Türkiye eskilerin o meşhur deyimiyle seçim sath-ı mailine girmiş bulunuyor. Aslında seçim meselesi uzun süredir gündemden hemen hemen hiç düşmedi. 2021 ve 2022 yılları muhalefetin erken seçim çağrılarına karşı iktidarın seçimlerin zamanında yapılacağına dair verdiği yanıtlar etrafında dönen polemiklerle geçti denilebilir. Nihayet AKP-MHP iktidarı seçimleri normal zamanından bir ay öncesine çekerek 14 Mayıs tarihinde karar kıldı. Söz konusu tarihin belirlenmesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın mevcut anayasaya göre üçüncü kez cumhurbaşkanı adayı olabilmesiyle ilgili itirazların önüne geçilemese de hukuki-teknik “pürüz”lerin görünüşte giderilmesi kaygısı olduğu kadar AKP’nin her fırsatta mirasçısı olduğunu söylediği Demokrat Parti’yi iktidara taşıyan 14 Mayıs 1950 seçimlerindekine benzer bir zafer kazanma arzusu yatıyor. Bu bakımdan Türk Sağı açısından simgesel önemi haiz 14 Mayıs’ta toplumsal hafızaya seslenerek “CHP zihniyeti”ne karşı milliyetçi-muhafazakâr seçmeni tahkim edip Cumhur İttifakı’nda birleştirme amacı güdülüyor. Nitekim Cumhur İttifakı’nın taze ortaklarından Yeniden Refah Partisi lideri Fatih Erbakan; “Ülkemizin 60-70 yıl sonra yeniden CHP zihniyetine teslim edilmesine vesile oldunuz suçlamasıyla muhatap olmak istemedik” derken içinde bulunduğu ittifakın tarihsel ve simgesel referanslarına bir kez daha vurgu yapmış oluyor.
“Yeni muhafazakâr Türkiye” nin düşman ötekisi olarak LGBTİ+’lar
14 Mayıs 2023’te yapılacak seçim yakın tarihimizin en kritik seçimlerinden biri olma özelliğine sahip. İlk bakışta klişe bir ifade gibi görülebilir. Zira bugüne kadar gerçekleştirilen pek çok seçimde seçimlerin ne kadar kritik olduğuna dair analizler yapılmıştır. Ancak AKP-MHP bloğunun ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmayı sürdürmek ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altındaki otoriter-faşizan rejimin kurumsallaşmasını tamamlamak adına seçimleri adeta “ölüm-kalım” savaşına döndürdüğü göz önüne bulundurulursa bu seçim daha öncekilere nazaran hakikaten kritik mahiyettedir. Üstelik Yeniden Refah Partisi ve Hizbullah ile iltisakı açık olan Hüda-Par’ın Cumhur İttifakı’na katılmasıyla aşırı sağ bir blok vücut bulmuştur. Selahattin Demirtaş’ın yerinde benzetmesiyle karşımızda duran bir tür “Taliban İttifakı”dır. Bu ittifakın seçimleri kazanması durumunda geride kalan özgürlük kırıntılarının da ortadan kaldırılması ihtimalinin sadece bir felaket senaryosundan ibaret olduğu herhalde iddia edilemez. 100. yılı idrak edilen Cumhuriyet’in tarihinde Türkiye’nin burjuva-liberal demokrasinin sınırlarına ne ölçüde yaklaşıldığı yahut asgari bir demokrasinin ne zaman tesis edilebildiği elbette sorgulanabilir. Ancak 14 Mayıs’taki seçimlerin Cumhur İttifakı’nın toplumu baştan aşağı milliyetçi-muhafazakâr-İslami değerlerle teçhiz etmeye dönük otoriter devlet ve toplum projesinin hayata geçirilmesinde yeni bir aşama, rejimin kalıcılaşması açısından önemli bir eşik olarak okumak gerekir.
