Ve bir sabah uyandım… Olağanüstü bir çaresizlik ve yorgunluk hissiyle kaplanmış olan bedenimi dinlendirmek, kontrolsüz zihin hareketlerimi dindirebilmek için kafamı ellerimin arasına alıp rahatlayana kadar ovuşturdum. Kendi kendime “artık alışmam lazım, alışmam lazım!” diye mırıldandım ama bir gece önce izlediğim o görüntüler, duyduğum sesler -daha önce gördüğüm, tanıklık ettiğim pek çokları gibi- aklıma kazınmışlardı. 48 yaşında açık eşcinsel bir erkek olarak; 23 yıldır icra etmeye çalıştığım İngilizce öğretmenliği mesleğim sayesinde, toplumun pek çok farklı kesiminden öğrencileri olmuş, farklı sınıflarından, tabakalardan insanlarla iletişim kurmayı, ortak alanlar yaratmayı becermiş biri olarak, her ne zaman bahsi geçen görüntülere maruz kalsam, gördüklerimi sindirmekte güçlük çekiyordum. Vegan bir piknik için gittikleri bir parkta saçlarından sürüklenerek, hırpalanarak kollarından çekiştirilen, beden dokunulmazlıklarına tecavüz edilen gençleri gördüğüm o anlar aklıma geldikçe onca yıl yetiştirdiğim, birlikte çalıştığım öğrencilerimi, öyle ya da böyle asgari müşterekte buluşabildiğimiz insanları düşündüm: ben bunca yıl bambaşka bir toplumda mı öğretmenlik yapmıştım?
Küçük bir kıvılcımla, ansızın şiddete dönen, dönüşen bu enerji, içinde yaşadığım toplumun doğasında nasıl da gizli kalıyordu. Nasıl oluyordu da bu kötücül elektrik, “farklı olarak bilinen, öteki olarak tanımlanandan” korkudan, daha çok bu hassas grupları sessizleştirmek, susturmak için amaçlı, istemli ve düzenli olarak üretilen sanrıdan beslenerek düşman bellediği ötekinin ötekisi, savunmasız bir topluluk için olanca gücüyle, çirkin bir hiddetle ortaya çıkıyordu. Dahası, günlük hayatlarında, yolda yürürken düştüklerini gördüklerinde mesela, kollarından yakalayıp kaldıracakları bu insanların başına gelenleri, parkın diğer kısımlarında oturup, bir film seyreder gibi izleyen kitlenin vurdumduymazlığı karşısında öylece kalakalıyordu insan. Parkın farklı kısımlarına yayılmış bu grupların, insan haysiyetini ayaklar altına alan, açıkça gücün kötüye kullanıldığı bu şiddet uygulamaları karşısında hiçbir şey yapmıyor oluşunu ya da yapamayacak kadar sindirilmiş olduklarını fark ettiğim için içimin bir kat daha fazla acımasına engel olamıyordum. Elbette bu görüntülerde yaşananlar ilk değildi ve son da olmayacaktı ama ben bu tanıklık travmasına, kendim gibi bu insanların, sahip olduğumuz benzer özellikler yüzünden, maruz kaldığı fiziksel ve duygusal işkenceye birinci elden tanıklık etmeye daha ne kadar dayanabilecektim? Üstelik yaşadığı ülkenin sosyo-politik iklimindeki gelgitlere, usandırıcı, bıktırıcı iniş çıkışlarına çoktan bağışıklık kazandığını inandığım benliğim, bu görüntüler karşısında yüksek olacağını düşündüğüm duygusal hazırbulunuşluğum da hissettiklerimin üstesinden gelebilmem için bana yardım etmiyordu. Bedenimizde ve duygusal dünyalarımızda, tüm bilindik hukuk kuralları çiğnenerek kurulmaya çalışan bu tahakküm ne zaman ve nasıl durdurulabilecekti? Tüm bu düşünceler ve sorular kafamdan geçerken, elimde -çoktan soğumuş kahveyle dolu- kupamla darmaduman bir halde mutfakla salon arasında mekik dokurken, içimdeki, birileriyle konuşarak benliğimin iliklerine kadar işlemiş bu olumsuz hislenmeyi bedenimden ve zihnimden çıkarma arzusu, İskoçya’da yaşayan, hem sağlam dost olduğumuzu bildiğim hem de mesleki yaklaşımına ve fikirlerine derinden güvendiğim kuzenim uzman psikolog Duygu Rotsinger’la konuşma isteğimi tetikledi. Ülkeler arasındaki saat farklılıkları konusunda bir türlü doğru hesaplama yapmayı beceremediğimden, internete girip İskoçya’da saatin kaç olduğuna bakmaya da üşendiğimden, Duygu’ya bir mesaj atmayı yeğledim: “Bir konuşalım mı?”
