Bir yüzyıl içinde iki büyük savaşla tamamen yıkılmış, dünyanın en sert ideolojilerine hem sahne hem mezar olmuş, soğuk savaş döneminde yaklaşık 30 yıl boyunca bir duvarla ortadan ikiye bölünmüş bir şehirdir Berlin. Alt ya da karşı kültürlerin kimi zaman yok edildiği, kimi zaman büyük bir zenginlik kabul edilerek kucaklandığı bir mücadele yeridir. Hakların verildiği değil alındığı bir şehirdir; yaşadığı her sarsıntıda en büyük direnişini sanat, düşünce ve eylemle verir. Tembellik hakkını daha çok düşünmek ve var olan sisteme karşı çıkmak için ister. Yoksul ama seksidir. Seksi ama entelektüeldir. Diğer şehirlerden farklı olarak bu yüzden hep bir derdi, manifestosu ve müziği vardır Berlin’in. O müzik bazen bir kabareden yankılanır. Bazen anarşist bir işgal evinin mahzeninden. Bazen nehrin iki yakasını birbirine bağlayan bir köprüden ya da karanlık odalarının sessiz uğultusunu da müziğine katan yer altı barlarından. Bazen günlerce uyumayan kimyasal tekno tapınaklarından.
Bir şehrin müzikle kurduğu ilişkiyi en çok düşündüğüm yerdir Berlin. Savaşların yankısını taşıyan sokakların, karşı kültürlerin grafitileriyle dolu endüstriyel alt geçitlerin, sokak şarkıcılarına göz kırpan köprülerin, kırık dökük kiliselerin, Bauhaus binaların bir müziği vardır. Techno, endüstriyel, squat ya da krautrock… David Bowie’nin “Başka hiçbir yerde bulamayacağınız bir özgürlük hissi var burada” dediği Berlin, en sonunda kendi müziğini her türlü yıkıma rağmen inşa eder. Kentin ruhundan doğan müzikler iç seslerinize, kaçmaya ya da varmaya çalıştığınız yerlere dair tüm anılarınıza eşlik eder. İşte bu yazı Berlin için yazılmış binlerce şarkı arasından sadece birkaçının izini sürerek, şehrin yakın geçmişine, bu şehrin yabancısı ya da göçmeni ozanların sözleriyle ayna tutuyor. Satırlar arasında gizlenen çıkmaz sokaklara ve dizeleri birbirine bağlayan köprülere küçük birer adım atıyor. Lütfen bu şarkıların sesini sonuna kadar açın; tüm şehir, tüm Berlin, tüm gece bize kalsın.
Rufus Wainwright – Going to A Town
George W. Bush’un sağcı ve zalim politikalarla dolu başkanlığının yedinci yılındaydık. Afganistan’da savaş büyük bir hızla tırmanmıştı. 2007 tarihli Wainwright albümü Release The Stars ve içinde bir inci gibi parlayan Going to A Town işte böyle bir iklimde, Berlin’de hayat buldu. Wainwright, ABD’deki siyasi hezeyanlardan bunalarak Berlin’e gelmiş, albümü burada tamamlamıştı.
Going to A Town’da bahsedilen kasaba Wainwright’ın kocası Jorn Weisbrodt ile tanıştığı Berlin’di. ABD’nin birçok eyaletinde yasallaşamayan evlilik eşitliği hala sıcak bir konuydu. Wainwright, bu şarkısında dini nedenlerle hemcinslerin evliliğine, LGBTİAQ+ mücadelesine karşı çıkanları ve ABD’nin emperyalist politikalarını hedef aldı. Rolling Stones’a verdiği röportajda: “Şarkı, çoktan yok edilmiş ve insanlığın maruz kalabileceği dehşet verici olaylara dair çoktan dersini almış bir şehre gitmekle ilgili” diyerek Berlin’in özgür ve kederli ruhundaki teyel yerlerini işaret etti. Going to A Town‘da Berlin’i anlatan satırlar, daha sonra George Michael’in eşsiz sesiyle bambaşka bir kimliğe de bürünerek unutulmaz bir derinliği yakalıyordu: “Zaten yanmış bir kasabaya gidiyorum. Çoktan rezil olmuş bir yere gidiyorum. Zaten hayal kırıklığına uğramış bazı insanlar göreceğim. Senden çok sıkıldım, Amerika.”
