Faşizan iktidarlar toplumsal öngörü ve sosyoloji yoksunudurlar. Eşyanın tabiatı gereği böyledir bu. Çünkü faşizm fıtratı gereği halk düşmanıdır, anti-sosyaldir. Mevcut iktidar da öyle şüphesiz ve bu niteliği onun sonunu getirdi. Kişilerin hakkını-hukukunu, halkların onurunu pervasızca çiğnemeyi alışkanlık haline getirirseniz hayat eninde sonunda alır sizden rövanşını işte. Bunu asla görmek istemediler ve görmek istemiyorlar. Asla hak etmedikleri ve aslında gasp ettikleri güç ve ayrıcalıkların onları kesinlikle koruyamayacağı bir sona gelindi nihayet. Tiksindikleri, her fırsatta aşağıladıkları kadınlar, Kürtler ve LGBTİ+’lar getirecek sonlarını. Bunu göreceğiz.
Açık konuşayım, 7 Haziran 2015 seçimlerine değin ben reel siyasetle çok da fazla ilgilenmezdim. Çünkü parti profesyonellerini yaşamdan kopuk ve kibirli bulurdum. Nihayet Gezi’den sonra sosyal hareketlerin, sivil toplumun önemini anladılar, praksisin içinden gelen insanlara biraz olsun kulak kabartmaya başladılar. Ancak çok geç kalındı tabii.
2015 yılının Haziran ayında HDP mitinginde patlayan o bomba bu tavrımda keskin bir değişikliğe neden oldu. Hem barajın da yıkılması gerekiyordu zaten. HDP üyesi olmadım ancak seçmeni ve sempatizanı oldum.
Reel siyasete soğuk ve mesafeli durmamın bir diğer sebebi de temel hakların vaat ve pazarlık konusu yapılmasıydı. Türkiye’de insanlar ancak yandaşı oldukları parti kazanırsa canlarından, mallarından, haklarından, yarınlarından endişe duymayacakları bir konuma gelebileceklerini düşünüyorlar. Çok çok çok umut kırıcı, çok acıklı bir şey bu. Bunu kitlelerin menfaatperestliğiyle açıklayamayız elbet. Devlet ve mevcut siyasal iradeler onları bu hale getirdi. Dahası Türkiye gibi sömürge ülkelerinde reel siyaset devlet kapısı önündeki kısır çekişmelerle, statü ve rant paylaşımıyla karakterize oluyor maalesef. Bolca yalan ve entrikanın döndüğü bu oyunda kazanan karşı tarafın payı da dahil olmak üzere her şeyi kazanıyor, kaybeden ise onuru, şerefi de dahil olmak üzere her şeyini yitiriyor. Altını çizmek istediğim ilk husus bu. 15 Mayıs sabahı yeni bir ülkeye uyanacağımız söyleniyor. Madem ki ümitvar bir döneme girildi benim de şunu söylememe izin verin: Ben artık işimle, ekmeğimle, canımla, haklarımla, onurumla sınanmadığım bir ülke istiyorum. Temel haklarımdan emin olmak istiyorum!
Evet temelimiz çok çürük ve zayıf. Başka bir temel eksiklik de GÜVEN. Dahası bu noksanlıkları, ne hale geldiğimizi / getirildiğimizi görmüyoruz ya da görmezden geliyoruz. Sosyal bilimler literatüründe “güven sermayesi” olarak tarif edilen mefhum Türkiye’de çok çok zayıf. Güven sermayesi derken ortaklaşma kapasitesi, beraber çalışma alışkanlığı, bir masa etrafında toplanıp karar alabilme becerisi, ilkeye bağlılık, gündem oluşturma becerisi, ekip ruhuyla amaca yönelme becerisi gibi yetkinliklerden bahsediyorum. Tam tersine nerede göz çıkaran, güvenilmez bir sosyopat lider var el üstünde tutuluyor. Türkiye sosyopat, yırtıcı lider figürlerini akredite ediyor. Siyasette, iş yaşamında, toplumsal yaşamda, kısaca hayatın her alanında durum böyle. Bu, on yıllar süren sağ iktidarların yarattığı patolojilerle ilişkili olduğu kadar, zamanın ruhuyla da ilişkili şüphesiz. En bilindik en alelade şeyleri tekrar ederek bilmişlik taslamak istemem ancak şunun altını çizmek istiyorum: güven olmadan hakikaten hiçbir şey olmuyor. Asalaklar gibi aynı noktanın etrafında dönüp duruyor, birbirimizi yiyoruz; en büyük, en derin sefaleti yaşıyoruz. Sosyopat ve çürük liderlerden artık yüz çevirmeli, hayatın her alanında güveni yeniden tesis etmenin bir yolunu bulmalıyız.