Evet, ben konuşarak, paylaşarak, fikir alışverişi yaparak meselelerin çözülebileceği, en azından insanların konu hakkında bilgi edindikçe korkularından biraz olsun sıyrılıp, önyargı kalkanlarını indirebilecekleri inancıyla yetiştirilen, doğru iletişimin önemli olduğuna inanan bir aileden, sosyokültürel yapıdan gelen o “dinozor – son kullanma tarihi çoktan geçmiş” nesillerden birinin mensubuyum.
Her geçen gün önemini daha fazla anladığım bu değerin, altta kalanın canı çıksın “ilkesini” merkeze almış aşağılama ve küçümseme ögeleri ile bezenmiş, birbirlerini duymak için herhangi bir zahmete girmeyen; “konu hakkında ne kadar da çok şey biliyorum, bak kelime hazinem de ne kadar geniş, kıskandın mı?” gibi bilinçaltı aşağılık komplekslerini etrafa sıçratarak özetleyen cümlelerin üzerine kurulmuş, sidik yarışlarıyla desteklenen münazaramsı, bilgi kirliliğiyle yoğrulmuş açık oturumları düzenleyerek iletişim halinde olunabileceğine inanan bir zihniyetle yer değiştirmesi konusunda ne kadar üzülsem de yapabileceğim şeylerin kısıtlı olduğunun farkınday(d)ım.
Dahası “Büyük Paranın”, sözüm ona insan haklarını korumak için aralıksız olarak ortamı bulandırarak, kirli mesaj bombardımanı yağdırıp -yaşamsal öneme sahip olduğuna inandığım- “politik doğruculuk” kavramını kendi çıkarlarına göre şekillendirip, yorumladığını elbette okuyabiliyordum. Bahsi geçen kavramın içini dolduran mananın, yaşananların ve gerçek kurbanların tecrübe ettiği şiddet, ötekileştirme gibi meseleleri sulandırıp kendi kullanabileceği bir araç haline getirerek istediği sosyal ve ekonomik yönlere doğru bükmeye meyil ettiğinin de bilincindeydim. Sıradan insana Tanrıcılık oynayabilme şansı tanıyıp, bireyleri kendine benzeyenlere kırdırırken, ortaya çıkan kargaşadan nemalanıp, banka hesaplarını fütursuzca kabartan bu güruhun tüm bu süreçlerin yönetiminde de söz hakkı olduğunu “çaktığımdan” diyelim, insanların kalplerinde ve akıllarında konuyla ilgili farkındalık yaratmanın da oldukça meşakkatli bir mesele olduğunu görmemem mümkün değildi.
Canım kuzenim Duygu’ya ulaştığımda çok uzun ama keyifli bir sohbet ettik; o da Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip ettiği ve olayların gidişatına vakıf olduğu için muhabbet koyulaştıkça konu konuyu açıyordu. Meseleyle ilgili endişe seviyemizin her geçen gün biraz daha arttığını, bir öğretmen ve bir psikolog olarak bu tanıklık travmasına neredeyse her gün maruz kalan her yaştan LGBTİ+lar için neler yapılabileceği, daha kapsayıcı bir eğitim ortamının nasıl sağlanabileceği hakkında laflarken, neden bu yaptığımız sohbeti kayıt altına alıp bir podcast hazırlamıyoruz diye düşündük. En azından konuyu biz de kendi akademik alanlarımızın elverdiği ölçüde ve çerçevede değerlendirip, ülkemizde hâlihazırda var olan, iyi örgütlenmiş, bilinçli aktivistlerden oluşan LGBTİ+ grupları ve derneklerinin diyalog davetlerine, çağrılarına, yaratılmak istenen toplumsal uzlaşma ortamına katkıda bulunmak için bir adım atmış olacaktık.
