İçinde bulunduğumuz günler çoğumuz için sarsıcı, kırıcı ve gergin günler. Bundan yaklaşık 1,5 yıl önce Twitter’dan birçok kadın tarafından ifşalanan bir erkek geçtiğimiz günlerde bu ifşalardan en çok gündem olanla ilgili hukuki sürecin İsveç’te sonuçlandığını ve ifşalayan kadının karalama, hakaret ve iftiradan suçlu bulunarak tazminat ödemeye mahkum edildiğini açıkladı. Her şeyden önce, öğrendiğim kadarıyla bu davanın hayatta kalanın açtığı bir taciz davası değil, failin açtığı “karalama” davası olduğunu aktararak söze başlamak istiyorum. Davanın ya da ifşanın ayrıntılarını halihazırda çok konuşulduğu ve çoğu insanın zaten haberdar olduğunu düşündüğüm için aktarmayacağım. Bunun yerine, meseleyle ilgili Sema Kaygusuz’un T24’te kaleme aldığı ‘Sessizleştirme Harekatı’* başlıklı yazı dizisine bakılabilir.
Herkesin doğal olarak gergin, öfkeli ve sivri olduğu böylesi bir gündemde feminizmin ilkeleri ve yöntemleri üzerine tekrar düşünmek ve bunları yeniden özümsemek gerektiğini düşünüyorum. Gündemde uçuşan fikirler ve çirkin manipülasyonlardan ötürü her birimizin kafası epey karışık. Neye karşı savaş vereceğimizi bilemez haldeyiz. Akıllarda pek çok soru var. Bu tarz ifşaların ifşa mekanizmasına zarar verip vermediği, ne kadar zarar verdiği, en temel feminist sorulardan biri olarak hukukun kimin hukuku olduğu, savunma için hangi feminist yöntemler izleneceği gibi meseleler açıktan ya da kulaktan kulağa tartışılıyor. Bu yazıda hem bu soruları hem de ifşa mekanizmasının bizlere neleri vaat ettiğini değerlendirmeye, tartışmaya çalışacağım.
Yukarıda üzerinde durduğum davanın İsveç’te sonuçlanmasının ardından Twitter’da hukukun evrensel olarak kimi korumak ve kimi suçlamak için var olduğuna dair süregelen bir tartışma, son zamanlarda yeniden gündem oldu. Açıkçası bu konuyu kendisine solcu ve feminist diyen bir güruhla bugün hala tartışıyor oluşumuz bana garip geliyor. Zira feminizmin ilk öğretilerinden biri, erkek egemen toplumda yaratılan hukukun, yalnızca erkeğin hakkını korumak amacıyla görev yaptığıdır. Erkeklerin ürettiği/yarattığı hukuk, her ne kadar ‘feminist’ bir maske takıyor olsa da hiçbir şekilde kadın+’ların hukuki ihtiyaçlarını karşıla(ya)maz, kadın deneyiminden yoksun bu yasa ve kurallar bütünü kadınlara karşı adil ol(a)maz. Bugün hala, feminizmin önerdiği cinsiyetler arası eşitliği dünyada sağlayabilen tek bir ülke bile yok. Hukuka ne kadar güvenebileceğimize dair argümanlara gelen yanıtların yüzeyselliği ise gerçekten insanı umutsuzluğa sürüklüyor. Bu durumda adaletin nasıl sağlanacağını sorgulayan fikirler bir yana, İsveç yargısını sorgulanamaz bir yerde görenler çoğunluğu oluşturuyor. Bu aynı zamanda patriyarkanın yalnızca muhafazakar iktidarlarda, faşist otoritelerde var olduğu algısının Türkiye’de ne kadar da yaygın olduğunu gösteriyor. Üstelik tam bu tartışmalar süregelirken Devrim Umut Aslan’ın Twitter’da yaptığı kısa bir tweet zinciriyle İsveç’te durumun nasıl olduğunu, hukukun nasıl da kadınların aleyhine işlediğini öğrendik.
Kısaca özetlemek gerekirse, Devrim Umut Aslan bu zincirde #metoo ile yapılan ifşalarda, hayatta kalanlara açılan karalama ve iftira davalarında İsveç Yargısının nasıl bir tavır takındığını aktarıyor. Görünen o ki, İsveç’te failin tacizden aldığı/alacağı cezadan bağımsız bir şekilde mağdurlar ‘förtal’; yani hedefe koyma, hakaret etme, itibarsızlaştırma nedenleriyle tazminata mahkum ediliyormuş. İfşayla itibarsızlaştırmaya dair açılan davaların neredeyse hepsinin failin lehine sonuçlandığını öğreniyoruz. Tekrar, bugün üzerine tartışılan davanın da bir karalama/iftira/itibarsızlaştırma davası olduğunu, ifşalanan kişinin davacı olduğunu hatırlatmak isterim.