Yaşadığı ülkeyi terk etmek zorunda kalanlara ve mücadeleye kaldığı yerden devam edenlere selam olsun.
David Bowie – Where Are We Now
“Trene binmek zorunda kaldım
Potsdamer Platz’dan
Bunu asla bilemezdin
Bunu yapabildiğimi
Ölü bölgeden yürüyerek geçebildiğimi
Dschungel’de otururken
Nurnberger Sokağı’nda
Zamanda kaybolmuş bir adam
Kadewe civarında
Tam ölü bölgeyi geçerken
Şimdi biz neredeyiz?”
David Bowie ve Iggy Pop aşklarının en yoğun zamanlarında, 1976 yılında Berlin’e taşındıklarında parçalanmış bir şehir uzanıyordu önlerinde. Alt ya da karşı kültürlerin kafa karıştırıcı bileşimlerle iç içe geçtiği bu kentte çok fazla uyuşturucu, daha fazla özgürlük, müzikal açıdan besleyici çok uyaran vardı. Iggy ve David, 1920’lerden bu yana Berlin’deki “queer” yaşamının kalbi olan, bir zamanlar Christopher Isherwood ve Marlene Dietrich’in de yaşadığı Schöneberg’deki Nollendorfplatz çevresine yerleştiler. Kulüplerde, barlarda ve kafelerde takıldılar; Berlin’in yeraltı krallığıyla derin bir duygudaşlık kurdular. 1932’de Hitler iktidara geldiğinde, yoğunluklu olarak entelektüel ve eşcinsel seçkinlerine hitap eden bu çevredeki tüm kulüpler kapatılmıştı. Nazi döneminden kalma faşist yasalar Batı Berlin’de 1969’a kadar etkin olmuş, kent yeniden özgürleşmek ve queer kimliğine yeniden kavuşmak için 1970 yılını beklemek zorunda kalmıştı. İşte Bowie, kendi küllerinden doğan bu büyük özgürlüğün içine gelmiş, iki yıl Berlin’de yaşamış, bu süre zarfında müzik tarihine “Berlin Üçlemesi” olarak geçen üç mükemmel albüm hediye etmişti.
Şüphesiz hiçbir göçmen yıldız, Berlin’de David Bowie kadar güçlü bir iz bırakmadı. Hiçbir rock ve queer starın kişisel haritasında Berlin böylesine güçlü bir yer tutmadı. Bowie’nin Berlin aşkı, kariyerinin büyük bölümünde sürekli karşımıza çıktı. 2003 tarihli albümü Reality’den 10 yıl sonra kaydettiği ilk şarkı olan Where Are We Now’da bu tutku yeniden belirdi. Bowie bu şarkıda Berlin yıllarını, kentin mahalleleri, caddeleri ve köprüleri üzerinden okuyarak belki de en kişisel ve biyografik sözlerini karaladı. Sesinde Berlin’in erken gelen kış akşamlarının yalnızlığını, bir Berghain çıkışı yorgunluğunu, yeraltı geçitlerinin kesif kokusunu ve geçmişin ihtişamlı hayaletlerini hissetmek mümkündü.
Şüphesiz bugün yaşadığımız Berlin’de Bowie’nin ruhunu ve izlerini taşıyan çok şey var. Bowie 69. doğum gününden sadece iki gün sonra, 2016 yılında öldüğünde, külleri çoktan şehrin küllerine karışmış, bir Berlin gecesinde yavaş yavaş üzerimize yağmaya başlamıştı.
Leonard Cohen – First We Take Manhattan
Cohen’in 1988 tarihli I’m Your Man albümünün açılışını yapan bu unutulmaz şarkı, “First we take Manhattan, then we take Berlin” (Önce Manhattan’ı alacağız, ardından Berlin’i) nakaratıyla dinleyeni esir alacak güzellikte yoğun ve belirsiz bir hissiyatın içine çeker. Berlin’in flu ve tekinsiz ruhu bu belirsizlik içinde bir jilet kadar keskin ve parlaktır.