80’lerde ilk gençlik yıllarımı yaşarken etrafımda, medyada kendime benzeyen insanları bulabilmek, görebilmek, onlarla bağlantı kurabilmek için yanıp tutuşuyordum. Diğer erkekleri cinsel arzu nesnesi olarak gören tek erkeğin kendim olduğuna kanaat getirdiğim günlerde keşfettiğim, bana benzer özelliklere sahip oldukları bilinen yazarlar, sanatçılar, o dönemde duygusal “iyi olma halime” (Duygu’nun podcastimizde harika açıkladığı bir kavramdır) gözle görünür oranda yapıcı katkılarda bulunmuşlardı. Dolayısıyla, bir eğitmen olarak LGBTİ+’ların, toplumda, yaşayan ve yaşanan sosyal alanlarda, medyada temsilinin özellikle gençlerin duygusal ve cinsel gelişiminde ne kadar kritik bir rol oynadığının hep farkındaydım. Ne yazık ki yukarıda değindiğim yazarların ve sanatçıların pek çoğunun hayatları oldukça trajik bir şekilde sonlanmıştı. (Bkz: Rock Hudson, Oscar Wilde, Pasolini vb.) Dolayısıyla özdeşlik kurabileceğim rol modeller ve figürler bulduğu için bir anda şımaran “iyi olma halim”, tüm o trajik sonlarla karşılaşıp, başa sararak çaresizlik kaplı, bol iç çekişlerle bezeli umutsuz haline geri dönüyordu. Bu oldukça derin yaralar bırakan çelişkiyi içselleştirmek benliğimin, hayat boyu sürecek bir melankoliye, belki de günümüzde tanımlanması o kadar da kolay olmayan bir hüzne ev sahipliği yapmasına yol açtı. Bir şekilde zaman içinde barışmayı, ilişki kurmayı, beslenmeyi öğrendiğim bu tuhaf duygu en mutlu olduğum anlarda bile hortlayıp, beni deniyor, zevk aldığım tüm o dakikaları sabote edip beni o bilindik çaresizlik, kıstırılmışlık duygusuyla tekrar baş başa bırakıyordu. Zaman içinde LGBTİ+’ların hikayelerinde, LGBTİ+ politik hareketinin ivme kazanması, kazanılan sivil haklar ve konuyla ilgili en azından dünyanın bazı bölgelerinde -bu görünürlüğün sıkça rastlanan yan etkileriyle de- olsa belli oranlarda gelişen toplumsal bilinç sayesinde olumluya dönük değişimler, gelişmeler yaşandı, ilerlemeler sağlandı. Ancak İnternet öncesi çağda doğan LGBTİ+’ların kolektif bilinçaltına yerleşmiş; şimdilerde kulaklarda yer yer komik tınlayan “o acı sonun” bir gün gelip sizi bulacağına olan inancın, -her daim bir şekilde umutlu olmayı becerebilen benim gibiler tarafından bile- maruz kaldıkları gereksiz pekiştireçler sayesinde istemsiz sindirildiğine, hatta akıllarımızın bir köşesinde her an sızmak için beklediğine eminim. Yine de günümüzde, en azından dünyanın gelişmiş ülkelerinde LGBTİ+ meseleleri için atılan o önemli adımlar ve tek tek kameralar önünde açılan her biri kendi alanlarında oldukça başarılı, bilindik isimler sayesinde, karikatürleştirilmiş, tek tip temsillerden kurtulan LGBTİ+’lar, elbette ve neyse ki artık kendilerini bir parça daha güvende hissederken, konuyla ilgili hala atılacak pek çok yeni adım olmasına rağmen, yaşamlarını tehdit edici gelecek kaygılarından biraz olsun arınmış görünüyorlar.
