Kemal Barış İlbi
80’lerde, ilk gençlik yıllarımın keyfini sürerken, aynı yaşlarda olduğum pek çok ergen gibi ben de dönemin politik ve sosyal ikliminden kaynaklı yoğun sansüre uğrayan görsel ve işitsel medya organlarının yayımladığı ‘yüzü batıya dönük’ programlarının etkisi altındaydım. Hemen her sabah Ankara veya İstanbul radyosu tarafından hazırlanmış radyo tiyatrosuyla uyanıp, okula gitmek için hazırlanırken ‘hafif batı müziği’ dinlerdim. Hafta boyunca tek kanallı televizyonda tamamı neredeyse İngiliz ve Amerikan yapımlarından oluşan yayın akışındaki dizileri maaile seyreder, her Pazar önce Herbert Von Karajan yönetimindeki bir orkestradan klasik müzik konseri ve ardından Pazar sinemasını izlerdik. Takip ettiğim gençlik dergileri de uluslararası düzeyde popüler şarkıcıların resimleri ve posterleriyle dolu olurdu. Her ergen gibi ben de çok popüler, fazla bilindik şarkıcı ve müzisyenlerle ilgilenmeyi sıradanlık, hatta kimliksizlik sayardım. Sırf bu nedenden ötürü o dönemde dünyayı kasıp kavuran pop ikonası Madonna’nın yaptığı işler de pek ilgimi çekmezdi doğrusu, buna rağmen çok da net olmamakla birlikte, bir dergide Madonna’nın ressam bir adamla çekilmiş fotoğrafını ve adamın o dönemdeki işleriyle kaplı bir sayfayı gözden geçirdiğimi hayal meyal hatırlıyorum. O sıralar resim sanatıyla ilgilendiğim ve çizim dersi almak için bir resim kursuna gitmeye başladığımdan, yarım yamalak resim bilgim ve yeniyetme bilgiçliğimle gördüklerimi oldukça ilkel bulmama rağmen, adamın neredeyse kaligrafi tarzında renkli ve canlı sembollerden oluşmuş – ki tam da içinde yaşadığım yukarıda bahsi geçen siyah –beyaz ve tek sesli dünyanın tam tersi olan– ama oldukça ciddi meselelere dokunan, daha çok kavramlar üzerine kurulu çizimleri ve stili, Madonna’nın söylediklerinden daha fazla ilgimi çekmişti doğrusu. Elbette bahsi geçen tarz, herkes gibi bana da Andy Warhol’u hatırlatmış ama nedense hem sanat dünyasında yarattığı abartılı yanılsamayı hem de “dünya dışı, yaşamdan büyük, gerçeküstü donuk personasını” biraz korkutucu bulduğum için olsa gerek, uzun yıllar mesafeli durduğum Warhol’dan daha farklı bir bağ kurmuştum bu adını sıklıkla unuttuğum adamla.

Çoğunlukla dönemin popüler gençlik dergilerindeki çeviri röportajlarıyla ve fotoğraflarıyla takip edebildiğim bu sevimli adamın, daha sonraları “tüm dünyayı yönetmek istemekten” başka önemli cümleler de kurmak istediğini fark ettiğim Madonna’nın müziği ile tekrar yollarım kesiştiğinde, neredeyse tüm kariyerini sosyal kodları kurcalamaya adamış bu sıra dışı kadının yakın bir arkadaşı olduğunu ve genç yaşında dönemin “amansız” ve “çaresiz” olarak nitelenen hastalığı AIDS nedeniyle öldüğünü öğrendim. O yıllarda dünya üzerindeki pek çok ülkede “eşcinsel kanseri” olarak tanımlanan, tutucu ve bağnaz gruplar tarafından sadece eşcinsellere bulaştığı iddiasıyla Tanrı’nın bu “marjinal” kitleyi yok etmek için ceza olarak gönderdiği düşünülen ve dönemin ABD başkanı Reagan’ın da büyük bir pişkinlikle görmezden geldiği, hatta sırf bu politik inadı nedeniyle gerekli fonların sağlanmasını geciktirdiği için hızla yayılarak sadece ABD’de binlerce insanın ölümüne yol açan bu salgın hastalık, New York merkezli pek çok entelektüel ve sanatçıyı da oldukça genç bir yaşta aramızdan almıştı.