Söz konusu toplum projesinin en önemli sacayağını ise ailenin korunması adına kadınların yıllardır elde etmiş olduğu kazanımların gasp edilmesi ve LGBTİ+’ların düşmanlaştırılması oluşturuyor. Aslında 2010’lar siyasal düzlemde AKP’nin İslami-muhafazakâr-otoriter rejim inşasının derinleştiği yıllardır. Buna paralel olarak AKP iktidarının “güçlü aile-güçlü toplum” mottosunda kristalize olan, toplumsal cinsiyet eşitliğini reddeden aile merkezli toplum tahayyülü çerçevesindeki söylemi iyice belirginleşmiş ve bununla özdeş politikalar hayata geçirilmeye başlanmıştır. 2010’lu yılların aynı zamanda Dünya ölçeğinde otoriter sağ popülizm / yeni faşizmlerin ve toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin (anti-gender movements) de yükselişe geçtiği bir dönemin başlangıcı olduğunu, AKP’nin küresel sağın LGBTİ+ karşıtı gündemi ile de eklemlendiğini göz ardı etmemek gerekir. Bu doğrultuda AKP iktidarının LGBTİ+’lara yönelik görmezden gelme siyasetinin yavaş yavaş açık düşmanlığa dönüştüğünün altını çizmek gerekir. Özellikle Kürt sorununda müzakere sürecinin bitirildiği, akabinde 15 Temmuz darbe girişiminin yaşandığı 2015-16 dönemecinden itibaren LGBTİ+’ların seslerini duyurabilecekleri zeminlerin gittikçe daraltıldığına, başta İstanbul olmak üzere farklı şehirlerde gerçekleştirilen LGBTİ+ Onur Yürüyüşleri’ne izin verilmediğine, LGBTİ+ örgütlerince düzenlenecek kamusal etkinliklere yönelik yasakların devreye sokulduğuna ve bütün bu süreç boyunca gerek iktidar yanlısı medya organları tarafından gerek yetkililer tarafından dozu ve sıklığı artan biçimde “sapkınlık” söylemi etrafında hedef tahtasına oturtulduğuna tanık olduk. 2021 yılına gelindiğinde Türkiye AKP iktidarında 2011’de ilk imzacısı olduğu, kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden yine AKP iktidarı döneminde geri çekildi. Türkiye’nin “toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan kesimler tarafından manipüle edildiği” iddiası, Sözleşme’den geri çekilmenin en önemli meşrulaştırıcı gerekçesi olarak sunuldu. Ana muhalefet liderinin Ekim ayı başlarında “başörtüsüne yasal güvence” çıkışı yaklaşan seçimler dolayısıyla iktidar tarafından muhalefetin kalesine gollük pas şeklinde değerlendirilip kutuplaştırma siyasetinin aracı olarak anayasa değişikliği gündeme getirildi ve ailenin korunması bahanesiyle LGBTİ+’lara yönelik yeni bir saldırı dalgası başlatıldı. Hemen hemen aynı zamanlarda Büyük Aile Yürüyüşleri adı altında iktidar tarafından desteklenen nefret yürüyüşleri organize edildi. 6 Şubat’ta 11 ili etkileyen ve AKP-MHP iktidarının iflâsını gözler önüne seren büyük deprem felaketi dolayısıyla anayasa değişikliği şimdilik rafa kalkmış olsa da 14 Mayıs seçiminde Cumhur İttifakı’nın galebe çalması halinde en kısa zamanda kadın ve LGBTİ+ düşmanı anayasal ve yasal düzenlemelerin gündeme getirileceği konusunda görünen köy kılavuz istemiyor. Nitekim Yeniden Refah Partisi ve Hüda-Par’ın İstanbul Sözleşmesi’nin uzantısı olarak addettikleri 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un ortadan kaldırılması, zinanın yeniden suç sayılması, LGBTİ+ örgütlerinin kapatılması, ahlâk ve maneviyat öncelikli eğitim adı altında eğitimin dinselleştirilmesi yönünde Cumhur İttifakı’na katılım şartı olarak öne sürdüğü talepler iktidar tarafından büyük ölçüde kabul gördü. Cumhur İttifakı’nın bileşenlerinin esasen çok partili siyasal hayata geçilen 1940’lı yılların ikinci yarısında şekillenmiş bir zihniyet dünyasından beslendiği, benzer kültürel kodlara sahip olduğu düşünülürse bu taleplerin kabul edilmesini salt seçim kazanmaya yönelik hamleler olarak görmek yetersiz bir tahlil olacaktır. Bir uçta ayrıksı olarak Türk milliyetçisi MHP, diğer uçta Kürdî kimliği dolayısıyla HÜDA-PAR ayrıksı dursa bile AKP ve Yeniden Refah’ın Milli Görüş çizgisinden geldiğini, hemen hepsinin ise aralarında nüanslar olmakla birlikte otoriter-muhafazakâr toplum tasavvurunda birleştiğini unutmamak gerekir. Tam da bu noktada henüz iktidar koltuğuna oturmadan önce 2002’de bir televizyonda LGBTİ+’lara yönelik kendisine yöneltilen soruya vermiş olduğu “eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart” ifadesinin bağlamsal olarak okunması gereken, pragmatik bir siyaset stratejisinin taktiksel bir parçası olduğu kanaatindeyim. Elbette LGBTİ+ örgütlerinin yasal statüye AKP devrinde kavuştuğunu, Onur Yürüyüşleri’nin kitlesel olarak bu dönemde yapılmaya başlandığını, daha geniş bir düzlemde AKP’nin 21 yıllık iktidar serüveninde kimi demokratik açılımların yapıldığını, politik kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığını göz ardı etmiyorum. Ancak AKP’nin 2010-2011’lere kadarki iktidarını liberal-muhafazakâr ya da muhafazakâr-demokrat olarak dönemleştiren, sonrasında birden bire ve her nasılsa otoriterleşme yoluna saptığını iddia eden ve hayli yaygın kabul gören tezlerin AKP’yi anlamak açısından eksik kalacağını düşünüyorum. Böylesi bir analizin AKP’nin 2011’e bütün iktidar aparatlarına hâkim olamamış, dolayısıyla henüz devletleşmemiş bir parti olduğu gerçeğini es geçtiğini; AKP’nin çelik çekirdeğinin otoriter İslamcı karakterini, zamanı geldiğinde tüm çıplaklığıyla açığa çıkan otoriterleşme temayüllerini ve Muhafazakâr Yeni Türkiye inşa etme arzusunu gözden kaçırdığını kanısındayım.