Peki ya Türkiye’de? Herkesin çok da anlayamadığım bir kıvamda ve yoğunlukla özlem dolu bir şekilde andığı, -çünkü kanımca ünlü Fransız aktris Simone Signoret’nin meşhur anı kitabının ismindeki gibi “Özlemin eski tadı yok”-, benim de gençlik yıllarımı geçirdiğim 90’larda, evet, en azından cinsel yönelimlerini açıkça, saklamadan ve cesurca paylaşan sahne sanatçıları, edebiyatçılar, televizyon karakterleri vardı. Bu önemli LGBTİ+ figürleri (Bkz: Murathan Mungan, Küçük İskender, İsmet Ay vs.), yarım ağız edilmeyen cümlelerle kendilerini topluma tanıtırken, konuyu bir “PR” malzemesi yapmaktan öte, bir varoluş, kendin olma, olabilme, hayatta kalma meselesi olarak algılayıp, yorumladıkları için olsa gerek hem kendilerine benzeyenler hem de benzemeyenlerle yıpranmaz, bozulmaz, dürüst ilişkiler kurmayı becermişlerdi. Büyük kitlelere açılmanın gereğine, görünürlüğün önemine ne kadar inanıyorlardı bilemiyorum ama en azından cinsel yönelimleriyle bilindik olmanın sadece LGBTİ+ aktivistlerinin görevi ya da sorumluluğu olmadığının bilincindelerdi kanımca. Elbette günümüzdeki bu politik iklimde -zaten yer yer yaralayıcı, hırpalayıcı olabilen açılma sürecinin- her anlamda iki kat daha zorlayıcı ve yıpratıcı olacağının farkındayım. Ayrıca, her LGBTİ+’nın, -tanınmış ya da değil-, “açılma eylemini”, aile içinde ya da toplumsal ortak alanlarda yaşanabilecek talihsiz olayları, maruz kalabilecekleri duygusal ve fiziksel şiddeti önlemek adına, yaşadığı coğrafyanın koşullarını göz önüne alarak kendi hızında ve kendisi için doğru zamanda gerçekleştirmesi gerektiğine inanıyorum. Şu günlerde bir Türkiyeli eşcinsel olarak izlediğim kadarıyla, ülkenin televizyon kanalları, sosyal medya platformları -aslında her zaman olduğu gibi- LGBTİ+’larla dolup taşıyor. Türkiyeliler, LGBTİ+’ların ürettikleri müzikleri dinliyor, konserlerine gidiyor, oynadıkları filmleri, tiyatro oyunlarını seyrediyor, yaptıkları şakalarla eğleniyor, sosyal medya hesaplarını, öncü oldukları ve yarattıkları tüm toplumsal dalgaları, akımları, moda hareketlerini takip ediyor. Ve evet, ilginçtir ki hemen hemen herkes bahsi geçen tanınmış kişilerin LGBTİ+ olduklarının bir şekilde “farkında” aslında; farkında diyorum çünkü bu tanınmış kişilerden pek azı (çok da severek dinlediğim Nuri Harun Ateş gibi) cinsel yönelimlerinden bahsediyor, “bahsedebiliyor”. Kendilerini tanıtırken cesur bir kararlılıkla cinsel yönelimlerini de kimliğinin, kişiliğinin bir parçası olarak dile getirebiliyor. Büyük kitlelere hitap eden, sosyal medyada milyonlarca takipçisi olan diğer pek çok tanınmış kişinin LGBTİ+ olduğunu ise, biz fani ve sıradan varlıklar, elbette en bilindik ve yaygın toplumsal terapi yöntemimiz olan kahve falına bakarak, “hissikablelvukuvelerimizi” kullanarak veya kendiliğinden LGBTİ+ steryotipik örneklemeyi körükleyen, hatta akıllarımızda her gün bir kere daha perçinleyen “bilindik tavır ve davranışlarını” “gaydarımızı” kullanıp -elbette hala çalışıyorsa- okuduktan sonra, yaşadığımız mahallede yaygın olarak kullanılan dile çevirerek anlıyoruz. Neredeyse hiçbiri cinsel yönelimleri hakkında tek bir kelime