Bunun dışında restorasyon döneminde hukuka geri dönüleceği söyleniyor. LGBTİ+’ların, Sol’un, sosyal mücadele içinde olanların dört gözle beklediği değişiklerden biri de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere, imzacı olunan tüm uluslararası sözleşmelere riayet edilmesi. Örneğin Vicdani Red konusunda 2011’e değin olumlu bir değişim-dönüşüm vardı. Ancak sonrasında AKP’nin giderek çirkin yüzünü göstermeye başlaması neticesinde bu konuda başa dönüldü. Sadece Vicdani Red konusu değil, hemen her kritik konuda denetim mekanizmalarını işletme noktasındaki gücümüz belirleyici olacak artık. Sivil toplumun, toplumsal hareketlerin yeniden itibar, yetki ve söz hakkı bulacağı, göreve çağrılacağı yeni bir dönemin arifesindeyiz. Maalesef eve dönmemiz, dinlenmemiz mümkün olmayacak bu yeni dönemde de. Dolayısıyla da kolları sıvamalı ve uyanık olmalıyız.
Sözünü etmeden geçemeyeceğim bir başka husus da DENETİM.
Hepimiz hayatımızın her alanında, her adımda çeşitli başarı/başarısızlık kıstaslarına, denetimlere tabiyiz. Bunlara uymadığımız durumda da her türden yaptırıma uğrayabiliyoruz. Peki, kurumlar ve en önemlisi de siyasal kurumlar neden bundan muaf? Çünkü Kızılay örneğinde gördüğümüz gibi sadece kurumların işleyebileceği suçlar var, yine bu suçlardan nemalanan binlerce yolsuz var! Bu anlamda her kurumun nesnel kıstasların belirleyici olduğu, bağımsız kurumlarca işletilen denetim süreçlerine tabi olması gerekiyor. Sosyal / sendikal haklar, tüketici mevzuatına uygunluk, toplumsal cinsiyet, şeffaflık, hesap verebilirlik ölçekleri gibi kriterlerden bahsediyorum. Örneğin her sene, her partinin tüm bu kriterlere göre almış olduğu puanlar, genel sıralamadaki yeri kamuoyuyla paylaşılsa şahane olmaz mı? Bu hem yöneticilere çeki düzen getirir (çünkü şeytan azapta gerek!) hem de seçmenlerin daha sağlıklı kararlar almalarını sağlar.
Bir de Saray’ın ne olacağı meselesi var tabii. Saray; STK, sendika ve meslek odalarının her birine birer ofisin tahsis edildiği devasa bir ‘Sivil Toplum Yerleşkesi’ne dönüştürülemez mi? Bu kapsamda kent konseylerinin ülke ölçeğindeki muadili olan Ekonomik Sosyal Konsey’in toplantıları da yine burada yapılabilir örneğin. İsrafın, saltanatın ve tiranlığın simgesi konumunda olan bu yapı böylelikle halkın devlet üstündeki GÖZ’üne dönüşmüş olur. Nasıl sizce?
İstanbul sözleşmesi ve 6284 konusunda AKP içinde dahi çatlak seslerin çıkması Türkiye’de toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ciddi bir krizin eşiğinde olduğunu gösteriyor. Kadın+’lar ne olursa olsun kazanımlarını kaybetmek istemiyorlar, en azından İstanbul Sözleşmesi hususunda millet ittifakının kimi sağ unsurları içinde dahi belli bir mutabakat var. Cumhur ittifakında en yetkin temsilini bulan erkek iktidarı ise yerleşik ayrıcalıklarını kaybetmek istemediğinden en reaksiyoner tutumla dizginlere var gücüyle asılıyor, bu kapsamda Hüda Par, Y. Refah Partisi gibi en arkaik unsurları dahi yardıma çağırmaktan çekinmiyor.
Toplumsal cinsiyet ilişkileri toplumsal yaşamın en sıkı dokunmuş, en direngen öğelerinden biridir. Ancak bu alanda bir kez kriz olasılığı belirdi mi bu kriz çoğunlukla -devrim desek fazla olur ancak- ciddi bir toplumsal dönüşümle sonuçlanır. Üstelik bu, büyük resmin yalnızca bizim cephemizden görünen yüzü… Tüm dünyada ezilenlerin tarih sahnesine çağrıldığı yeni bir aralıkta olduğumuz rahatlıkla söylenebilir. Dalgalarda sörf yapmak gibisi yok tadını çıkaralım elbet ancak uyanık da olmalıyız, çünkü başarısız devrimler en koyu, en karanlık karşı-devrimleri çağırırlar.
Görsel: “Thinking Black Woman”, Jessica Walker

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS”.