Yıllar içinde bahsi geçen karanlık dönemle ilgili okuduğum makalelerden ve izlediğim filmlerden edindiğim bilgilere göre Keith Haring AIDS’e yakalandığını öğrendiğinde, o günlerde onun çapında ün sahibi diğer sanatçılardan farklı olarak, durumu saklamak yerine, hiç yılmadan çalışmaya, dünyayı dolaşarak üretmeye devam etmişti. Konu hakkındaki cehaleti kırmak, gerekli aktivizmi cesaretlendirmek ve yaygınlaştırmak için 1989 yılında kurduğu Keith Haring Vakfı’nda dezavantajlı gruplar için düzenlenen pek çok farklı kapsayıcı etkinliğin yanı sıra AIDS’le mücadele için gerekli maddi kaynakları oluşturabilmek ve fon sağlamak için önemli çalışmalar başlatmıştı. Dahası, 1989’da Rolling Stone dergisine verdiği bir röportajda AIDS ile yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu tüm çıplaklığı ile ortaya sererek hastalığın etrafında dolaşan sessizliğe, önyargıya savaş açmıştı. Kısaca, Haring, hayatının son yıllarında kendini, benzerine az rastlanır bir hassasiyet ve samimiyetle, AIDS hakkında toplumda farkındalık yaratmak için adamıştı.

Türkiyeliler için İngilizcedeki “th” sesini çıkarmak oldukça zor olsa da bahsi geçen dili uzun yıllardır öğretmek için uğraştığımdan ismini, en azından ilk gençlik yıllarımdan çok daha iyi bir şekilde telaffuz ettiğim Keith Haring, 80’li yıllarda New York’a geldiğinde, şehir, kendi yolunu bulmaya çalışan, deneysel ‘takılmaya’ meyilli sanatçı adayları için oldukça hareketli ve canlı bir sanat atmosferine sahipti. Pek çokları için kaotik olarak tanımlanabilecek bu çok kültürlü, çok dilli ortamdan yayılan kakofoniden beslenen, değişik etnik gruplardan gelen bu sanatçı kitlesi, tutucu, geleneksel ve neredeyse sadece beyaz erkeklerin egemenliğindeki sanat anlayışını yıkmak ve sanatı yeniye, çağa uyarlamak için gerekli tüm enerji, motivasyon ve cesarete sahipti. Bu gözü pek güruh, o ana kadar süregelen tüm sosyal ve sanatsal tabuları yıkmak üzerine kurulu bir anlayışla, ‘dolaysız isyankâr’ bir tavır takınarak, toplumun her katmanındaki farklılıkların birbirleriyle olan ilişkilerinden sağdıkları bir yaratıcılık ve üretim sürecini başlattılar. New York’un o dönemde idari ve sosyal anlamda başıboş bırakılmış olması da, hem bahsi geçen yeniyetme sanatçı adaylarının bu çelişkiden beslenerek, geleneksel modern yaşam tarzı tarafından belirlenmiş kuralların üzerinden kolayca geçmelerine hem de kimsenin karşı koyamayacağı, önüne geçilemeyecek kadar güçlü bir yaratıcılık ve üretim fırtınasının oluşmasına yardımcı oldu. Aynı dönemlerde, sanat dünyasındaki elitizmi kırmak için 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşmaya başlayan, 60’larda etkisini artıran, ilk elden sanatın sergilendiği yerler olan geleneksel müzelere ve yönetimlerinin politikalarına karşı bir duruş sergileyen grupların protestolarının iyice alevlendiği bir süreç başlamıştı. Bu gruplar, müzelerde çeşitlilik felsefesinin savunulmasının gerekliliğini, toplumun birbirinden farklı, sürekli evrilen, fakat birbirlerine organik olarak bağlı ve bağımlı dinamik gruplardan oluştuğunun ayırdına varılmasının öneminin altını çiziyordu. Toplum içi karşıtlıkları ve çelişkileri bizzat sürece katarak, müzelerin bireyi, sergi ziyaretleri sırasında sadece bir izleyici değil aynı zamanda katılımcı haline getirmelerini istiyorlardı. Sonuçta geleneksel müzeler, ne yaparlarsa yapsınlar o dönemde çoğunluktan çok toplumun kaymak tabakasına hitap ediyorlardı.
