üçüncüsünde ise ‘ne alaka’ dediğimiz, şaşırdığımız şeyleri komik buluyoruz. Elbette bu üç mizah türünü birbirinden keskin çizgilerle ayırmamız mümkün değil. Kimi zaman, hepsi aynı anda da var olabilir, ya da bu teorilerin ortaya koyduğundan daha farklı sebeplerle de gülebiliriz. Mizahı anlamaya çalışan ve neden güldüğümüz sorusuna kabaca üç farklı yanıt veren teoriler bize ışık tutuyor tutmasına, ancak gülmenin formülü bu kadar basit değil. Zaten niyetim, teorilerin isabetliliğini tartışmak da değil. Daha ziyade, onları aklımın bir köşesinde tutarak, bittiğinde koşarak eve gidip duş alacak kadar kendimi kirlenmiş hissettiğim erkeklerle dolu stand-up gecesinin neden beni bu kadar yaraladığını anlamak.

Erkeklere neden gülemiyorum?

Aslında sadece bir cumartesi gecesi, arkadaşlarımla iyi vakit geçirmek istemiştim. Tuz Biber Stand-up’ın “Ayaktayız” isimli programına bilet aldık. Konsept şuydu: Stand-up biraz daha geç saatte, 23.00’te başlayacak, ki tabii ki bunun doğruluğuna inanmak benim naifliğimdi ama konumuz hizmet sektörünün dakikliğe düşmanlığı değil, ve kimlerin sahnede olacağını o akşam öğrenecektik. Sevdiğim, keyif aldığım, belki daha önce ismini bile duymadığım yeni komedyenlerle tanışırım sanmıştım. Kadıköy’de metrekare başına düşen stand-up’çı sayısından haberdar değilim doğrusu, çok fazla sayıda stand-up’çıyı da tanıdığım söylenemez. Ama izlediğim ve güldüğüm, ya da şerhlerim olsa da yüzümde gülümsemeyle ayrıldığım şovlar olmuştu. Yakından takip ettiğim Özge Özel’i izlerken çok keyif almıştım mesela, onun açılışını yapan ve tek kelimeyle harika olduğunu düşündüğüm Dilara Erdemir’e çatlayana kadar gülmüştüm. Seda Yüz’ün karizmasından gözün gözü görmediği bir akşamın ardından Pınar Fidan ile yaptıkları Pes Podcast’in tutkun olmuş, son dönemlerde Tutkum Boğuşmak personasını sık sık Youtube’dan izlediğim Utku Ergin’le de epey eğlenmiştim. Umarsızlık komedisini tekeline alan Deniz Göktaş’ın ve onun açılışını yapan, gerçekten çok tatlı bir insan olduğunu düşündüğüm Ali Fuat’ın şakalarına kimi şerhlerim olmuştu, ama gayet iyi vakit geçirmiştim. Ölü Yatırım podcast’ten tanıyıp şakalarına merakla koştuğum Leyla Ezgi Dinç’e ve bir ay içinde ikinci kez izleyeceğim Nebiye Arı’ya da katılarak gülmüştüm.

Bu listeyi neden veriyorum derseniz, “RTÜK ilan edildiğim” stand-up gecesinde sahneye çıkan erkekler tarafından iddia edilenin aksine, stand-up’a ve mizaha düşman değilim. Aksine, sevdiğim, ilgi duyduğum ve üzerine parasını verip izlediğim bir şey stand-up. Zaten gülmek istemesem, orada işim ne? Ama olmadı, dokuz erkeğin peş peşe çıktığı stand-up gecesi benim için kabusa dönüştü.

Neden stand-up gecesinde RTÜK ilan edildim? 

