Onur Yürüyüşü Duruşmasından İzlenimler: Burdayız Aşkım!

26 Haziran 2021’de İstanbul’da düzenlenen 19. LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne açılan altı davadan Mis Sokak’ta işkenceyle gözaltına alınanların yargılandığı davanın ilk duruşması bugün Çağlayan Adliyesinde 26. Ağır Ceza Mahkemesinde görüldü. Yargılanan hak savunucusu lubunyalar ve feministler bugün sabah erken saatlerde adliye önünde duruşma öncesinde basın açıklaması yapmak için buluştular. Ancak hemen her gün adliye önünde çeşitli çevrelerden kişilerin basın açıklaması yaptığı yerde bu sefer basın açıklaması yapılmasına izin verilmedi. Duruşma için adliyeye girerken üst aramalarında tespit edilen bayrakların binaya sokulmasına izin verilmedi. Duruşma salonuna girmek istendiğinde ise önce yargılananlar ve avukatlar alındı, duruşmayı izlemek için gelenler bir süre bekletildi.

Duruşmayı izlemek ve dayanışmak için gelenlerin salona alınmasını talep eden avukatların mücadelesi sayesinde gelen herkes salona alındı. Yargılananların tek tek kimlik tespiti yapıldıktan sonra savunmalara geçildi. Aslında yargılanan 19 kişinin savunmaları bittiğinde ortada suç olmadığı bir kez daha her açıdan anlaşıldı.

Hemen hemen hepsi tek tek nasıl işkence ve kötü muameleyle gözaltına alındıklarını, bir defa bile dağılma anonsu yapılmadan sert bir müdahaleyle karşı karşıya kaldıklarını, dağılmak istense bile Mis Sokak’ın herhangi bir yerinden bir geçiş için boşluk dahi bırakılmadığını ve bir çeşit ablukaya alındıklarını detaylıca anlattılar.

Avukatların da hepsi oldukça sistematik ve güçlü savunmalar yapıp müvekkillerine yöneltilen suçlamaların asılsız olduğunu, aksine anayasal hakları olan toplanma gösteri ve yürüyüş haklarını kullanmaya bile fırsat bulamadan bütün müvekkillerinin haksız ve hukuksuz bir şekilde işkenceyle gözaltına alındıklarını detaylıca anlattılar. O gün saat 17.00’de gerçekleşmesi planlanan Onur Yürüyüşü sadece birkaç saat öncesinde Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından yasaklandığını, ayrıca yürüyüş başlamadan önce saat 15:00 itibarıyla Mis Sokak’ta başlatılan gözaltı işlemlerinin dayanaktan yoksun olduğunu defalarca vurguladılar. AYM ve AİHM’e atıflarda bulunarak bu davanın derhal beraatle sonuçlanması gerektiğini yeniden yeniden tekrarladılar. Fakat ne yazık ki bütün bu detaylı hak ihlalleri ve işkence tanıklıklarına rağmen hakim bu duruşmada beraat kararı vermedi.

Savcının dosyadaki eksikliklerin giderilmesi için ek süre talebini kabul eden hakim, “mağdur” kolluk kuvvetlerinin de tespit edilerek bir sonraki duruşmada hazır edilmesini de talep etmek üzere İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne yazı yazılması ve bu eksikliklerin giderilmesi için duruşmanın 23 Aralık tarihine ertelenmesine karar verdi.

Özellikle 2015’ten beri yokuş aşağı hızla giden yargı ve adalet mekanizmasının bugün beni şaşırtmasını bekledim, nedense? Duruşma salonunda savunma yapanları dinlerken artık bu kadarına da beraat verilir herhâlde diye içimden söylenip durdum saatlerce. Kimi arkadaşıyla sohbet ederken, kimi işkence edilen birini görüp ses çıkardığı için, kimi birasını içerken orantısız bir müdahaleyle gözaltına alındığını anlatıyordu ki, biri dağılın anonsunu duysaydım bira almazdım çok pahalı diye haklı savunmasına ekledi durumun orantısızlığını. Adalet belki bugün yerini bulamadı, ama salondaki güçlü dayanışma ve mücadelelerinin haklılığına olan inancın sarsılmazlığı bir kez daha ortaya kondu. Hemen herkesin de savunmasını bu sene de Onur Yürüyüşünde olacağız diyerek bitirmesi de haklı mücadele kararlılığının bir kez daha vurgulanması niteliğindeydi.