Cohen’in bir sahne arkası röportajında ifade ettiği gibi bu bir terör şarkısıdır. Terörün yıkıcı etkilerinin, teslim aldıklarının yanında ‘psişik terörün’ başarabileceklerini de ima eder. 5 Nisan 1986’da Batı Berlin’in Friedenau semtindeki La Belle Discothèque’in bombalanması sonucu üç kişi ölmüş ve 30 kişi ağır yaralanmış, 250 kişinin de kulak zarı patlamıştı. Bu olay Cohen’i derinden sarsar ve sadece iki yıl sonra bu şarkıya dair şöyle konuşur: “Terörizmle ilgili her zaman hayran olduğum bir şey var. Gerçek hiçbir mazeret ya da taviz yok; bu çok çekici. Ama terörün fiziksel düzlemde tezahür etmesinden hoşlanmıyorum, terörist eylemlerden nefret ediyorum. Ama psişik terörizm çok başka! Irving Layton’ın bir şiirini hatırlıyorum: Siz arada sırada bir havayolunu patlatıyorsunuz ve birkaç çocuk öldürüyorsunuz. Ama bizim teröristlerimiz İsa, Freud, Marx, Einstein. Bütün dünya onların karşısında hala titriyor.”
U2 – One
9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı yıkılmış, kenti ikiye bölen ideolojik kalkan ortadan kalkmıştı. Adını bile şehir metrosundan alan U2, tüm zamanların en iyi albümlerinden biri kabul edilen Achtung Baby’i yazmak ve kaydetmek için o sıralarda Berlin’deydi. Bu albümde yer alan ve ayrılığa, aşka, birleşmeye dair umut dolu bir ağıda dönüşen One, Berlin’deki Hansa stüdyolarında, duvarın ayırdığı queer aşklardan, grubun efsanevi gitaristi Edge’in bir akor dizilişinden ilhamla ve AIDS’in yarattığı keder duygusuyla Bono tarafından yazıldı. Şarkıya çekilen üç videodan en ünlüsü şüphesiz yönetmen ve fotoğrafçı Anton Corbjin imzasını taşıyan ve Berlin’e dair çarpıcı görüntülere de yer veren, grup üyelerinin birer drag queen olarak göründüğü versiyon oldu.
Bu eşsiz şarkı, yaygın görüşe göre bir baba ile HIV pozitif gey oğlu arasındaki konuşmanın şiiridir. Şarkının satışlarından elde edilen gelirin bir kısmını AIDS araştırmalarına bağışlayan U2, teklinin kapağında AIDS nedeniyle kaybettiğimiz sanatçı David Wojnarowicz’e ait bir fotoğrafı kullandı ve şu mesajı not düştü “Kapaktaki resim, Amerikalı sanatçı David Wojnarowicz’in avlanmaktan kaçan bufaloların kendilerini uçurumdan yuvarladıkları bir fotoğraf! Sanatçı kendini ve bizleri uçuruma itilen bufalolarla ile özdeşleştiriyor. AIDS’i çevreleyen siyasi krizi, tavizsiz tasvirlerle ifade ederek tartışmalar yaratan, eşcinsel kimliğiyle üreten bu eylemci, sanatçı ve yazara saygıyla…” U2’nun bu şarkıyla AIDS araştırmalarına verdiği destek ve yayımladığı bu mesaj, o yıllarda queer topluluklar tarafından memnuniyetle karşılandı. One hepimizin hayatında belki biraz kederli ama daha çok umut dolu bir iz bıraktı.