Yukarıda aktardıklarım, ifşa mekanizmasının neden ortaya çıktığı ve neden gerekli olduğuyla doğrudan ilgili. İfşa mekanizmasının ortaya çıkmasının sebebi tüm dünyada Hukuk’un kadın+’lar için güvenilir olmamasıdır. Hukuk, bugün de örneklerini görmeye devam ettiğimiz üzere kadınların ve LGBTİQA+’ların uğradığı şiddeti görmezden gelmektedir. İfşa mekanizması, dayanışma ile birlikte failin ceza almasını sağlamak ve fail konusunda başkalarını uyarmak için vardır. Denebilir ki bu mekanizmanın asıl amacı, hesaplaşmayı kolaylaştırmaktır. Bugün, ifşayı yapan kişilerin aleyhine sonuçlanan davaların bile hukuk gözünde yeterince ciddiye alınıp görülüyor olması, hatta yargının hatalar yapmaktan korkar hale gelmesi ifşa mekanizmasının bir başarısıdır. Çoğu kişinin sandığının aksine kamuoyuna yapılan ifşa, hayatta kalanların uğradıkları şiddet sonrası ilk başvurdukları yöntem değildir. Hayatta Kalanlar genelde tacize veya herhangi bir şiddete uğradıklarını failin ilintili olduğu kurumlara ve yargıya bildirip, karşılığını alamadıklarında ifşa yoluna başvururlar. (Feminist yöntem adına doğru yol da budur fakat hayatta kalanların ifşadan başka yapabilecekleri olmadığı durumları da atlamak istemem.) Bu süreç sanılandan çok daha yorucu, genelde mağdur suçlayıcılığın oldukça fazla olduğu bir süreçtir. Failin ilintili olduğu kurumlardan yaptırım alınmaması sonucunda ise şiddet kamuoyuna ifşa edilir. İfşa, hukuki sürecin mağdur bakımından daha adil geçmesini sağlamak için kullanılan bir araçtır. Zira ifşa olmadan ‘yargı’ güçlü karşısında olan sesinizi duymayacaktır. İsveç’teki ve dünyanın geri kalanındaki ‘förtal’ davaların amacı da #metoo hareketiyle, dayanışmayla oluşturulan gür sesi kesmek, durumu #metoo öncesi hale döndürmektir. Bu yüzden böyle bir iklimde hızlı karar vermek, hayatta kalandan çabucak vazgeçmek yanlış bir tutum olacaktır.
İfşa mekanizmasının manipüle edilebileceği, dayanışmanın sömürülebileceği, yanlış, yanlı ya da eksik aktarımla yapılan ifşaların ne kadar zarar vereceği zaman zaman gündem olup feminist ve queer çevrelerde konuşulsa da üzerine yeterince zaman ayıramadığımız bir konu. Zira taciz bir gerçek, var ve çoğumuzun ortak deneyimi. Bu nedenle şiddet ifşaları kimse için şaşırtıcı değil. Hatta şiddet o kadar gerçek, o kadar gözümüzün önünde ki; hakkımız için savaşmaktan, ardı arkası gelmeyen ifşaların faillerin yanına kalmasından ötürü bunları tartışmak ne önceliğimiz oluyor, ne de bu konuları tartışmaya mecalimiz kalıyor. Bir ifşa metni yayınlandığında bireysel olarak yapılması gereken şeyler bellidir: İfşaya dair kamuoyu oluşturmak için ifşa metnini yaymak, Hayatta Kalana elden geldiğince destek vermek, kamuoyu oluştuktan sonra adli süreci takip etmek. Adli süreç başlamıyorsa, öteleniyorsa ya da yanlış olduğuna inanılan bir karar veriyorsa #metoo’nun oluşturduğu diğer adalet mekanizmalarına başvurmak (Bkz. Cancel Culture/İptal Kültürü). Feminist etiğe sahip olan herkesin izleyeceği yol aşağı yukarı böyledir. Elbette ifşa metni sorgulanabilir olmalıdır fakat ilk refleksi Hayatta Kalana inanmamak, onun iftira ettiğini iddia etmek, faile inanmayı seçmek olan kişiler bu feminist etikten yoksun eril bir bakışa sahiptirler. Bugün, bu tarz kişilerin, ifşa mekanizması sayesinde görülüyor olan bir davada ‘erkeklik ödül kazanmışcasına’ sevindiğini, bir zil takıp oynamadıkları kaldığını görebiliyoruz. Üstüne üstlük bunu yapanların kendilerini ‘feminist’ diye tanımladıklarına şahit oluyoruz. Almancada başkaları adına utanmak ne demekti? Enter!