Savunmalar

Bugün mahkeme salonundan aktarmaya çalıştığımız savunmalardan beşini hem hafızamıza not düşmek hem de duruşmaya gelemeyenler için yayımlıyoruz.

Feride E.

Onur Yürüyüşü dünyanın her yerinde 1960’ların sonundan beri lezbiyen, biseksüel, gey, trans, interseks ve tüm cinsel kimliklerin özgür ve eşit yaşaması için rengarenk gerçekleştirilen bir yürüyüştür. Türkiye’de de 2003 yılından beri gerçekleştirilmektedir. 2013 yılında onbinlerin katılımıyla, İstiklal Caddesi’nde sorunsuz bir biçimde yapılan Onur Yürüyüşü, 2015 yılından beri Türkiye’de yasak. Biz bu yasağın hukuki değil, siyasi olduğunun farkındayız. Bu yıl da yaşam hakkımız için, cinsel yönelimimiz, cinsiyet kimliklerimiz yüzünden uğradığımız ayrımcılığa karşı ses çıkarmak için her yürüyüşümüz onur yürüyüşü diyerek bir araya gelmeye, anayasal hakkımız olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkımızı kullanmaya devam ettik. Çünkü bu ülkede biz LGBTİ+’lar her gün cinsiyet kimliklerimiz ve cinsel yönelimlerimiz sebebiyle öldürülüyor, işsiz bırakılıyor, evlerimizden atılıyor ya da en basit sağlık hakkımızdan eşit yararlanamayarak ayrımcılığa uğruyoruz ve hayat bizlere dar ediliyor.

Ben de bunun için geçtiğimiz yıl, 26 Haziran 2021’de, 19. İstanbul Onur Yürüyüşü’ne katılmak için Mis Sokak’taydım.

Ari

Bizler 26 Haziran 2021’de Mis Sokak’ta sadece “var olduğumuz” için şiddete uğradık, gözaltına alındık ve polisin keyfi tutumlarına maruz kaldık. Kamusal alanda anayasal hakkımızı kullanmamız engellendi, kaldı ki bu hakkımızı kullanmak için yaptığımız çağrıya daha saatler varken, mekanlarda otururken, sokakta dururken gözaltına alındık. Çağrı saat 17.00’de toplanmak üzere yapılmışken saat 15.00’i biraz geçe polis saldırısı başladı. Arkadaşlarımızla birlikte herhangi bir uyarı yapılmaksızın yerlerde sürüklendik, kaba şiddete, ters kelepçelere maruz kaldık. Bunların tümü cana kasıttır, homofobik/bifobik/transfobik saldırıdır. Bir mekanda otururken, bir sokakta dururken herhangi bir uyarı olmaksızın üzerimize saldıran polisler suç işlemiştir.

LGBTİ+’lar olarak kamusal alanlarda özgürce var olmamız nefret suçlarıyla, bizzat devlet eliyle engelleniyor. Halbuki bizler de bu kamunun parçasıyız. Onur yürüyüşünde gözaltına alınmadan önce Maçka parkında piknik yapmak istedik. Bu parkta her gün yüzlerce insan istediği gibi zaman geçirebiliyorken bizim piknik yapma hakkımız dahi engellendi. Yerlerde sürüklendik, şiddete maruz bırakıldık ve parktan çıkarıldık. O halde bu parklar kimin? Aynı şekilde Taksim de kamusal bir alandır. Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvuru sonucunda, 1 Mayıs 2008’de, iktidarın eyleme saldırılarının “ifade ve toplantı özgürlüğüne karşı bir tutum” olduğu belirtilmiştir. Taksim’de Onur Yürüyüşü, 1 Mayıs, 25 Kasım kadına yönelik şiddete karşı mücadele günü ve 8 Mart’lar engellenirken Trabzonspor taraftarı rahatça kutlama yapabilmiştir. Elbette kutlama yapmak da, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak da haktır ve hiçbiri engellenmemelidir. Ancak bizlerin sadece kimliğimizden ötürü bu sokaklarda dövülerek gözaltına alınması açıkça ayrımcılıktır. Yasanın herkese farklı uygulanmasıdır.