etmiyor. Şanslıysanız ki şanslı olmalı mısın o da tartışılır, çok sevdikleri bir filmden ya da kitaptan bahsederken ve veya paylaştıkları geçmişten kalma hatıra fotoğraflarının, videoların izini sürerek, kısaca ortalara saçılmış tüm bu yaşanmışlığa ait parçaları, geçmiş ve şimdiki deneyimlerini, siz ekran karşısında aşurenizi zevkle yerken, birleştirip bahsi geçen “isimleri milyonlarca Türk Lirası”, -yanlış anlaşılmasın dolar ve euro kurları sürekli değişiyor, bir an hesaplayamadım- değerindeki bu marka bireylerin cinsel yönelimlerini keşfedebiliyorsunuz. Hayatlarının en ince, en kuytuda kalmış ayrıntılarını bile paylaşmakta bir beis görmeyen, ne bileyim, farzı misal, sevimli mi sevimli evcil hayvanlarının -ki gerçekten çok sevimliler- nasıl ve ne zaman sıçtığına kadar detaylandırarak yaşamlarını paylaşan bu tanınmış kişiler, “fenomenler” diyelim, nedense konu cinsel yönelimlerine gelince bir duruveriyorlar, daha çok bir kal geliveriyor benliklerine. Ayrıca, yine nedenini bilmediğim bir şekilde, bu “meşhur” insanların, ABD ordusunda yıllarca kullanılan, ötekileştirmeyi ve ayrımcılığı birinci elden pompalayan ve neyse ki yakın zamanda zihinlerden olmasa da yasal olarak kâğıt üzerinde silinen “sorma, söyleme” (“don’t ask, don’t tell”) mottosunu benimsediğini gözlemliyorum. O çok iyi bildiğimiz “Batının iyi taraflarını al…” cümlesini bir parça yanlış anlayıp, kendilerine doğru büktüklerini ayrımsayarak, ne yalan söyleyeyim durumu özümsemekte uzun süredir zorluk çekmekteyim. Oh no, tabii ki bazılarının şu an kafasından geçen cümleleri ve soruları duyar gibiyim: (Hemen bir parantez açalım: hayır, doğaüstü psişik güçlerim olduğundan falan değil, yaşadığım toplumun kumaşına, dokusuna yeterince tanıdık olduğumdan ya da şöyle açıklayayım: çağları kendilerine has özellikleriyle yaşamayı, sindirmeyi beceremeyip bir sonraki tarihsel döneme, çoğunlukla kaçış sendromunun arkasına sığınıp atlamak istediğimizi, bölük pörçük, bir ondan, bir bundan motifler kullanarak yeşerttiğimiz yaşamlarımızın post-truth dönemi için ne kadar çağcıl olduklarını ispat edebilmek adına rahatlıkla ikinci katı bitirmeden dördüncü katı boyamaya başlamayı tercih edebileceğimizi bildiğimden diyelim” hemen parantezi kapatıyorum efendim): “Artık Londra’da, New York’da ya da LGBTİ+ toplulukların büyük nüfusa sahip olduğu diğer batı şehirlerinde kimsecikler hem de kimsecikler cinsel yönelimlerinden bahsetmiyor, konusu dahi geçmiyor; Kinsey ölçeği pek çok ışık yılı önce benimsenmiş, herkesçikler ama herkesçikler cinsel akışkanlık, kuir olma gibi kavramları çoktan içselleştirmiş, restoranlardaki tuvaletlerin önündeki erkek, kadın işaretleri çoktan tarihe gömülmüşken, neden modası geçmiş “açılma, temsil” gibi kavramlara takılıp kalıyoruz ki, böylesine bir duyar yapmanın, -“duyar kasmak mıydı o?-” ya da her ne zıkkımsa ona ne gerek var? Hepimiz kendi baloncuklarımızda, kozalarımızda başkaları tarafından, kendi rızalarımız dışında itilip katılarak zorla yerleştirildiğimiz, bir yöntemle yuva haline getirmek zorunda bırakıldığımız gettolarımızda yaşayıp gidiyoruz ya işte. Sorun ne ki?”