New York şehrinin sosyal olarak gelgitlerle dolu, bu yıkıntı ve harabe hali, iki farklı yakasındaki yeraltı sanat dünyasının queer dans kulüplerinde buluşması ve şekillenmesi, kültürel anlamda bana nedense 20’li 30’lı yıllardaki Berlin’in dokusunu anımsatsa da, aralarında ciddi farklar vardı. Öncelikle, bu genç sanatçı adaylarının hiçbir yere gitmeye niyetleri yoktu ve ne pahasına olursa olsun yapmak istedikleri şeyleri yapmaya devam edeceklerdi. Ayrıca, o yıllarda ABD sağ ve popülist politikalar tarafından yönetilse de, ufukta Hitler ayarında bir diktatörün yönetime gelmesi gibi bir durum da söz konusu değildi. Hâlihazırda dönemin korku salan konuları olan nükleer savaş, ırkçılık, AIDS vs. gibi mevzuları tartışabilecekleri ‘liberal’ bir zemin zaten mevcuttu. Bu sıralar sanat öğrencisi olan Keith Haring, bir arkadaşı vasıtasıyla daha sonraları uzun zaman birlikte New York sanat dünyasına yön verecekleri, dönemin bir diğer tabu yıkıcı sanatçısı Jean Michel Basquiat’la tanıştı.

En başından beri o yılların en gözde sanat akımlarından biri olan grafitti dalgasının ve enerjisinin bir parçası olmak isteyen Keith, beyaz bir Amerikalı olarak bu alanda daha yoğunlukla üretim yapan Afrikalı Amerikalı ya da Latin sanatçıların önüne geçip sahne ışıklarının altında olmak istemedi; pek çok farklı sanatçıyla birlikte katıldığı dönemin en sükse yapan sanat performanslarından biri olan Time Square Show’dan bir hafta kadar sonra ona özgün dilini yaratmasını sağlayacak, sanatsal imzası haline gelecek metro istasyonları resimlerini yapmaya başladı. O zamanlar New York metrosundaki panolara yeni bir reklam afişi konulmuyorsa kalan boşluklar siyah bir kâğıtla kaplanıyordu; Keith bunu fark ettiğinde eline bir tebeşir alarak üzerlerine kendi yarattığı sembollerden oluşan semiyotik, oldukça ilkel görsel bir dille resimler yapmaya başladı. Gerçek bir şehirli olarak tüm kent sakinleri için sanatı, pek çoğunun ziyaret etmeyecekleri yerler olan geleneksel müzelerden alıp, her gün geçtikleri ve görebilecekleri bir mekan olan metro istasyonlarına taşımaya başlamıştı. Sadece bir haftada farklı metro istasyonlarında 200-300 adet resim yaptı. Kısaca, şimdilerde çağdaş kent müzelerinin özellikleri arasında yer alan kentli bilinci oluşturma, şehrin doğal ve hızlı dönüşümünün yıkıcı etkisini azaltma ve farklı geçmişlerden gelen bireyleri buluşturma, kaynaştırma ilkelerinin birebir uygulamasını farkında olmayarak yapmak isteyen Keith, bu amacını gerçekleştirmek için müze ve sanat galeri duvarlarını aşarak, her gün milyonlarca şehir sakininin durağı olan metro istasyonlarını seçmişti. New York’daki Galeriste’nin sahibi Tony Shafrazi’nin dediği gibi “…Keith için metroyla yolculuk eden milyonlarca insan gerçek dünyaydı. Metroya binen tüm kent sakinleri Keith’in izlecisiydi. Bu insanların çoğunun MoMA ya da Met gibi müzeleri ziyaret etmediğini, hatta daha önce herhangi bir sergiye bile gitmediklerinin fakındaydı. Keith metro duvarlarının şehrin gerçek müzesi olduğunu düşündü ve sanatı gerçek insanların müzesine taşıdı…”