Ben de oradaydım.

Çağla

Onur Yürüyüşü’ndeydim çünkü bizler bu ülkede devlet eliyle ayrımcılığa uğruyoruz. Herkesin güvenliğinden sorumlu olması gereken İçişleri Bakanı toplumun bir kesimini hedef göstermek suretiyle nefret suçu işleyerek açıkça “LGBT sapkınlıktır” diyebiliyor. Toplumun hassasiyetleri öne sürülerek, örneğin Ramazan ayına denk geldiği bahanesiyle, Onur Yürüyüşü yasaklanıyor, anayasal haklarımız kısıtlanıyor. Yandaş medya her gün LGBTİ+ olmayı bir “terör faaliyeti” olarak sunuyor. Ülkenin Cumhurbaşkanı “lezbiyen mezbiyenlerin sözlerine takılmayalım”, “LGBT, yok böyle bir şey” gibi cümleler kurarak bizleri insan haklarımızdan yoksun bırakıyor ve saldırıya açık hale getiriyor. İnsan onuruna ve saygınlığına saldırıları da ifade eden tüm bu tutumlar uluslararası hukukta nefret söylemi ve suç olarak tanımlanmıştır.

Son dönemde bu hedef göstermenin giderek arttığına tanık oluyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çekilirken iktidarın ilk gerekçesi toplumsal cinsiyet eşitliğinin “LGBT propagandası” olduğu ve aileyi tehdit ettiği oldu. Korunmaya çalışılan o aile yapısı içerisinde kadınlar ve çocuklar şiddete uğrarken rahatsız olmayanlar toplumsal cinsiyet eşitliğinden rahatsız oluyorlar. Yani kadınların ikinci sınıf sayılmadığı, sömürülmediği, tüm cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimlerin eşit varolabildiği, şiddetsiz bir toplum yerine erkeklerin herkesi ezdiği bir düzeni sürdürmek istiyorlar. Pandemi sürecini yönetemeyen iktidarın Diyanet İşleri Başkanı hastalığın yayılmasını evlilik dışı ilişkiler ve eşcinselliğe bağlamaya bile cüret etti. Bu bilimsizlik ışığında, iktidara sırtını dayayan failler LGBTİ+’lara yönelik nefret suçlarını artırdı.

Tüm bunlara ses çıkarmak için, 26 Haziran 2021’de 19. İstanbul Onur Yürüyüşü’ne katılmak üzere Mis Sokak’taydım. Kişinin kendi anlatımı.

Hande

Onur Yürüyüşü’ndeydim çünkü bu ülkede trans bir kadın, Hande Kader yakılarak öldürüldü. Katili hala sözde bulunamadı. Hande Kader bir aktivistti ve ne yazık ki ne ilk trans cinayetiydi ne de sonuncusu oldu. Ahmet Yıldız babası tarafından 13 yıl önce öldürüldü ve katili hala bulunamadı. Türkiye devleti bu nefret suçlarının peşine düşeceği yerde, nefrete karşı örgütlenen ve eşit bir hayat talebinde bulunmak için bir araya gelen bizleri gözaltına alıyor ve varoluşumuzu kriminalize ederek bu cinayetleri mümkün kılıyor. Şiddet failleri cezasızlıkla ödüllendirilerek sırtı sıvazlanıyor, nefret suçları iktidar eliyle sistematik hale getiriliyor. Geçtiğimiz hafta İzmir’de transların yaşadığı sokağa giren polis keyfi bir şekilde arkadaşlarımıza biber gazı ve coplarla saldırdı. Yine bu şiddet hakkında işlem başlatmak yerine hakkını arayan LGBTİ+’lar gözaltına alınıyor.