Yukarıda da belirttiğim gibi, ifşa metni sorgulanabilir halde olmalıdır. Herkesin iyi metin yazarı olmadığı, ifşa yaparken bir kural kitabı olmadığı için bazı kısımları atlayabileceği bir gerçektir. Bununla birlikte, hayatta kalanın metninde yeterince iyi açıklanmayan, karanlıkta kalan yerleri sorgulamakla tacizi reddetmek iki farklı şeydir. İlkini yapmanın ifşayı daha iyi bir yere taşıyacağı kanaatindeyim. Bu demek değil ki #metoo hareketinin içinde iftira imkansız bir şey. Hiç kimse siyah beyaz değil. (Yine de #metoo ile yapılan ifşaların yalnızca %2’si kadarının şüpheli olduğunu belirtmekte fayda var. Kaynak)
Fakat gündemde tartışılan anlamda ‘zarar’ ile ilgili problemlerim var: Feminist olan bir kadının ahlaki olarak yanlış davranışları olduğunda bu niçin feminizmin bütününe zarar veriyor? Neden ifşalardan binlercesi doğruyken, biri iftira olduğunda bu ifşa mekanizmasını boşa düşürüyor? Feminizm size tüm feministlerle ilgili kefil mi oluyor? Hepsinin harika insanlar olduğunu mu savunuyor? Elbette bunları anlayabilecek kişi sayısı çok az ve elbette bir iftira durumunda sonraki ifşaların, hayatta kalanların başına geleceklerin hepimiz farkındayız. Fakat bu yargıyı acilen değiştirmek zorunda olduğumuzu da fark etmek zorundayız. Bugün üstüne konuştuğumuz davanın aynı zamanda kadını susmaya mahkum eden bir dava olduğunu da atlamadan nerede konumlanacağımızı ince bir şekilde düşünmeli, politik tavrımızı ilmek ilmek dokumalıyız. İfşa mekanizmasını kullanmanın, hem öncesinde hem de sonrasında, hayatta kalanlara ne denli zarar verdiğini fark etmek ve bu engelleri sorgulamak zorundayız.
Türkiye’de (ve dünyanın birçok yerinde) ifşa mekanizması çoğu insanın tahayyül ettiği şekillerde işlemiyor. Güçlü olana, erkeğe hiçbir şey olmazken, ifşa, toplumun gözünde, hayatta kalanların üstlerinde silinmez bir leke olarak kalıyor. 2020 yılı Temmuz ayında Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden birinde ve pek çok kazıda Prof Dr. unvanıyla görev yapan bir erkek akademisyen, birden fazla öğrencisi tarafından ifşalanmıştı. O zamanlar, olaylar sıcakken ve gündemdeyken bölüm kendisini hukuki süreç tamamlanana dek uzaklaştırdıklarıyla ilgili bir metin yayımlamıştı. Lakin hukuki süreç bitmeden işe geri dönmüş, ,üniversite tarafından bırakın bir ceza verilmeyi, hakkında soruşturma bile açılmamıştı. Failin ifşa edilmesi yalnızca yanına kalmadı, kendisine kadın düşmanlarıyla dolu bir dayanışma alanı bulmasına da olanak sağladı. #metoo ifşa süreçleri böyle onlarca örnekle dolu. Bugün ifşa sonrası süreç eril dayanışmanın kalbi haline gelmiş durumda. Erk kendisinden olanı korumakta, ona yandaşlar bulmakta ve hatta reklamını yapmakta usta. İfşanın amacına ulaşıp ulaşmadığı tam anlamıyla bir muamma, hatta denebilir ki amacına ulaştığı örnekler çok az.
Gündeme dönmek gerekirse, geçtiğimiz günlerde kamuoyuyla ayrıntıları paylaşılan bu davanın tam anlamıyla ‘susturma’ davası olduğunun tekrar altını çizmek istiyorum. İfşa edilen ve haklı bulunan kişinin söylediğine göre ifşa eden kadın konuşamaz, konuşursa ödediği tazminat artacak bir durumdaymış. Ödenmesine hüküm edilen tazminata rağmen hem de. Böyle bir kararı ‘adil’ bulan herhangi birinin feminist etiğini sorgulamak gerekiyor. Tüm dünyada, #metoo ile yapılan ifşaların ardından açılan bu sessizleştirme davalarına karşı düzgün feminist bir tavır almak gerekiyor. Çünkü amacı adaleti sağlamak değil kadınları susturmak olan bir yargı, ne adil ne de kadından yanadır. Bunu fark etmemek, bu gerçeği görmezden gelmek, çirkin bir politik kibir ve bozulmuş bir feminist bakışla ilgili olsa gerek. Tam olarak bu sebeple, belki de hala içimde bir köşede kalan dayanışmaya inançla soruyorum: niçin susuyorsunuz? Yahut bu gerçeği göre göre, sırf egonuzun üstünüze örttüğünüz çirkin politikalar yüzünden, neden bir kadını susturmak amacıyla dava açmış biri için konuşuyorsunuz? Sabah akşam ‘Yok artık, daha da onun yanında olma canım.’ deniyor bana, bizlere. Aksine, sen niçin failin yanındasın? Feminist komünitenin en yerden yere vurulan fikirlerine sahip kişilerden biri olarak soruyorum; Waldo, sen neden burada değilsin?
* Sema Kaygusuz‘un 21 Ekim’de başladığı yukarıda bahsi geçen yazısı dizisi Sessizleştirme Harekatı’nın ilk bölümünü linkten okuyabilirsiniz.
Sessizleştirme Harekâtı-2 | Hikâyenin en başı
Sessizleştirme Harekâtı-3: Eksik parça
Sessizleştirme Harekâtı-4: İfşa son çaredir
Sessizleştirme Harekâtı-5: Öfkenin akı, öfkenin karası
Sessizleştirme Harekâtı – 6: Israrlı takip
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.