Özetle, Keith, daha o tarihlerde, günümüzde kent müzelerinin amaçlarından olan kentlinin kente aidiyet bağlarını güçlendirmek ve yaşadığı mekanı benimsemesini sağlamak, kentlilik bilincini geliştirmek, farklı grupların ortak yaşam kültürünü güçlendirmek, güncel sorunlara çözüm bulma kapasitesini artırmak gibi kriterlerin gerçekleşebilmesi için en uygun mekanların metro istasyonu duvarları olduğunu düşünmüştü. Nitekim kendi yarattığı ve geliştirdiği özel görsel dil ve renkli, dans kültürü ögeleriyle bezenmiş dışavurumcu kavramsal sanatla gündemdeki önemli sosyal ve politik konulara dikkat çekerek, din, ırkçılık, nükleer savaş, AIDS, madde bağımlılığı gibi önemli meselelerle ilgili güçlü politik mesajlar verdi. Sanat ürünleriyle, yolu metroya düşen sıradan insanların bu tartışmalı konular hakkında bir kere daha düşünmelerini sağlayıp, dönem dönem tutuklanmayı da göze alarak, kent sakinleriyle organik bir bağ ve iletişim kurmayı becerdi. Günümüzde çağdaş ve ilerlemeci müzecilik anlayışı ölçütleri arasında yer alan, müzelerin bireyler için demokratik bir katılım ve eğitim ortamı yaratabilmek için yaşamın kendisini ve farklılıkları kapsayıcı, yaşayarak öğrenmeyi destekleyen, ziyaretçi merkezli mekânlar olması gerektiği kıstaslarını her kesimden gelen insanların -daima hareket halinde olan şehirlinin- her gün işe gelip giderken uzunca zaman geçirdikleri sosyal paylaşım alanları olan metrolardan daha iyi karşılayacak başka bir mecra olamayacağı düşünülürse, Keith’in 80’li yıllarda tüm bunlardan habersizce sadece sanatını daha fazla insana taşımak uğruna aldığı tüm risklerin -ki metrodaki o boş çerçevelere resim yapmak yasadışıydı- günümüzde sanat, sanatçı ve çağdaş müze anlayışını nasıl olumlu yönde etkilediğini, dahası emeklerinin meyve verdiğini ve pek çok yeniye kapı açtığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Daha sonraki yıllarda, Haring sanatını daha büyük kitlelere ulaştırmak için Pop Shop adında, artık imzası haline gelen çizimlerini baskı tişört, şapka, hediyelik eşya halinde üretip, oldukça ucuza sattığı bir de mağaza açtığında sanat dünyası tarafından işlerini çok ulaşılır hale getirdiği, resimlerinin sanat değerini düşürdüğü iddiasıyla sert bir şekilde eleştirildi. Nitekim o dönemde ‘onun çapında iyi bir sanatçının’ böyle bir şey yaptığı duyulmuş değildi. Bazıları ise Pop Shop’un arkasında aslında kapitalist sistemi eleştiren bir söylem olduğunu; mağazanın kurumsal dünyanın, tüketim toplumunun karşısında bir duruş sergilemek için açıldığını iddia ettiler. Elbette 9-5 çalışan biri için bin dolarlık bir resmi satın almak 20 dolarlık bir tişörtü edinmek kadar kolay olmayacaktı. Haring gibi politik bilinci çok sağlam bir sanatçının, sanatını maddi açıdan dezavantajlı kitlelere ulaştırabilmek için günümüz müzecilik anlayışına yakın bir bakış açısından hareket ederek davranması; eserlerinde etnik ayrımcılıkla, ırkçılıkla mücadele gibi hassas ve tartışmalı konulara özellikle dokunup, azınlıkların dışlanması gibi meseleler hakkında toplulukları bilinçlendirmeye çalışması elbette büyük etkiler yaratacaktı. Günümüzün George Floyd vakası olarak nitelendirilebilecek, Afrikalı Amerikalı grafitti sanatçısı Michael Stewart’ın 1983 yılında beş polis tarafından öldürülmesi olayını resmederek ABD’deki ırkçılığın ve polis şiddetinin vahametinin altını çizmesi, New