LGBTİ+ meselesinde muhalefetin hal-i pür melâli
Muhalefet cephesinin LGBTİ+’lar mevzuundaki hal-i pür melâline gelince; gerek Millet İttifakı’nda vücut bulan ana gayesi parlamenter sisteme dönmek olan restorasyoncu siyasetin gerek demokratik yeni yaşamı inşa etme iddiasındaki ana aksını HDP / Yeşil Sol Parti’nin oluşturduğu Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, LGBTİ+ların iktidar bloğunun ihdas etmeye çalıştığı toplumsal cinsiyet rejiminde kurucu bir düşman öteki figürüne dönüştürüldüğünü görmek ve anlamlandırmak bakımından bir hayli yetersiz kaldığını söylemek mümkün. Millet İttifakı bünyesindeki partilerden CHP ve Deva Partisi’nin LGBTİ+’lara yaklaşımı, kimsenin hayat tarzına müdahale etmeme şeklinde negatif bir özgürlük kavrayışına tekabül etmekten öteye geçmiş değil. LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılığın ortadan kaldırılması yönünde pozitif eylemde bulunma, LGBTİ+’ların eşit yurttaşlık ve tanınma taleplerini kabule dair bir perspektiften mahrum. Diğer yandan Millet İttifakı’nın diğer bileşenleri Saadet Partisi ve Gelecek Partisi’nin LGBTİ+’lara bakışının Cumhur İttifakı partilerinden çok da uzak olmadığının altını çizmek gerekiyor. O nedenle 30 Ocak’ta açıkladıkları iktidara gelmeleri halinde adım atacakları başlıkları içeren “Ortak Politikalar Mutabakat Metni”nde LGBTİ+’lar hakkında tek kelam edilmemiş olmasına fazla şaşırmamak gerek. Daha çok yakın zamanda kendisine “bilge lider” yakıştırması yapılan Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun “Aile mefhumunun dejenere edilmesine rıza gösteremeyiz. İki tane erkek, iki tane kadın bir araya gelmiş biz de aileyiz diyorlar, hadi oradan nereden çıkardın böyle saçmalığı” ifadelerinde görüleceği üzere aile ve LGBTİ+’lar bahsinde AKP ile aynı reflekslere sahip olduğunu atlamayalım.