Pet Shop Boys – Will-o’-the-wisp
1986’da çıkardıkları ilk albümleri Please’den bu yana, 35 yıl boyunca güncelliğini koruyan nadir gruplardan olan Pet Shop Boys, queer kültüre, kalp kırıklıklarına ya da dünya meselelerine son derece dürüst bakışlar getiren şarkılarıyla pop art’ın ve dans pistlerinin en ikonik yıldızlarından olmayı başardı. Neil Tennant ve Chris Lowe, bir dönem etkilendikleri tüm müzisyenlerin kaçış yeri Berlin’e 2000’lerin sonunda taşındı ve üretimlerini burada sürdürdü. Grubun elektronik açıdan el yükselten ve kimi noktalarda Belin’in kulüp kültürüyle flörte soyunan Electric, Super ve Hotspot albümleri bu dönemde kaydedildi. Berlin’e dair bu üçlemenin en sakin halkası olan 2020 tarihli Hotspot, ikilinin kente besledikleri hedonist aşkı resmeden, kentteki queer deneyimlerin tutkulu bir temsili olarak öne çıktı. Albümün açılış şarkısı olan Will-o’-the-wisp, Berlin gezginlerinin geceleri şehrin bataklıkları üzerinde gördüğü atmosferik hayalet ışıklarını imliyordu. Erkek seven erkeklerin dolaştığı yerlere şehrin queer kültürünün tüm mirasını taşıyan Nollendorfplatz’dan yükselen geçmiş anılar, aşklar ve kahkahalar eşlik ediyordu. Şarkının elektrikle yüklü hayalet ışığı bu yüzden uçucu, hafif ve güçlüydü.
“Hala o eski atari salonunda mı takılıyorsun?
Şansın ne getireceğini görmek için
U1 tam bir parti treni
Uhland’dan Warschauerstrasse’ye
Aşağıdan çıkan geçmiş Nollendorfplatz
Aşk ve kahkaha arayışı içinde
Sen her zaman çok özgür bir ruhtun
Ne çok kişi geldi ve gitti.”
Pet Shop Boys, Hotspot’un en büyük hiti olan ve Years & Years’le söyledikleri Dreamland’de Berlin’den endişelerin yok olduğu, bir özgürlükler ve rüyalar diyarı olarak bahsetti:
“Bir rüyalar diyarı olduğunu duydum
Uzak başka bir dünyada
Burasının özgürlükler yeri olduğunu söylüyorlar
Ve herkesi kalmaya davet ediyorlar
Ülkemden çok sıkıldım
…
Rüyalar diyarına zevk için düşüyoruz
Güneşin hala parladığı bir bahçede
Sonsuza kadar kalıyor ve tüm endişelerimizi geride bırakıyoruz
Bu bir tür amnezi
Tüm sorunların ortadan kaybolduğu yerde.”
R.E.M – Überlin
R.E.M, Überlin’i de içeren kariyerlerinin final albümü Collapse Into Now‘u solist Michael Stipe’ın aşık olduğu şehir Berlin’de, unutulmaz albümlerin hayat bulduğu Hansa stüdyolarında kaydetti. Burası Bowie’nin efsanevi Berlin üçlemesini de kaydettiği ikonik stüdyolardı. Über+Berlin ifadesiyle “üstü” ve “ötesi” anlamlarını imleyen şarkı Berlin’in bir şehirden çok daha fazlası olduğunu ifade ediyordu. Stipe’ın sözleri yaşamın sıradan rutinlerini sayarak başlıyor (Hey şimdi, haplarını al, şimdi kahvaltını yap, şimdi saçlarını tara ve işe git!), ardından bizi Berlin’in metrolarında başlayıp yıldızların üzerine uzanan gerçek üstü bir yolculuğa çıkarıyordu: “Hey şimdi U-Bahn’a bin, beş duraktan sonra istasyon değiştir. Şimdi bu değişimin seni kurtaracağını unutma!”
Überlin’in yayımlandığı yıl R.E.M dağıldığını açıkladı; Micheal Stipe grubuyla olan müzikal kariyerine son vererek, resim yapmakla olan ilişkisini zenginleştirmek için Berlin’e taşındı. Bu büyük ve beklenmedik değişim tam da Überlin’de yazdığı gibi onu kurtaracaktı. Tıpkı Berlin’e her gidişimizde bizi değişime zorlayan, içimizdeki duvarları yıkan yeni bir gerçekle yüzleşmemiz ve ruhumuzun keşfedilmemiş yerlerini ışığa çıkarmamız gibi.
Fotoğraf: Bowie Berlin Duvarının önünde / ABC
Vay, çok güzel bir yazı, özel bir şarkı listesi olmuş.