Her şeyden evvel, kimin sahne alacağını bilmediğimiz bir gecenin erkek ağırlıklı olabileceğini öngörüyordum tabii ki, bu topraklarda yaşayıp bu denli saf olmak mümkün değil çünkü. Ama gerçekten, samimiyetle ve içtenlikle, sahne alacak cis erkek sayısının DOKUZ, kadın ve non-binary sayısının SIFIR olacağını düşünmemiştim. Bu mizah karnesinin meali şuydu: ‘Artık yolda gördüğümüze kadın ya da erkek diyemiyoruz, ne diyeceğiz?’ sorusunun komik olduğunu düşünen komedyen erkeğin sözleriyle başladı akşamımız. İkili cinsiyet sisteminin her an, herkesten cinsiyete uygun performanslar beklediği, bu performanslardan beklentinin muğlak olduğu ve beklentilere uymayanların öcü ilan edildiği bir düzende, “ben kadın ya da erkek değilim, non-binary’im” diyenlerin hayatlarında yaşadıkları, yaşamak zorunda kaldıklarını düşünme zahmetine bile girmemişti birinci komedyen erkek. Aksine, kadın ya da erkek dememek kadar basit bir zahmeti kendisine saldırı olarak görmüş, ve dahası bu saldırının komik olacağını düşünmüştü. Oldu mu? Olmadı. Mimiğimin bir zerresi bile oynamadı, gülmedim. Ama beni şaşırtan bu değildi, salondaki neredeyse hiç kimse bu şakaya gülmedi. Zayıf kıkırdamalar bile duyulmadı. Bu şakayı üreten zihin, bir gram bile takdir almadı. Komedyen erkek terledi, kıvrandı, güldürmek için kendisini hafiften acındırmaya başladı. Bu zor anlarda pek çok meslektaşının yapacağı gibi, pek tabii olarak, seyirciye sarılmak istedi. Yanımda oturan arkadaşıma nerede oturuyorsun diye sordu, Beyoğlu cevabını aldı, ‘Arap var mı çok orada?’ dedi, arkadaşım gülerek ‘Ooo, ırkçılık başladı’ dedi. Gecenin açılışını ve sunuculuğunu yapan komedyen kızmaya başladı, bunun neresi ırkçılık dedi. Irkçı olmadığını haykırdı. Gecenin ilerleyen dakikalarında Kürt olmaya dair öylesine korkunç ve tekrar hatırlamanın bile bana acı verdiği şeyler söyledi ki, emin olmak için hiç ihtiyacımız olmayan bir kesinlik kazandı ırkçılığı. Sonra non-binary’leri alenen aşağıladığı için kafamı sallayan beni görüp, ‘Oooo, siz de hiçbir şeyi onaylamıyorsunuz, RTÜK de burada’ dedi. İşte böylece, bir erkeğin şakasına gülmediğim kısacık bir anda, aniden RTÜK oluverdim.

Sırça köşklerindeki bitmeyen erkeklik krizi 

O elim gece peş peşe izlediğim erkek stand-up’çıların her biri elini vicdanına koysa, eminim hepimiz aynı sonuca varırız. Ben RTÜK değildim, gülmek üzere gittiği stand-up sahnesinde fütursuzca kimliği aşağılanan, haklarıyla dalga geçilen biriydim. Herkes rahatça tecavüzü çağrıştıran küfürler ederken, daha doğrusu bu küfürleri virgül gibi kullanırken, sarf ettikleri kelimelerin işaret ettiği bir queer bir kadındım. Erkek komedyenlerin “tadını kaçırdım”, çünkü şakalarında un ufak ettikleri, varoluşlarının üzerinde tepindikleri herkesin bir tezahürü olarak en önde, tam karşılarındaydım. Orada olmam beklenmiyordu ve istenmiyordu; şakalar da benim için değil, beni aşağılayanlar için yazılmıştı. Çünkü erkekliğin kendisine hak gördüğü üstünlük, yıllardır insanları güldüren en temel formüllerden biriydi. Fakat ilginçtir ki, bu formül tutmadı. Beni bu yazıyı yazmaya iten tam da buydu. 

Komedyen erkekler, LGBTİ+ların, Kürtlerin, Arapların, Alevilerin, veganların, açık ilişki yaşayanların, tacize karşı çıkanların, cinsiyetçi bir dil kullanmama çağrısı yapanların, erkekliğin lehine kurulu düzeni değiştirmeye çalışanların salonda olacaklarını hesap etmemiş ya da hesap etme zahmetine bile girmemişti. Hani masadan kalkar kalkmaz arkandan konuşulacağını anlar ya insan bazen, o gece de bunları hissettim. Ben bu salonda olmasaydım, sahnedeki komedyen daha mı rahat ama koyacaktı? Ben ya da benim gibilerin koltukları boş kalsaydı, kahkahalar çoğalacak mıydı? Sanırım hayır, çünkü akşam boyu kahkahalar zaten epey eksikti. Zaten adım gibi eminim ki, sahnede varlığı alay vesilesi olan pek çok kimse de o salondaydı. Hatta kendisine sataşmak için sahnedeki komedyenin “Hanımefendi uyuyor musunuz?” dediği kadının “Evet biraz uykum geldi” diye cevap vermesi benim için gecenin en keyifli anıydı sanırım. 

İnkar etmesi daha kolay olabilir ama bu, hakikatin idrakını ertelemekten başka bir işe yaramıyor: Düzeniniz sona ermek üzere erkekler. Artık erkekliğin kendisine bahşettiği üstünlüğe gülmüyoruz. Büyürken büyük bir hayranlıkla okuduğumuz karikatür dergilerinde kol gezen tecavüz mizahının ayırdına vardık. İkonlarımızla yüzleşip, onlarla vedalaştık. Yahu biz bu alemin en komik adamlarını bir akşam güneşinde iki bira ile tarihe gömdük, bize kolay kolay bir şey olabilir mi? Artık dünya sizin için dönmüyor. Sadece siz var olasınız ve rahatınız bozulmasın diye kimse sizi alttan almıyor. Yaşadığınız erkeklik krizi gelip geçici değil, kalıcı. Ve eğer şakalarınıza gülünsün istiyorsanız, sırça köşkünüze veda etme vakti geldi.

İllüstrasyon: Zohar Lazar

Author