Hımm şimdi bir bakalım: Paris, Berlin, Amsterdam gibi şehirlerde yaşayan LGBTİ+’ların, istenildiği zaman tamamen kanunlar hiçe sayılarak evlerine girilebiliyor mu? Bu diyarlarda yaşayan LGBTİ+’lar usulsüzce sorgulanabiliyorlar mı? Bir araya geldikleri bir piknik alanında, hiçbir geçerli yasal neden olmadan fiziksel ve duygusal saldırılara, hırpalanmaya maruz kalıyorlar mı? Çünkü Türkiye’de, İstanbul, Ankara, Eskişehir gibi pek çok büyük şehirde ne yazık ki bunlar oluyor. Peki ya bu görüntüleri sosyal medyada, televizyonlarının başında izleyen genç LGBTİ+’lar tüm bu olaylara tanıklık ederken ve “işte bak, senin varlığın ve yaşamın bu kadar değersiz, ona göre davran” mesajını alırken neler hissediyor, tüm bu olanları kendi dünyalarına nasıl yerleştiriyor, nasıl yorumluyor? Maruz kaldıkları “tüm temsillerini ve temsilcilerini istersem işte böyle yerlerde sürükleme gücüne sahibim” mesajını odağına alan politikalardan beslenen orantısız güç, şiddet içeren muameleleri canlı canlı izlerken yaşadıkları tanıklık travması ruhsal durumlarında ne çeşit gelgitlere, dalgalanmalara yol açıyor?
Bir de şunları hatırlayalım: yukarıda bahsi geçen Londra, New York, Berlin gibi şehirler, geçtiğimiz yüzyılda çok önemli, kitleleri peşinden sürükleyen trans ve eşcinsel hak hareketlerine, hak mücadelelerine ev sahipliği yaptılar. Tüm bu haklı protestoların, sokaklara, caddelere taşan isyanların sonunda LGBTİ+’lar ve topluluklar adına geçmişte akla hayale bile gelmeyecek sosyal ve yasal hakların edinildiği, tarihsel kırılma noktaları olan kitlesel hareketlerin merkez üstleri oldular. Günümüzde, hepimizin bildiği gibi, bu şehirlerde pride haftası şenliklerle, toplumun -neredeyse- tüm kesimlerinden gelen bireylerin katılımı ve katkıları sayesinde farklı pek çok alanda düzenlenen gösteriler ve etkinliklerle tek bir kişinin bile canı yanmadan festival havasında kutlanmaktadır.
Elbette dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan farklı kesimlerden kuirler, “Pembe Paranın” peşine düşen büyük sermayeli şirketlerin açıkça destekleyici olduğu bu barışçıl ve huzurlu festival havasının, aslında LGBTİ+’ları “normalleştirerek”, başka bir deyişle bizleri asimile ederek LGBTİ+ hareketin kendisine, özüne, varoluş nedenine zarar verdiğini düşünüyorlar.
Tüm bu tartışmalar ve yukarıda bahsettiğim diğer meseleler, LGBTİ+ hareketinin neresinde durursanız durun, olaylara nereden bakarsanız bakın, Türkiyeli LGBTİ+’lar olarak bizlere, hala kafamızdaki yarım, tamamlanmış ya da devrik cümleleri, soruları paylaşabileceğimiz yeni mecralar yaratıp, konuşmaya devam etmemiz gerektiğini hatırlatan açık işaretler kanımca. İşte tam da bu yüzden canım kuzenim Duygu’yla bahsi geçen fikirden yola çıkarak hazırlayıp, yayınlamaya başladığımız “Kuzenler Laflıyor: ‘bir konuşalım mı?” adlı podcast serisini dinlemeye davet ediyoruz hepinizi. Ey güzel insanlar, hadi gelin.
Ağustos – Eylül 2021
İllüstrasyon: Romy Blumel
Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.