Seçime Emek ve Özgürlük İttifakı olarak giren sol-demokratik muhalefet bloğunun en azından söylemsel düzeyde Millet İttifakı’ndan daha ileride olduğu tespiti yapılabilir. Ancak bu blok, LGBTİ+ meselesini topyekûn özgürleşmeyi sağlayacak ana toplumsal çelişkilerden biri olarak görmemekle malûl. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yükselişteki sağ popülizm/yeni faşizm dalgasının LGBTİ+’lar üzerinden bir nev’i öjenik-ırkçı şiddet rejimi kurmaya çalıştığını, ayrıca bu meselenin bir siyasal iktisadı olduğunu, kültür savaşlarının elverişli bir aparatı haline getirildiğini, hatta üstü örtülü olsa da uluslararası politik aktörler arasındaki güç siyasetine uzanan boyutları olduğunu görmekten bir hayli uzak. Oysa ki LGBTİ+’ların küresel sağın farklı renklere bürünmüş tekçi toplum tahayyüllerine karşı önemli bir direniş odağı olduğunu anlamanın vakti geldi de geçiyor. İttifakın ana bileşeni olan ve şimdi Yeşil Sol Parti listesinden seçimlere girecek HDP de ise, parti programı ve belgelerinde yer almasına rağmen Gezi İsyanı döneminde başlayan ve 7 Haziran 2015 seçimlerinde devam eden LGBTİ+ kapsayıcı siyasetten uzun süredir gözle görülür bir geri çekilme mevcut. HDP saflarındaki LGBTİ+ görünürlüğünün azalmasına dair eleştirilere verilen halkın hassasiyetleri ve iktidarın saldırıları yanıtlarının gerçeklik payı çok yüksek olsa bile yapısal olarak heteroseksist akıl ile gerçek bir yüzleşmeye girilip girilmediği üzerinde ciddiyetle düşünülmesi lazım gelen bir husus. Söz konusu handikapları barındırması hasebiyle gerek Emek ve Özgürlük İttifakı bileşeni yapılar gerek bu ittifak dışında kalan sol-sosyalist yapılar bugüne kadar kapsamlı politikalar geliştirebilmiş değil. Oysa Lenin’den mülhem olarak siyasal mücadelenin “tüm memnuniyetsizlik ifadelerini kullanmayı, rüşeym halinde olsa bile bir tepkinin en küçük unsurlarını dahi tasarlamayı” gerektirecek ölçüde geniş ve kompleks olduğunu hatırlamakta fayda var.
Bir zaruret olarak LGBTİ+ siyaseti
Bu noktada LGBTİ+ aktivistler açısından da nicedir zihnimi kurcalayan bir noktayı tartışmaya açmak isterim. Türkiye’de bağımsız LGBTİ+ örgütlenmelerinin 1990’lardan bu yana muazzam bir birikim oluşturdukları, LGBTİ+’ların görünürlüğü adına bazen iğne ile kuyu kazarcasına alan açtıkları, LGBTİ+’ların insan haklarından başlayan mücadeleyi bugün LGBTİ+’ların siyasal temsilini tartıştırma ve bunun için girişimlerde bulunma boyutlarına ulaştırdıkları inkâr edilemez bir gerçek. Bu bakımdan bağımsız LGBTİ+ örgütlenmelerinin varlığı çok kıymetli. Ancak LGBTİ+’ların siyasal temsili meselesinin elbette önemini teslim etmekle birlikte seçimden seçime LGBTİ+ dostu aday taahhütnameleri imzalatmaktan ve numune kabilinden LGBTİ+ aday gösterildi mi gösterilmedi mi tartışmalarının ötesine geçmesi de elzem. Bilhassa sol-demokratik siyasal partiler içerisinde LGBTİ+ Hareketi ile bakışımlı, hareketin gündemini oraya yansıtacak, ama kendi özgün söz siyasetlerini de üretecek LGBTİ+ aktivistlerinin çoğalması ve mensup olunan partiler bünyesinde özgül formlar ve mekanizmaların geliştirilmesi, güçlendirilmesi için çaba gösterilmesi gerektiği kanaatindeyim. Elbette biraz önce zikrettiğim gibi kendisini sol, sosyalist, demokrat olarak adlandıran yapılar heteroseksizmden / heteronormatiflikten arınmış özneler değil. Ama tam da bunun farkında olarak söz konusu yapıları LGBTİ+ özgürleşmesi için bir çarpışma sahası olarak görmek, karşılaşılan ilk heteroseksist bariyerde sahayı terk etmeden ısrarla, sebatla yol almak önemli.
Sonuç olarak memleketin kader seçimi olarak görülen 14 Mayıs seçimlerinin LGBTİ+’ların hayatları ve hakları üzerinde ciddi etkiler doğuracak bir “moment” olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Bütün eksiklerine, kusurlarına, hatalarına rağmen muhalefetin kazanması, Türk-İslamcı kuşatmanın yarılması, demokrasiye ve özgürlüklere kapı aralanması, her geçen gün LGBTİ+’ları kahretmeye yönelen politikaların bertaraf edilmesi açısından yaşamsaldır. Ancak muhalefetin kazanması tek başına LGBTİ+’lara “cennetin kapıları”nı açmayacaktır. Bu doğrultuda heteroseksizmi aşındırmak için daha katedilecek hayli yol olduğunun bilincinde bir siyasal kavrayışla ve buna uygun mücadele pratikleriyle önümüzdeki dönemi karşılamak gibi meşakkatli bir görev de bizleri bekliyor.

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS”.