Bizler sadece LGBTİ+ olduğumuz için geçinemiyor, barınamıyoruz. Ev kiralamaya gittiğimizde homofobi/bifobi/transfobi ile karşılaşıyoruz. İstihdam edilmek için kimliğimizi saklamak zorunda kalıyoruz. Kapalı kimlikle çalışmak ruh sağlığımızı etkileyerek bizleri işçi sağlığı/iş güvenliği risklerine açık hale getirirken, açık kimlikle iş bulabildiğimiz durumda mobbing, taciz ve zorbalığa maruz kalıyoruz. Ekonomik krizde de işyerinde ilk işten çıkarılanlar oluyoruz. Seks işçisi olarak çalışanlarımız ise hem maddi anlamda, hem şiddet riski karşısında hem de işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından güvencesiz çalışmak durumunda kalıyor. Kayıt dışı işlerde çalışmaya zorlandığımız için sosyal güvenceden yoksun, emeklilik hakkından mahrum kalıyoruz.

LGBTİ+’lara varoluşları dolayısıyla yönelen şiddet ve ayrımcılığa üstü kapalı bir şekilde izin veren, teşvik eden ve cezasız bırakarak bir nevi ödüllendiren ve fiili bir kriminalizasyon ile keyfi uygulamalara maruz bırakan tüm bu uygulamalar aynı zamanda anayasal hak ihlalleri olarak karşımıza çıkmakta.

Bu nedenle 19. İstanbul Onur Yürüyüşü’ne katılmak üzere Mis Sokak’taydım.

Selin

“Toplum ahlakı” denilerek yürüyüşlerimiz, kamusal alanı kullanma hakkımız şiddetle engellenirken sormadan edemiyoruz: Bu toplum kim, bu ahlak kimin ahlakı? Her yıl yüzlerce kadının ölümüne sessiz kalan toplumun ahlakı mı? Çocuk istismarını “çocuk gelin” diyerek yasalaştırmaya çalışanların ahlakı mı? Savaşa bütçe ayıranların ahlakı mı? Göçmen işçileri üç kuruşa çalıştırıp o parayı da vermeyen, göçmen kadınları ve çocukları istismar edenlerin mi? Tüm bunlar ahlak olarak görülürken bizim varoluşumuz mu ahlaksızlık, sevdiğimiz kişinin kim olduğu mu?

Diğer yandan dillendirilen ve topluma dayatılmaya çalışılan bu söylemlerin siyasi ve ideolojik bir tavır olduğunu toplumsal hayatın akışını etkileyen, ayrımcılık yaratan sonuçlar ortaya çıkardığını hatırlatmak istiyoruz. Her varoluşun, kimliğin, yönelimin, cinsiyet ifadesini yok sayan iktidarın makbul vatandaş tanımı kişilerin kendilerini gerçekleştirme hakkına saldırarak eşit yurttaşlar olarak toplumsal yaşama katılımını etkilemektedir.

Bunları kabul etmediğim için 26 Haziran 2021’de 19. İstanbul Onur Yürüyüşü’ne katılmak üzere Mis Sokak’taydım.

Ne gözaltılar ne saldırılar bizlerin mücadelesini engelleyemez. Eşit yaşam hakkımızı elimizden alanlara, varoluşumuzu yok sayanlara karşı sesimizi yükseltmek için bir araya gelmeye ve varız, buradayız demeye devam edeceğiz. Nefrete karşı eşitlik ve adalet için örgütlenmeyi sürdüreceğiz. Nefrete, örgütlü homofobi/bifobi/transfobiye karşı yaşasın lubunya dayanışmamız ve biliyoruz ki tüm bu hak gasplarına ve adaletsizliğe karşı biz kazanacağız.

Burdayız aşkım, hiçbir yere gitmiyoruz.

Polis tarafından engellenen basın açıklaması metnini okumak için tıklayın.

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.


Author

Bir Cevap Yazın