York’daki bir parkın duvarına madde bağımlılığına dikkat çeken ve “crack is wack” cümlesiyle hatırlanan bir mural çizerek, şimdilerde dahi kitlelerin ilgisini çekmeyi başarması, 1986’daBerlin duvarına, daha duvar yıkılmadan Doğu Alman polisinin yakın takibi altında iki ülkenin bayraklarının renklerini kullanarak birlik ve beraberlik mesajları veren resmini yapmış olması, farklı nedenlerden dolayı çatışmalarla yaşayan toplulukların ortak paydalarının farkına varmaları adına bir çağdaş sanatçı olarak sanatın birleştirici gücünü kullanarak attığı adımlardan sadece bir kaçıydı elbette…
Ve şimdi yıl 2021, bu sefer bütün insanlık başka bir salgının pençesinde… Ben de şu sıralar 40’lı yaşlarımın son demlerini yaşamaktayım. Dünya son kırk yılda hiçbirimizin tahmin edemeyeceği kadar büyük ve renkli değişimler geçirdi; sosyal, kültürel, teknolojik ve bilimsel anlamda inanılmaz gelişmelere şahitlik etti. Artık hiçbir şey sadece siyah ve beyaz değil… Bu son yazdığım cümlenin benliğimde tahmin ettiğimden daha büyük bir etki yaratması nedeniyle bir anda dağılan düşüncelerimi toplayıp bu yazıyı bitirmeye çalışırken, bir bardak kahve almak için gittiğim mutfaktaki buzdolabının kapağında duran Keith Haring imzalı hediyelik mıknatısın üzerindeki kırmızı adamla bakıştık bir süre… New York’a yaptığım kısa süreli bir seyahat sırasında edindiğim bu buzdolabı mıknatısını nasıl satın aldığım, tesadüfen girdiğim bir galeride karşıma çıkan orijinal Keith Haring resimleri karşısında nasıl nutkumun tutulduğu sırayla geçiverdi aklımdan…
Sonra, sanat eserlerinin yalnızca kocaman ve soğuk salonlardan oluşan tapınak misali binalarda, gerçekte ulaşılması gereken kitlenin neredeyse hiç katılımı olmadan sergilendiği ve bu çeşit sergileme yöntemlerinin onandığı bir dönemde, elinde bir tebeşirle, bazen yanına aldığı minik müzik setinden yayılan dans şarkıları eşliğinde, neredeyse bir gösteriye dönüştürdüğü resimleme, çizme sürecini, metroda kendisini merakla, yer yer şaşkın bakışlarla seyreden şehir ahalisiyle sanat-sanatçı-izleyici arasında gerçekleşebilecek üç yönlü gerçek bir iletişime dönüştürebilen bu genç adamın anısına dönemin en önemli kulüp şarkılarından birini açıp, dinlerken buldum kendimi.

Yukarıdaki makale, Ankara Üniversitesi Disiplinlerarası Müze Eğitimi Yüksek Lisans Programı “Müzede Toplumsal Çalışmalar” dersi için Kemal Barış İlbi tarafından hazırlanmış bir çalışmanın Velvele için yeniden düzenlenmesiyle oluşturulmuştur.
İzleme listesi
Keith Haring belgeseli
Keith Haring “Le métro était l’endroit idéal pour montrer mon travail
Keith Haring’s New Year’s Eve Party with his paintings and favorite music
Keith Haring Ch 12 Interview
Keith Haring Documentary
Kaynakça
Karedeniz, Ceren. (2020-2021). Ankara Üniversitesi – Eğitim Enstitüsü – Disiplinlerarası Müze Eğitimi Yüksek Lisans- Müzede Toplumsal Çalışmalar Ders Notları.
İlhan Çakır, Ayşe. (2020-2021). Ankara Üniversitesi – Eğitim Enstitüsü – Disiplinlerarası Müze Eğitimi Yüksek Lisans- Müze Bilimine Giriş Ders Notları.
https://www.haring.com/!/about-haring/bio
https://www.pbs.org/wnet/americanmasters/facing-death-from-aids-keith-haring-kept- creating/16169/
Keith Haring: Just Say Know
1 Comment